Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Eylül '15

 
Kategori
Eğitim
 

Millet mekteplerinden Köy Enstitülerine---Ötekilerin hikayesi (birinci bölüm)

Millet mekteplerinden Köy Enstitülerine---Ötekilerin hikayesi (birinci bölüm)
 

o çocuklar


Köy Enstitülerine kadar uzanan cumhuriyetin kuruluş süreciden itibaren başlayan aydınlanma sürecinin uzun öyküsü bu.
 
Bu uzun öyküyü yazmamdaki temel amaç bugün bir çoğumuzun unuttuğu ve hakkında yanlış bilgilere sahip olduğumuz Köy Enstitülerine oradan öğretmen okullarına geçen süreyi o yılları yaşayan insanların öyküleri içinde doğru anlaştırabilmektir.
 
Yanlış bilgi sahibi olduğumuz dedim. Çünkü birçoğumuz Köy Estitüleri ve onun devamı olan öğretmen okullarıyla cumhuriyetin kuruluş sürecinde açılan millet mekteplerinin ve cumhuriyetin kuruluş felsefesinin ilgisini pek çoğumuz bilmiyor veya yanlış biliyoruz.
 
Bir süredir geçmiş yaşamların izlerinde gezinerek toplumsal yapımızı anlamaya anlatmaya çalışıyorum.
 
Çünkü toplumsal yapımızın ortak özelliklerini doğru bilmeden birbirimizi doğru anlama olanağımız yok. Birbirimizi doğru anlamadıkça da toplumsal huzura; daha doğrusu barışa kavuşmamız olanaksız.
 
Yani bence öyle…
 
Bu düşünceyle uzunca süre bir araştırma yaptım. O yılları yaşayanlardan dinlediklerimden hazırladığım notları gözden geçirdim. Fark ettiğim bu gün ne yaşanıyorsa tamamının kökü o yıllara dayanıyor. Daha doğrusu o yıllardan bu yana sürüp gelen bir mücadelenin içinde yaşayıp gelmişiz.
 
İleride okurken göreceksiniz; İstiklal Savaşında Mustafa Kemal’le birlikte olanların Mustafa Kemal’e ters düşmesinin temelinde yatan şey ‘cumhuriyeti yönetimde dini referans alan bir anlayışın mı?’ Yoksa ‘aklı ve çağdaşlığı ilke edinen bir anlayışın mı?’ egemen olacağıydı.
 
Bu tartışma Latin alfabesinin kabulü, sonraki millet mektepleri ve Köy Enstitüleri ve onların devamı olan öğretmen okullarıyla izlenen eğitim politikasıyla dini referans alan yönetim düşüncesinin eğitim anlayışı arasında günümüze kadar sürdü. Halen de devam ediyor.
 
Cumhuriyetin tercih ettiği aklı öne çıkaran çağdaş yönetim ilkelerini benimseyen anlayış kendine yönelik dini referans alan yönetim anlayışının saldırılarına direnmeye devam ediyor; ama eğitim sisteminde yapılan değişikler ve eğitime bakışta görülen; sanki o direnç kırılıyor gibi.
 
Önümüzdeki süreç bu ‘gibinin’ cevabının ne olacağını belirleyecek.
 
Neyse; bugün kimi çevrelerde yeniden kıymete binen Köy Enstitüleri düşüncesi taa millet mektepleri zamanında şekillenmeye başladı. Yatılı köy millet mekteplerinde okutulan ulaşımı zor köylerden gelen çocuklar eğitimden sonra kendi köylerinde açılan millet mekteplerinde görevlendirildi. O sırada bunun başarılı sonuçları da alındı.
 
Cumhuriyet başlangıçta neredeyse el yordamıyla başlattığı eğitim politikasında adım adım ilerleme gösterdi. “Nerdeyse el yordamıyla” dememin nedeni millet mekteplerinin dünyada pek örneği olmadığıydı. Tek rehberleri Danimarka’daki benzeri uygulamalardı.
 
İlerde de yazacağım; millet mektepleriyle okuma yazama öğrenimine geçileceği tartışılırken cumhuriyet gazetesi sahibi Yunus Nadi bey ve dini referans alan yönetimi savunan ve Latin alfabesine baştan karşı olan Kazım Karabekir paşa bu uygulamanın o beş yirmi yılda ancak sonuç vereceğini savunarak Latin alfabesi uygulamasından  vazgeçilmesini savunmuşlardı.
 
Ama uygulama gösterdi ki; her yıl yarım milyonu okuma yazma öğretmeyi amaçlayan proje beş yıl sonrası hedefine önemli ölçüde varmış iki buçuk milyona yakın kişiye okuma yazma öğretilmişti.
 
Yine bu süreçte ilkokullar için kurslarla öğretmen yetiştiren yönetim ortaokul ve liselerde görev yapacak öğretmenler için Gazi Eğitim Enstitüsünü faaliyete geçirmişti. Yine bu sıralar açılan halk evleri millet mektebi görevine sosyal ve kültürel hamlelerle devam etti. Ayrıca köylerdeki okullar için belirli merkezlerde açılan eğitmen okullarında başarılı sonuçlar alınması üzerine köy okulları için öğretmen yetiştirmek üzere Köy Enstitüleri açılması fikri de tartışılmaya başladı.
 
Köy Enstitülerinin açılmasında temel felsefe kentli aydının köylere ulaşamadığı, ulaşsa bile anlaşamadığından yola çıkılarak köyler için kendi aydınını yetiştirmekti. Çünkü o yıllar halkın yarından çok fazlası köyler ve kasabalarda; yani kırsalda yaşıyordu. Köy Enstitüleri halkın bu sosyolojik yapısı gözetilerek o yıla kadar eğitim deneyimi ışığında açıldı.
 
Yalnız burada düşülen yanılgı ‘sanki Köy Enstitülerine hep köylerden öğrenci alındığıydı’ bu yanlış algı Köy Enstitülerinin öğretmen okullarına dönüştürülmesiyle Köy Enstitülerinin kapatılmış olduğu yanlış düşüncesini doğurdu.
 
Bugün “Köy Enstitüleri yeniden açılsın” diyenler Köy Enstitüleriyle öğretmen okullarının çok az farkı olduğunu, öğretmen okullarının Köy Enstitülerinin daha gelişmiş biçimi olduğunu bilmeyenlerdir.
 
Çünkü gerek Köy Enstitülerine öğrenci alımı ve yetiştirilmesi, gerekse öğretmen okullarına öğrenci alımı ve yetiştirilmesinde aynı felsefe vardı. Yani köy ve kasabalardan iyi yetişmiş zeki çocukları yatılı olarak alıp köy ve kasaba şartlarında yetiştirip yine köy ve kasaba okullarında öğretmenlik yaptırma.
 
Köy Enstitüleri ve öğretmen okulları ders içeriğini bilenler çok az fark olduğunu; o farkın da içinde bulunduğu sürecin koşullarından kaynaklandığını bilirler.
 
Benim bu konuda yaşadığım bir anım var. Yani öğretmen okullarında uygulamalı eğitim biçimiyle ilgili.
 
Kız kardeşimin öğretmen okulunda okuduğu sırada sıkça ziyaretine giderdim. O sıra bizim ilçeden yeni gelmiş iki kız çocuğu benim geldiğimi duyunca memleket özlemiyle kardeşimin yanında koşup gelmişti. O kızlardan biri bizim oranın şivesiyle “ee Erdoğan abe. Bize burda aynı köydeki gibi ayrık yoldurubala” deyince gülüşmüştük. Yani öğretmen okulları da tıpkı öğretmen okulları gibi kırsal şartlarına uygun pratik eğitim alıyordu.
 
Köy Enstitülerine gelen öğrenciler okullarını ve işliklerini kendi elleriyle ustalığını yaparak inşa etmişler ve işliklerde köylüyle uyum için demirci veya tarım işi veya terzilik öğretilmiş ve öğrencilerin yeteneği öne çıkarılmıştı. Öğretmen okullarında okullar inşa edilmiş olduğu için diğer konularda pratik eğitimi yaptırılmış ve yine öğrencilerin kişisel yetenekleri öne çıkarılarak eğitim vermiştir.
 
Her iki okuldan mezun olan öğrenciler cumhuriyetin kuruluş felsefesine uygun öğretmenler olarak yetiştirilmiştir.
 
Hep söylendiği gibi “Köy Enstitülerinde yetişen öğrencilerde sisteme ters düşen sosyalist fikir ağır bastığı için bu okullar kapatıldı” düşüncesi en çok doğru bilinen yanlışlardandır.
 
Yani bugün 75. Kuruluş yıldönümü kutlanan Köy Enstitüleri öyle söylendiği gibi 1946 yılında kapatılmamış öğretmen okullarına dönüştürülerek daha iyi eğitim verilmesi amaçlanmıştır.
 
Ama bu okullar her daim cumhuriyetin yönetim felsefesiyle kavgalı veya mücadele edenlerin hep hedefi olmuştu. Adım adım bu okulları yıpratma politikasıyla okullar yıpratılamayınca 1978 yılındaki siyasi kargaşa sonucu bir punduna getirilip kapatılarak öğretmen liselerine dönüştürüldü.
 
Ancak o mücadele orada bitmedi. Ondan sonraki süreçte özellikle 12 Eylülle öne çıkan dinin yönetimde etkinliği arttıkça bu durum eğitim politikalarına da adım adım yansımış; bugünkü eğitim politikasına gelinmiştir.
 
Bu düşünceler ışığında bu öykülerimi özellikle cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yaşanan sürecin o günden günümüze gelişini bir şekilde öğrendiğim gerçek yaşanmışlıklar ve kimi anekdotlar etrafında örerek hikayeleştirmeye çalıştım.
 
Bunlardan ‘Öykülerle Yolculuk’ adını verdiğim uzun öykü dizisinde İstanbul özelinden hareketle ellilerin başından itibaren Anadolu’dan İstanbul’a göçen insan öykülerinden yola çıkarak toplumsal farklıklarımızın birbiriyle ilişkisini ve çelişkisini öykü diliyle anlatmaya çalışıyorum.
 
En son ellinci bölümünü yazdığım o öykü dizisi sanırım daha uzun süre devam edecek.
 
Bir de ‘Onun Hikayesi’ adını verdiğim uzun öyküm var. Onda da ellili yıllarda kırsal kesimdeki bir çocuğun ve ailesinin çocuğun eğitimini sağlamak için yaşadıklarını anlatarak o yıllara ayna tutmaya çalıştım.
 
Öykülerim genelde gerçek bir yaşanmışlık etrafında örülse de hepsi anonim özellik taşıdığı için öykü kahramanlarına gerekmedikçe isim vermeden genel nitelikleriyle öyküde yer vermeyi seçtim.
 
Öykülerimi isimsiz tanımlayarak onların anlattığı anonim yaşamlara sadık kalmaya çalışıyorum.
 
‘Onun Hikayesi’ başlığını bu düşünceyle kullanmış, Onun kim olduğunu belli etmemiştim.
 
Çünkü bana göre toplumsal yaşamımızın ifadesi ‘onun, ötekinin, diğerinin, berikinin, yani herkesin, hepimizin’ yaşamından izlerin ortalamasıdır.
 
Bu düşünceyle ‘Onun hikayesi’ isimli öyküde kahramanların isimlerinin olmayışı sorun yaratmadığı için bir iki kahraman hariç hepsini belirsiz sıfatlarla ‘pompacı, pazarcı, kahveci, şoför, öğretmen gibi’ tanımlamıştım.
 
Köy Enstitülerini anlamayı ve anlatmayı da aynı anlayışla yazmayı düşündüm. Ancak ‘Onun Hikayesi’ ile farkı vardı.
 
Çünkü Köy Enstitülerini öyküleştirirken de ‘gerçek bile olsa’ ve salt bir çocuğu değil onunla birlikte onun etrafında çok sayıda kişiyi öyküde yer vermek zorundaydım. Yani Köy Enstitülerini anlamak için sadece okulların içinde bulunduğu dönemi değil; onun ötesinde o sürece gelene kadar bütün cumhuriyet dönemini ve onun öncesini de bir şekilde kurgulamak gerektiğini düşündüm.
 
O zaman da ortaya bir uzun öykünün ötesinde roman özellikli çok kahramanlı bir anlatım çıktığı için; bu anlatıya ‘Ötekilerin Hikayesi’ adını verdim ve hikayede karışıklığı önlemek için öykü kahramanlarıma isim vermeyi gerekli gördüm.
 
Buradaki isimlendirme ancak belirsizliği ve karışıklığı önleme kaygısını gidermeyi amaçlıyor. Yoksa burada da kişilerin çoğu kurgu yani anonim özellikteler.
 
Bu açıklamayı ‘Onun Hikayesi’ ile ‘Ötekilerin Hikayesi’ arasında ilgiyi ve ilgisizliği anlatmak için yaptım. Her hafta sonu bölüm bölüm bu blogda yayınlamayı düşündüğüm hikayeyi “bölüm aralarının uzunluğunun okuyanda ilgi dağınıklığına sebep olduğu için’ bu sefer bölümleri birleştirerek iki veya üç bölümde uzun hikayeler biçiminde paylaşacağım.
 
Umarım beğenerek okurunuz…
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Goca Hamza koca çınarın dibindeki taşın üstüne kapanmış, sırtını da güneşe vermiş güneşleniyordu. O sıra onu görüp de tanımayanlar çınarın dibine bir kirpi oturmuş sanırdı. Sırtı o kadar kıllıydı yani.
 
Köylüler ona ‘Hamza dede’ diye hitap ederdi. Çünkü o köyde herkesin dedesi gibiydi. Biri merak edip de köyden birine onun yaşını sorsa; alacağı cevap “Hamza dedenin tevellüdü kayıp” olurdu. Bu konuda sanki ağız birliği yapmışlardı. Sonra “o tam beş padişah görmüş biridir” diye onunla övünürlerdi.
 
Çevre köyler ise onu “Çamdibi köyünden Goca Hamza” olarak tanır bilirdi.
 
Onun ‘Gocalığı’ yaşından çok fil kafası gibi kafasından, kocaman kulaklarından, yaba gibi ellerinden ve kürek gibi ayaklarından geliyordu.
 
Biraz yağlı güreşten anlayan biri ezilmiş kulaklarına bakınca onun geçmişte pehlivanlık yaptığını anlardı.
 
Gerçekten Goca Hamza bilinmedik zamanlarda çok namlı pehlivanmış. Bunu da bir kendisi biliyordu. Çünkü onu yakından bilip tanıyıp da sağ kalan hiç kimse yoktu.
 
Ancak onu kıt mıt tanıyan yaşlılar pehlivanlığını bilmeseler de Goca Hamza’nın vakti zamanında dağ gibi olduğunu, yürüdüğü zaman bastığı toprağın titrediğini söylerdi.
 
Zamanın amansızlığı herkes gibi onu da törpülemiş, kemiklerini eritmişti. Bu nedenle vücudu küçülmüş; ama nedense yaşlandıkça ‘sanki’ kafası, kulakları, elleri ve ayakları bir misli büyümüştü. Ayrıca sakalları, kaşı ve bıyığı kırlaşsa da aynı gençliğinde olduğu gibi çok gürdü. Vücudu da ayı vücudu gibi kılla kaplıydı. Kendinin söylediğine göre ‘gençliğinde güreş tuttuğu zamanlarda soyunup meydana çıkınca; onu tanımayanlar dağdan kara bir ayının indiğini sanır ürperirmiş.’
 
Şimdiyse çınarın dibinde taşın üstüne domalınca karşıdan kocaman bir kirpi gibi görünüyordu.
 
Bugün köyün çamaşır günüydü.
 
O yıllar bitin padişahlığını ilan ettiği “bit yiğitte pire itte” sözünün dillere pelesenk olduğu yıllardı. Şimdiki gibi bitle mücadele ilaçları yok;  sabun veya bezeri çamaşır tozları falan da hak getire.
 
Dışarıdan köylere gelen satıcılar sabun diye kaya gibi sert bir şey satardı. Herkes yoksul. O sabun da ‘penzihar gibi’ çok dikkatli sadece çamaşır zamanı kullanılırdı.
 
Bu nedenle o yıllar ölümler verem tifüsten oluyor; herkes bitle kendine göre mücadele ediyordu
 
O köyde de muhtar bitten mücadele için köycek aynı gün çamaşır yıkanıp temizlenmeyi çare olarak düşünmüştü. Buna göre her hafta bütün kadınlar aynı gün köy meydanında taşlardan yapılan ocağa koydukları kazanlarda çamaşırları birlikte kaynatırdı
 
Bu çareyi uygun gören kadınlar çamaşır günü ‘yaz kış fark etmez’ koca çınarın dibinde çamaşırlık denen gürül gürül yanan ocağın üzerinde ‘hiç kalkmadan duran ve içinde su kaynatılan’ bir kocaman iki orta boy kazanın etrafında çamaşır günü toplaşır kazanlardaki suyla çamaşır yıkardı.
 
Kazanların hemen yanında ‘kimin nereden nasıl getirdiğini kimsenin bilmediği’ irili ufaklı mermer bloglar vardı. O mermer blogların üzerinde kadınlar kazanda kaynattıkları çamaşırların beyazlarını sabuna sürter sonra tokuçlardı. Bu nedenle mermer bloklara dayalı meşe ağacından yapılmış üç dört tokuç vardı.
 
Kazanların altını her çamaşır günü sırayla bir aileden bir veya iki kadın yakardı. Ocağı yakan kadın veya kadınlar aynı zamanda yandaki dereden taşıdıkları suyla kazanları doldururdu.
 
Bugün aynı amaçla kır bekçisi Çolak Rıza ve karısı Zehra birlikte erkenden kalkmış; kazanların altına attıkları meşe kökleriyle ocağı ateşlemiş; yandaki dereden bakırla taşıdıkları sularla kazanları doldurmaya başlamışlardı. (devam edecek)
 
 
 
 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..