Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Eylül '15

 
Kategori
Öykü
 

Millet Mekteplerinden Köy Enstitülerine---Ötekilerin hikayesi (ikinci bölüm)

Millet Mekteplerinden Köy Enstitülerine---Ötekilerin hikayesi (ikinci bölüm)
 

o çocuklar


Aslında kazan doldurma işi kadınların işiydi. Kadınlar tek başına zorlanırsa ya kızını; ya da gelin vb. akraba kadını yanında getirirdi. Ama Zehra kambur ufak tefek bir kadındı. Köyde kocasından başka bir tek kocamış babası ve küçük iki çocuğu vardı. Çelimsiz ve kambur olunca yalnız başına kazanları doldurmaya gücü yetmediği için köy bekçisi olan kocası her çamaşır günü kazanın altını yakma ve kazanları doldurma işinde ona yardım ederdi.
 
Köyün kadınları kaç kere Zehra kadına “gız bize habar ed. Biz sene yardım ederiz” dese de Rıza karısına hem kıyamaz, hem de onu onun bunun acımasına tahammül edemez karısından önce “sağolun biz ikimiz birbirimizi tamamleyoz. Biz kendi işimizi kendimiz görürüz” derdi.
 
Gerçekten ikisi çok uyumlu ve birbirini tamamlıyordu. Çünkü Zehra kambur Rıza’nın da bir kolu çolaktı. Gerçi çok pratik olduğu için ilk gören anlamazdı; ama sonra onun sağ kolunun bileğin hemen üstünden kopuk olduğunu fark ederdi.
 
Köyden Çanakkale savaşına katılanlardan sağ olarak köye yalnız o dönebilmişti. Sağ dönmüştü; ama şarapnelin uçurduğu sağ elini Conkbayır’ın çukurunda bırakıp dönmüştü.
 
O sırada yaşadıklarını çok anlatmazdı. İlk geldiğinde Goca Hamza’ya ne anlattıysa herkes yalnız onu bilirdi. Köylülerden yaşı büyük olanlar “yaa! Rıza” veya kendinden küçük olanlar “yaa! Rıza dayı; bu iş nasıl oldu?” diye sorsa Rıza hemen ciddileşir “arkıdeş. Orda o gadar arkıdeş şehit olup duruken benim bi golun ne mühümü var? Oldu işde” der susardı.
 
Onun bu huyunu iyice öğrenen köylü daha ona bir şey sormaz olmuştu. Kışın özellikle komşu köyden gelen olur veya yukarıdaki ağıllarda onlardan biriyle karşılaşırlarsa ve ‘Rıza’dan laf açıldı mı?’ sanki hepsi de oturmuş Rıza’ya olan biteni anlattırmış gibi onun Goca Hamza’ya anlattıklarını naklederlerdi.
 
Rıza köye döndüğü sırada köyde yaşlı birkaç kişiyle birlikte hepsinden kocamış Goca Hamza, çocuklar ve kadın, kız kalmıştı. Zaten köyün hepi topu elli ellibeş haneydi. Osmanlı’nın seferlerine gide gele köyde erkek kalmamıştı. Askerden kaçan üç beş kişi de dağlardaki eşkıyaya katılmış ve köye uğramamıştı.
 
Savaşa gidenlerin şehit haberleri eşkıyaya katılanların çatışmalarda öldüğü haberi gele gele herkesin gidenin geri döneceğinden umudunu kestiği sıra Rıza çıkıp gelmişti.
 
O sıra Goca Hamza karşılamış onu. Kimi kimsesi olmadığı için de yanında misafir etmişti. İşte o sıra Rıza ona Çanakkale’de nasıl savaştıklarını, kolunun nasıl koptuğunu bir bir anlatmıştı. Goca Hamza da sonraki günlerde dam arkalarında bölük pörçük Rıza’dan dinlediklerini köylülere anlatmıştı.
 
Rıza’nın anlattığına göre Çanakkale’de çok çetin savaşlar olmuş. Dağı taşı ölen şehitlerin ve düşman askerinin ölüleri kaplamış. Öyle ki her iki taraf arada bir savaşa ara verip ölülerini toplayıp gömermiş.
 
İşte o çatışmaların en civcivli zamanında bizim asker İngiliz’e karşı taarruza kalkmış. Taarruz dediysek düşman iki adım ötede. Az hızlı koşsan düşmanla kafa kafaya çarpışacaksın. O kadar yakınmış düşman yani. İşte o yakındaki düşmana hücuma kalkınca Rıza’nın anlattığına göre bir anda ayakları yerden kesilmiş. Bütün aklında kalan buymuş. Gözünü bir sahra hastanesinde açmış. Ona bakan doktor binbaşı “oğlum şansın varmış. O kadar çok kaybettin ki! Ben ‘bu da kesin şehit oldu’ demiştim. Ama dayandın aferin” demiş.
 
Binbaşı öyle övünce Rıza’nın içi ‘biçeşit’ ağlamaklı olmuş; öpmek için komutanın eline sarılmış. İşte o zaman anlamış sağ kolunun sargıda olduğunu. Komutan çok üzgün “oğlum, seni kurtardık; ama elini kurtarmadık” demiş. Rıza o sıra “vatan sağolsun komutanım” dediğini hatırlıyormuş.
 
Binbaşı iki üç gün sonra gelip “seni yarın taburcu edeceğim. Memleketine dönersin” deyince Rıza “komutanım arkıdeşle noldu?” diye sormuş. İşte o zaman komutan ağlamaklı olmuş. Çünkü o taarruzdan yalnız Rıza ile bir kişi kurtulmuş. O da yarası ağır olduğu için orada ölmüş.  Gavur yanındaki öteki arkadaşların hepsini biçmiş.
 
Rıza’nın Goca Hamza’ya anlattığı bu kadarmış. Rıza böyle anlatınca Goca Hamza’nın gözüne yaş dolmuş. “Doksan üç harbi de öyle olduydu. İki dene gardeşim o harpde galdı. Dönüp gelen arkıdeşleri bene aynı senin dedin gibi gardeşlemi dediydi. Zaten ondan keri çok savaş oldu. Heç eyi habar gelmedi” demiş.
 
Bekçi Rıza onun söyledikleriyle meraklanıp “dede sen heç harbe gidin mi?” diye sormuş. Goca Hamza kafayı ‘ganırmış’ “gidmedim dedem. Ben ozmanla eşkiyaydım. Dağlada doleşiyodum”diye cevap verince bekçi Rıza çok şaşırmış tabi.
 
Orada üstüne düşürüp de ‘nerede eşkiyalık yaptın?’ diye soramamış.
 
Taa ki! Yunan Buldan’a dayandığı sırada ‘Yunan’dan korkan köylüye’ Goca Hamza’nın “korkman… Daha ben ölmedim. Ben burdeyken Yunan bureye adımı bile atımaz” dediği zamanlarda Ardıçlıkta onunla nöbete yattığı sıralarda laf arasında sormuş Goca Hamza’ya.
 
Goca Hamza da neden askere gitmediğini ‘daha doğrusu askerden niye kaçtığını’ nerede kiminle eşkıyalık yaptığını ve iki kardeşinin 93 harbi denilen Rus savaşına gidişini ilk ve son kez o sırada anlatmış uzun uzun.
 
Yunan kaçıp gidip köy normal yaşama döndükten sonra Goca Hamza bunlardan bir daha hiç bahsetmemiş. Bekçi Rıza da bir daha bu konuları hiç açmadığı gibi onun anlattıklarını kimselere anlatmamış.
 
Yıllar geçip Goca Hamza göçtüğünde bekçi Rıza bu hikayenin kahramanı oğluna ondan bahsederken onun o sıra anlattıklarını anlatmış ve ‘Osmanlı’nın yıkılışı o sıralar başlamış oğul. Cumhuriyet son nokdayı goydu” demişti.
 
Neyse ileride tekrar döneceğiz buraya.
 
Rıza’yı anlatıyordum…
 
Rıza köye döndüğünde bir süre Goca Hamza’nın yanında kalmış. O sıra köylü ona ‘Çanakkale’de şehit kalan’ köylülerinin hatırası olarak çok sahiplenmiş. İlk geldiğinde henüz gücü kuvveti yokmuş. Köye geldikten kendini toplamış yavaş yavaş.
 
O sıra cumhuriyet ilan edilmiş. Kasabanın kaymakamı kurtuluş savaşına katılan ve orada onbaşı olan Ali onbaşıyı köye muhtar yapmış. O da Goca Hamza’nın sözüyle Rıza’yı yanına bekçi almıştı. Yine o sıra Goca Hamza Rıza’ya “sene bu gızı alam” deyi çok ısrarcı olup; köylüler de ona katılınca Rıza’yı Kör Emin’in kambur kızı Zehra ile evlendirmişler. Köylüler ‘köycek’ el ele verip evini döşemişti. O sıra bekçilik yaptığı için evlendikten sonra da köylünün muhtarlığa ödediği haktan ‘paydan’ aldığı ücretiyle geçinip gidiyordu.
 
Zehra da ufak tefek ve kambur kadındı; ama tatlı dili ve hamaratlığıyla Rıza’ya kendini çok sevdirmişti. Rıza’nın da babayiğit merhametli kişiliği Zehra’nın ona aşık olmasına yetmiş; bu şekilde köy yerlerinde pek bilinmeyen sevgiyle kendi aralarında dayanışarak birbirinin eksiliğini tamamlayarak çok mutlu yaşıyorlardı.
 
Zehra ufak tefek haline bakmadan peş peşe bir oğlan, bir de kız doğurmuştu. Herhalde kendi anasız büyüdüğü için olacak çocuklarını bir panter, bir şahin gibi sahiplenir; onları gözünden bile kıskanırdı. Nereye gitse onları da mutlaka yanında taşırdı.
 
Şimdi de kocasıyla kazanları doldururken Goca Hamza’ya güvendiği için çocuklarını onun yanına bırakmış “dede çocuklarım sana emanet; aman göz kulak ol” diye de tembih etmekten geri durmamıştı.
 
Goca Hamza nedense bu kambur kızı ‘sanki’ kendi torunu, kızı bellemiş ve Rıza ile evlenmesine en çok o sevinmişti. Sanki Kambur kadının koruyucusu gibi gözü hep onun üzerindeydi. Şimdi de çocuklarını kendine emanet edince üzerine kapandığı kayadan doğrulmuş “tamam dedem sen bak işine; Hamza dedeleri onları gözü gibi bakar” demiş ve bitleri kovmak için çok sevdiği Güneşe sırtını vermeyi bir süre ertelemişti.
 
Gerçekten Goca Hamza yaz kış fark etmez, her çamaşır günü yıkanacak çamaşırlarını bohça yapıp getirir kazanların yanına bırakır ve çınarın altındaki kayalardan güneşe bakanına kapanıp sırtındaki bitlerin Güneş ışıklarından veya sabahın ayazından kaçıp gitmesiyle veya etrafında dolanan tavukların bitleri didiklemesiyle bitlerden arınmaya çalışırdı.
 
Çünkü bitten arınmak için en geçerli yol da çamaşırları kaynatmak veya Goca Hamza’nın yaptığı gibi açık havada Güneşe sırtını veya vücudunu sergileyerek bitin vücudu terk etmesi sağlamaktı.
 
Çamaşır temizliği için küllü su kullanılırdı. Tabi her odunun külünün gücü çamaşır yıkamaya veya biti öldürmeye yetmez. Bu konuda en güçlü kül meşe odununun külüdür. Bu köyler de hep dağ eteğine kurulu olduğu için meşe külü bol olur.
 
Kadınlar küllü suda çamaşırları yıkadıktan sonra artan küllü suyla kendilerini, çocukları ve kocaları yıkardı. Çamaşır günü çocukları kazanların hemen dibinde küllü suyla yıkayan kadınlar daha sonra kaplara doldurdukları küllü suyla ahırda kocalarını yıkar, daha sonra da artan küllü sularla kendileri yıkanırdı.
 
Küllü su vücudu bir süre bitten korusa da deriyi de çok gererdi. Ama insanları kısmen bitten arındırdığı için özellikle kadınlar küllü suya çok önem verirdi.
 
İşte bugün de kazanların altına meşe kökü yakılmıştı. Bugün kazanlara konan kül daha önceki haftalarda kazanların altına yakılan köklerin külüydü.
 
Yani köy dağ köyü olunca külden yana sıkıntıları yoktu. Ama kasabalarda ova köylerinde meşe kökü zor bulunduğundan kül sıkıntısı çekilirdi. Bunu bilen kimi kurnazlar dağ köylerinden neredeyse bedava aldıkları külleri kül sıkıntısı çekilen köylerde üzüm, yumurta gibi kıymetli ürünlerle değiştirirdi.
 
Bugün Çamdibi’nde sabah sabah Bekçi Rıza ve karısı kambur Zehra’nın telaşı yukarıda yazdığım nedenlerdendi.
 
Goca Hamza bütün köyün dedesi olduğu için her kadın onu kendi babası veya dedesi sayar; çamaşır günü kazanın yanına koyduğu kirli çamaşır çıkınını hiç tiksinmeden alır onu da yıkardı.
 
Zehra kadın kazan dolmak üzereyken birden Goca Hamza’nın çamaşırlarını hatırladı. Çocuklarını emanet ettiği ve kendine hep dedesi gibi gelen Goca Hamza’nın çamaşırını bir başka kadın alır yıkar da ayıp olur düşüncesinin telaşıyla “eyvah” deyip kazanların hemen ilerisindeki çamaşır çıkınının yanına gitti oradan Goca Hamza’ya “Hamza dede senin çıkın bu değil mi?” diye sordu.
 
O sıra Zehra kadının çocuklarına masal anlatan Goca Hamza Zehra kadının sorusuna “benim güzel torunum. O çıkın benim” diye cevap verdi.
 
Karısının “eyvah!” deyip telaşlandığını gören bekçi Rıza sağlam elinde tuttuğu bakırı telaşla yere bırakıp karısına “ne var?” diye soracağı sırada onun Goca Hamza’nın çamaşırını yıkamak için telaşlandığını görünce “ilahi kadın. Çocuk gibisin” dese de karısının Hamza dedenin çamaşırını yıkama gayretinden çok memnundu.
 
O sıra karısıyla oraya gelen muhtar Zehra kadının telaşlı halini görüp ve Rıza’nın mırıldanışını duyunca karısına “bunla birbirine emme yakışdı ha” demekten kendini alamadı.
 
Zehra kadın da muhtarın ve muhtarın karısının kendine bakıp; onunla ilgili bir şeyler konuştuğunu fark edince utandı; onlar bir şey demeden telaşını “şey! Hamza dedemin çamaşırını ben yıkayen deyi öyle şey eddiydim” diye açıklamaya çalışıyordu.
 
Bekçi Rıza karısının bu açıklamasından memnun olsa da; kızmış gibi yapıp “eyi Zehra da. Bunu bu gadar tavetirlendirecek ne var?” diye karısına çıkışınca Zehra’nın niye öyle yaptığını anlayan muhtarın karısı “bırak Irza dayı. Laf söyleme Zehra bacıya. O Hamza dedeye çocuklana bakıve deyi bırakınca; dedenin çamaşırlana benim yıkımam lazım deyi öyle şey edmiş. Yanim bi başkası dedenin çamaşılana yıkayınca öte garılan ‘garı çocuğunu bakdırmayı biliyo da; adamın çamaşırlana yıkamaya gelince o deyillikden oluveyo’ demesinle deyi öyle şey edmişdir. Sen bilmezsin Zehra’nın ne arlı oldunu” dedi.
 
Bekçi Rıza muhtarın karısının açıklaması ve “sen bilmezsin Zehra’nın ne arlı oldunu?” dediğini duyunca karısına sevisi bir fazla akmış; içinden “iyi ki Zehra’yı almışım. Hakkadden çok hakikatlı çıktı” diye söyleniyordu. O sevgiyle muhtarın karısına “bilmemin yenge. Onu benim yanımdaki gıymatı gadar kimin var ya?” dediği sırada muhtar bekçisinin mahcup olduğunu gördü; karısına “emme lom laflısın ha” diye çıkıştı.
 
Muhtarın karısı köyün cazgır karılarından halasına çekmişti; muhtarın dediği gibi biraz ‘lom laflıydı. Onun için ‘hiç altta kalır mı?’ “Nolmuş? Zehrayla ben barabar böyüdük. Elbet ben onu gocasından eyi tanırın. Benim demem ‘Irza dayı garın gıymatını bil. O heç yanlış iş yapmaz’ deyi anlatmakdı” diye açıklama yaptı.
 
Hem muhtar hem bekçi Rıza kadınlara dalaşmanın iyi bir şey olmadığını biliyordu. Muhtarın “hadi Rıza dayı gidem burdan. Bunlan eline düşesek valla bizi Goca Hamza bile gurtaramaz” demesi işe yaramıştı.
 
Muhtarın karısı “aboov! Bunlara da heç yaranılmıyo” diye gülerken etraftan diğer kadınlar da ellerinde çamaşır çıkınlarıyla gözükmüştü.
 
Muhtar ve Rıza birlikte çınarın dibinde Rıza’nın çocuklarına ebelik yapan Goca Hamza’nın yanından geçip köy odasına yöneldiler.
 
Az sonra köyün bütün kadınları yetişkin kızları çamaşırlığa dolmuş kendi aralarında kikirdeyerek şakalaşmaya başlamıştı.
 
Hiç biri Goca Hamza’yı erkekten saymadığı için çok rahat şakalaşıyordu. Hem zaten Hamza dedeyi erkekten saysalar ne olacak? Yıllar Hamza dedenin kulaklarının işitmesini çok köreltmişti. O sesleri ancak yanında bağırırlarsa anlayabiliyordu. Yoksa onun için sesler olağan gürültü gibi; hiç anlaşılmıyordu.
 
Neyse her çamaşırda olduğu gibi bu çamaşır günü de böyle başlamıştı. O sıra Zehra’nın oğlu yanında kız kardeşi muhtarın karısının ikiye bölerek verdiği içinde yumurta olan yufkayı yemeye çalışırken Goca Hamza da muhtarın karısının onun için yaptığı dürümü dişsiz kocaman ağzının içinde döndüre döndüre yemeye çalışıyordu.
 
İlerde köy odasının önünde bir hareketlenme vardı.
 
Muhtar bekçi Rıza’nın hazırladığı atına binmiş Rıza’ya “varen ben Kasabaya giden. Öğlenden sonra kaymakamın orda toplantı var. Hökümetin yeni emirleri varımış. Onları öğrenen gelen” deyip atını kasabaya doğru sürdü.
 
İlerden muhtarın atına binip gittiğini gören köylülerden meraklı olanlar bekçi Rıza’nın yanına gelip muhtarın nereye gittiğini sordular.
 
Bekçi Rıza önemli bir sır sahibiymiş gibi “bilmen; muhtar gelince söyler zaar” dedi. Soran köylü onun bu sözlerine kızmıştı; ama bir şey söylemeden ilerde yıkıntının dibine çönmüş köylülerin yanına döndü.
 
Onlara Rıza’nın söylediklerini söyledi. Kimisi bekçiye kızarken, kimisi ‘mesuliyet sahabı adam böyle davranır” diye bekçiye hak verdi; ama hiç kimse Rıza için ileri geri konuşmadı. Çünkü köyden Çanakkale savaşına giden ve şehit olup orada kalan yedi köylünün tek şahidi ve silah arkadaşıydı o.
 
Ayrıca Yunan Buldan’a dayanınca hem Çamdibi’ni hem de diğer köyler paniğe kapılmıştı. Goca Hamza ile birlikte köylülere cesaret vererek onların korkudan sinmesinin önüne geçmese koca ova halkı kaçıp gidecekti bir yerlere. Bu nedenle bekçi Rıza bir kolu çolak olsa ve çok fakir biri olsa da hem bu köyde hem çevre köylerde hatta kasabada bile çok sevilen ‘babayiğit bir kişi olarak bilinen’ biriydi.
 
Hikaye ilerledikçe Bekçi Rıza’yı ve Goca Hamza’yı tanıdıkça siz de köylülere hak vereceksiniz.
 
Neyse muhtarlığın eski binasının yıkıntısı dibine toplanan köyün erkekleri sabırla karılarının çamaşırları yıkayıp bitirmesini; sıranın kendilerinin yıkanmasına gelmesini beklemeye başladı.
 
Bu sırada bir kısmı kendi aralarında taş kaydırma denen ‘genelde gençlerin ve çocukların oynadığı’ oyunu oynarken; bir kısmı da kasaba pazarına giden bir köylünün kahvede duyduğu haberleri anlatmasını dinliyordu.
 
Diğer kadınlar da ‘evde bıraktıkları çocuklar sökün edince’ çocuklarını Hamza dedeye havale etmişti. O sıra Hamza dede etrafına toplanan çocuklara onlara her zaman anlattığı masallarını anlatıyordu. Öyle güzel masal anlatıyordu ve sesi o kadar gür çıkıyordu ki; çamaşır yıkayan kadınlar bile konuşmayı kesmiş kulaklarını Hamza dedeye çevirmişti.
 
Goca Hamza’nın en sevilen masalları arasında Hz.Ali’nin Hayber Kalesi cengi, Kan kalesi, battal Gazi, bir de Tozlu bey masalı vardı. Goca Hamza masalları her defasında değiştirerek anlattığı için onun masalını önceden dinleseler de her seferinde hiç bıkmadan dinliyorlardı.
 
Goca Hamza masalını anlata koysun; bu sırada atın üzerinde kasabaya doğru giden muhtarın kafasında “hökümetin emirleri ne acaba?” sorusu vardı. Çünkü cumhuriyet kurulduktan sonra hükümet sürekli yeni emirler yayınlıyordu.
 
Şapka kanunu bile böyle bir emirle köylere muhtarlar vasıtasıyla duyurulmuştu. Onun için muhtarların kasabalarda kaymakamla yapacakları toplantıya, kaymakamların vilayette valilerle yapılacak toplantıya giderken benzer merak içinde olması olağandı.
 
Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana birçok alışkanlıklar terk edilmiş, emirle toplumda yeni alışkanlıklar kazandırılmaya çalışılıyordu. Bu durum zaman zaman sıkıntı yaratsa; emirlere kimi itirazlar yükselse de değişim heyecanı genelde emirlere uyumu kolaylaştırıyordu.
 
Örneğin şapka kanunu çıkınca halk şapka edinmek için seferber olmuş; şehir ve kasabalarda şapka üretimi ve ticareti yeni iş sahası oluşturmuş; giyilen şapkalara alışıncaya kadar epey latife konusu olmuştu. Ama herkes bu değişiklikleri kolay kabul etmiyordu tabi. Eskinin devamından yana olan; saltanatın, özellikle hilafetin kaldırılmasına tepkili hacı hoca takımı şapka için de “gavur icadı” diye çok tepki göstermiş; ama sonunda mecbur kabul etmişlerdi. Çünkü kabul etmeyen veya sesli itiraz edenlerin hiç gözünün yaşına bakılmıyordu.
 
Ancak Çamdibi köyünde bunlar hiç sorunsuz kabul ediliyordu. Bunda muhtarın Kurtuluş Savaşına katılıp onbaşı olması, bekçi Rıza’nın Çanakkale savaşında adını çok duyduğu Kemal paşaya bağlılığı ve en çok da Goca Hamza’nın davranışları etkili oluyordu.
 
Goca Hamza ne kadar kocamış olsa da; yeri geldi mi “bene bakın adamın kafasını gızdırman bak” dediği zaman köylüler ondan hep çekinirdi. Çünkü herkes kulaktan kulağa onun namlı eşkıyalardan olduğunu; bir zamanlar yaylaya çıkan köylüsüne baskın yapan eşkıyadan intikam almak için dağa çıktığını duymuştu. Ama kaç kere sordularsa bu konuda Goca Hamza’nın ağzından laf alamamışlardı.
 
Ayrıca Goca Hamza Yunan Buldan’a inince paniğe kapılan kendi köylülerini ve civar köylerini teskin edip güven vermiş; o sıra yanına aldığı bekçi Rıza ve ova köylerinden biraz işe yarayacakları toplayıp günlerce Yunan’ın gelirse geçeceği yer olarak Ardıçlıkta nöbet tutmuştu. Onun bu davranışı ona kendi köyünde ve çevre köylerde; hatta kasabada bile çok saygınlık kazandırmıştı.
 
Muhtar aklında çeşitli düşüncelerle kasaba yolunda giderken köyde köy odasının ilerisindeki düzlükte taş kaydırma oyunu oynayanlar kendilerini oyuna öyle kaptırmıştı ki; onların şamatasını duyan muhtarın karısı çamaşırlıktan koşup geldi. Baktı adamlar taş kaydırma oyununun şamatasında. “Hay Allah müstahkınızı versin” deyip dönerken gözü bekçi Rıza’ya takıldı.
 
Bekçi Rıza dibeğin üstüne çömelmiş öylesine dalıp gitmişti. Muhtarın karısı ona laf atacaktı vazgeçti. ‘Kim bilir garibin aklından neler geçiyor’ deyip çamaşırlığa döndü.
 
Rıza ne köylülerin oyun gürültüsünden ne de muhtarın karısının gelip gittiğinden haberi yoktu. Aklında kasabadan köylere çıkarılan tellalların köye gelip askerliği gelenleri seferberlik için ‘silahaltına alma’ çağrısı vardı.
 
Osmanlının on sekizinci yüzyılın ortalarında başlayan ve giderek artan savaşları sonucu köylerde hep bir telaş vardı. Askerliği gelenler hep tedirginlik içinde toplanıyor. Çoğu kişi çocuğunu askere göndermek istemiyor; ihtiyatlar da askere gitmemek için bin türlü hileye başvuruyordu. Bu nedenle dağlarda kum gibi asker kaçağı kaynıyordu. Eşkıyalık yol kesme olayları çok artmıştı.
 
O gün 1 nci muhtar olan topalın Hasan köyde askerliği gelen gençleri dibeğin önünde toplamıştı. Toplananlar Rıza dahil sekiz kişiydi. Köylüler onları uğurlamak için toplanmıştı. O sıra özellikle analar çok telaşlı ve üzgündü. Herkesin anası babası oradaydı;  Rıza’yı uğurlamaya gelen yoktu. Çünkü anası onu doğururken vefat etmişti. Babası da o beş yaşına geldiğinde ‘ince hastalık denen’ veremden ölmüş; onu ninesi büyütmüş; ancak ninesi o on üç yaşına geldiğinde vefat etmişti. Onun köyde yakını olarak yalnızca üvey amcasının çocukları vardı. Onlarla da araları yoktu. Yani Rıza askere gitmek için meydana geldiğinde köyün en garibiydi.
 
O sıra onu uğurlamak için yanında yalnız Goca Hamza vardı. Onun köyde sağ hiç yakını kalmadığını bilen ve Rıza’yı oğlu torunu gibi bellemiş olan Goca Hamza o sıra sağ olan Zehra kadının anasına onun için yolluk katmer, börek falan yaptırıp getirmiş; böylece Rıza’nın kendini yapayalnız hissetmemesini sağlamıştı.
 
Şimdi dibeğin üzerine çömelmş bunları aklından geçiren Rıza’nın aklına Goca Hamza’nın asker dönüşü onun Zehra kadını alması için ısrarlı oluşu ve askere gitmeden önce Zehra’nın özellikle anasına akrabasıymış davranışı aklına geldi.
 
Ne zamandır Goca Hamza’ya “Hamza dede senin Zehra ile bir yakınlığın var mı?” diye sormayı aklına koymuş; ama bir türlü denk getirip de soramamıştı. Aynı soru şimdi yine aklına takılmıştı. Denk getirip Goca Hamza’ya bunu sormaya karar verdi. Yalnız münasip bir şekilde sorması gerekiyordu. Çünkü Hamza dede nedense kendiyle ilgili konuşmayı sevmiyordu. Kendiyle ilgili yalnızca Rıza’nın ona askerlik anılarını anlattığı sırada sorduğu zaman söyledikleri vardı.
 
O gün ‘niye askere gitmediğini; niçin dağa çıktığını; o sıra dağda yaşadıklarını ve yıllar sonra yeninden köye dönüşünü’ anlatmıştı uzun uzun. Ona “ben köye döndüğüm zaman sen oğlun kadar anca vardın” demişti.
 
Bunlar aklına gelince oğlu aklına geldi; içine bir güven duygusu kapladı. “Kerata adamın hası olacak” diye mırıldandı. O sıra yanına gelen kayın pederi Kör Emin “kim kerata damat?” deyince irkildi. “heç buba öylesine söyledim” dedi.
 
Kör Emin ilk Yemen’e gidenlerden… Orada topçu olan Kör Emin’nin ateşlediği topun geri tepmesi sonucu barut iki gözünü de yalamış. O günden beri etrafı ‘alacakaranlık’ aydınlığında ‘iyi kötü seçebiliyordu’ Şimdi de eliyle önünü yoklayarak yanaştığı damadının kendi kedine söylediklerini merak etmişti.
 
Çünkü hayatta yakını olarak tek kızı vardı. Onu da Rıza’ya vermişti. Rıza da ‘kambur ambur’ dememiş iyi sahiplenmişti kızını. Bu nedenle Rıza’yı oğlu kadar kendine yakın görüyordu.  
 
Duvarın dibindekiler “Emin gıga senin damadın bir tasası var her hal; baksana dibeğe dayanmış; bit dutmuş tavık gibi düşünüyo” deyince ‘elinden bir şey gelmese de’ damadın ‘bir tasası varsa; belki çare olurum’ diye düşünüp gelmişti yanına.
 
Rıza kayınpederinin bu samimi davranışına duygulanmıştı. Kayınpederinin önünü seçmek için uzattığı elini tutup “şöyle gel buba. Yorulmuşsun; otur diben üstüne” dedi.
 
Kör Emin damadının yardımıyla oturduğu dibeği eliyle yoklayıp “ne günlemiz geçti bu diben yanında? Gençlimizde burda az keşkek dövmedik” derken geçmişinin özlemi içindeydi. Onu ilerden duyan Savruk Kazım yanlarına gelirken “ne o goca kör? Gençlin mi geldi aklına?” diye söylendi.
 
Kör Emin olsun, Savruk Kazım olsun, Topal’ın Hasan olsun, Mırrık Hüseyin olsun köyde hepsi on on iki kişi olan ve köyün yaşlıları sayılanlar Osmanlı’nın savaş gazileriydi. Bunlardan ayrı otuza yakın kişi de değişik savaşlardan dönememişti. Onların kimisi şehit olmuş, kimisi de asker kaçağı olarak dağdaki eşkıyalara katılmıştı.
 
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı buralarda yönetim zafiyeti eşkıyanın artışına neden olmuştu. Öyle ki; özellikle yaylaya çıkan köylülere rahat huzur yoktu. Ayrıca şehre hayvan veya mal götürüp satmak da meseleydi. Çünkü gidişte veya dönüşte mutlaka yolları kesiliyordu. İşte bu yol kesen eşkıyaların çoğu asker kaçağıydı.
 
Bu nedenle köyler çok tedirgindi; ama eşkıya korkusu köylüler arasında bir dayanışma oluşturmuştu. Köy dışında uzak bir yere giderken genellikle gündüz topluca gidip geliyorlardı. Ancak boş zamanlarda gidecek yer olmadığından bu köydeki köylüler ya bu dibeğin etrafında; ya da koca ardıcın oradaki meydanda toplaşırdı.
 
Eskiden köylerde dirlik düzenlik varken; özellikle bayramlarda ve düğünde bütün köylüler kadın erkek buralarda toplanır; koca ardıca kurulan salıncakta kızlar ve erkekler ayrı ayrı gurup oluşturur salıncak binerdi. Ayrıca düğünde köyün gençleri bu dibeğin yanında gece yaktıkları ateşin etrafında oyun çıkarır bütün köylüler o oyunu seyrederdi. Özellikle bayramlarda bayramlıklarını giyen kızlar ve delikanlılar oralarda evlenecekleri kızı seçer veya yavuklusu olanlar karşıdan karşıya ‘kikirdeyerek’ birbirine name yapardı.
 
Caminin hemen önünde duran mermer musalla taşını ilerideki höyükten öküzlere çektirilerek getirmişlerdi. Ölenin cenazesi oradan kaldırılırdı. Cami köy odasının hemen yanındaydı.
 
Yani köylülerin hepsi bir yerde kederde, kıvançta kader birliği içindeydi. Ölüsüyle dirisiyle ne yaşamışlarsa hep birlikte buralarda yaşamışlardı. Kör Emin’in dediği gibi bu dibek de onların köy yaşamlarındaki gençlik günlerinin tek şahidi gibiydi. O günleri, gençliklerini geçirdikleri “henk” günlerini şimdi anarken içleri buruktu hepsinin. Çünkü çocukluklarını, gençliklerini birlikte yaşadıkları birlikte ‘henk’ ettikleri birçok arkadaşlarının ‘imi timi’ kayıp mezarları bile yoktu.
 
Köy yaşamını yaşamayanlar bilmez. Televizyonun, sinemanın, radyonun olmadığı, gazetenin bilinmediği o eski zamanda kurulan dostlukları ‘şimdi birçok insana ilkel gelen; ama o yıllarda büyük keyif veren’ sosyal yaşamın insanı saran sıcaklığını kelimelerle anlatmak çok zordur.
 
Onların kendi aralarında konuşurken “ne var ne yok?” diye soran “dert etme geçer” diye teselli eden veya “ne günledi be!” diye geçmişe özlem belirten o kısa cümlelerin içine sıkışmış öylesine öyküler vardır ki!
 
İşte Savruk Kazım’ın “ne o goca kör? Gençlin mi geldi aklına?” soruları da hem bir soru hem de Savruk Kazım’ın Kör Emin gibi gençlikte yaşadıklarına göndermelerinin özetiydi.
 
Hani hep ‘Kadim Anadolu tarihinin kültürü’ veya kısaca ‘Anadolu’nun kültürü’ diye ifade etmeye çalıştığımız kültürel doku var ya. Öykülerinde, masallarında, destanlarında, folklorunda yaşayan, yaşatılmaya çalışılan Anadolu’nun sosyal ve kültürel yapısını olarak ifade edilen süreç. Halklar o süreçleri yaşarken kendilerini ve destanlarını kısa, kelime fakiri; ama özlü ifadelerle anlatmayı çok iyi becermişlerdir. Bu nedenle bizim sosyal yapımızda kelime ve vücut ifadesi iç içe geçmiş ve bu şekilde çok zengin bir ifade dili ortaya çıkmıştır.
 
Tıpkı Savruk Kazım’ın “ne o goca kör? Gençlini mi hatırladın?” sorusuna Kör Eminin elini sallarken “Ne günlerdi onlar değil mi Savruk? Hep birlik neler yaşamıştık değil mi?” demek istediği ve karşısındakinin tam böyle anladığı gibi.
 
 
 
 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..