Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Şubat '20

 
Kategori
Öykü
 

Mutlak Sessizlik 2099

Yarın Dünya öykü günü.. Bir öykücü olarak bu günü boş geçmek olmaz. Yeni bir öykümle bu anlamlı günü selamlamak istiyorum...

.............

“Deniz işte şuradan başlıyordu” diyor rehber. Önlerinde uzanan uçsuz bucaksız bir boşluk. Hafif çukur.Çerçöp dolu. ”Marmara Denizi” Defalarca baktı haritaya, eski fotoğraflara. Gerçeğini görmek ise sarsıcı. İşte şu sol taraf Kadıköy olmalı.Ve şurası..”İlerde gördüğünüz ilk tepe Burgazada.”

            “Denizlerin etrafı nicedir dikenli tellerle çevrili. Hastalık saçan bu sulara ayak sokmak bile yasaktı. Silahlı askerlerin 24 saat nöbet tuttuğu kıyılara girmek mümkün olmasa da korkusuz Juliette bir yolunu bulurdu.”

            “Zor bir mesleği vardı. Yorgun argın eve gelip, daha tam anlamıyla dinlenmeden tekrar 23 kat inecek, şu kahrolası radyasyonun etkisinden korunmaya çalışarak şifahanenin yolunu tutacaktı. 45-50 yıldır radyasyon yüzünden hiç kimse, üzerinde sodyum pentaborattan üretilmiş tulum olmadan sokağa çıkamıyordu. 

………………                  

            İstanbul’un geçmişi olduğu kadar geleceği de bizimdir.  Artık kadim çağlara kadar uzanan serüveni yanında, yakın ve uzak geleceği üzerinde de kafa yormalı ve O’nun ışıltılı olacağına inandığımız istikbali için hikâyeler, şiirler ve hatta romanlar yazmalıyız. Yukarıda bu amaçla yazılmış üç distopik (kötümser)  hikâyeden alıntılar yanında, yüzyılımızın sonlarını anlatan nispeten ütopik (iyimser)  bir panaroma sunalım dedik. 

 *  *  *           

 Yeni Maslak’taki Kardelen Gökkule’nin 105. katında oturan Demir Bey Ailesi son model ses izolasyonu sayesinde gürültüden hiç rahatsız olmasa da, görüntü kirliliğinden son derece mustariplerdi. Bu kadar yükseklikte meleklerden başka kimse görmez diye perde kullanmıyorlardı. İlk zamanlar ara-sıra geçen hava araçlarının ışıkları çok rahatsız etmese de, son zamanlarda oldukça yakından geçirilen hava otoyolu ( Uçan otolara ayrılan sınırları belirlenmiş hava yolu şeridi) adeta canlarından bezdirmişti.  Özellikle geceleri binlerce uçan otonun saçtığı renk renk ışıklar karanlığı tuhaf bir renk karmaşasına boğuyor, kalın pencere camlarından içeri sızarak gözlerini rahatsız ediyordu.

            Gerçi akıllı camların hafızasına yüklü bilmem kaç çeşit cam filmi programıyla bunu şıp diye kesebilirlerdi ama onlar her zaman dededen kalma renksiz cam yanlısı olmuşlardı. Bu yüzden adı geçen programı aktif etmemişlerdi. Yalnızca tüm bu fenomen durum içinde uyku moduna geçmeden yatak odası camlarını karartmakla yetiniyorlardı. Aslında Demir Bey tonla Türkoin ( Kağıt para çoktan tarihe karışmıştı. Türkiye’de artık yerli sayısal para birimi olan Türkoin kullanılıyordu) ödediği 200 m.karelik bu daireyi satıp, şöyle sessiz, yeşille kucak kucağa bir yere taşınmayı düşlüyordu. Geçen hafta gezmeye gittikleri Hidiv Kasrı’nın hemen bitişiğindeki eski bir siteye hayran kalmıştı. Gündüzleri kuş sesleri, çocuk cıvıltıları, geceleri ağustos böceklerinden başka ses duyulmazdı. Öylesine dingin ve sessiz…Ancak satılık bir dairenin fiyatını sorduğunda dudakları uçuklamıştı. “Burası bir asırdır böyle” demişti emlâkçı. “ Ancak mültimilyonerler alabiliyor” Böylesi bir yere taşınmayı hep aklının bir köşesinde saklı tutmakla birlikte şimdilik yüksek fiyatlar nedeniyle ertelemişti.

            Zamanla giderek artan bu ışık kirliğine alışmakla birlikte ortaya çıkan yeni bir gelişme canlarına tak demeye başladı. Şöyle ki, tüm bu ışık cümbüşü yetmezmiş gibi eski bir adet olan düğün konvoyları gökyüzüne de taşınmıştı.                                        

            Onlarca araçtan oluşan bu konvoylar, mahsus çoğaltılıp, binbir şekle büründürülen ışık flaşlarıyla ortalığı birbirine katıyorlardı. Rüzgârın olmadığı bir havada pencereyi açtığında oluşturdukları gürültünün ne denli çekilmez olduğunu anlamıştı. Hatta bazıları araçların pencerelerine oturmuş, ellerindeki bayrakları sallaya sallaya seyahat ediyorlardı. O hızda savrulup, yüzlerce metre yüksekten aşağı çakılmak akıllarına bile gelmiyordu. Hatta araçlardan havaya işaret fişeği atanları bile görmüştü. Peki hava otoyolları böylesine dingonun ahırı olabilir miydi? Devlet ne diyordu bu işe? Gerçi tüm bu densizlikler, hele hava otoyolunda kesinlikle yasaktı ve mutlaka hapisle cezalandırılırdı ama dinleyen kim? Artık çok geçmişlerde kaldığı sanılan  “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” tehdidi hâlâ geçer akçeydi. Polis adamları yere inmeye zorlayıp gözaltına alıyordu ama genellikle ertesi gün serbest kalıyorlar ya da ağır bir para cezasıyla kurtulup evlerine dönüyorlardı. Yani caydırıcılık böylesine aşınınca, gökyüzündeki karmaşa azalacağına daha da artış göstermişti. Hava polislerinin birçoğu da bu denli muazzam iş yükü altında ezilirken bir de bu tür olumsuzluklarla muhatap olunca “Kanunsuzları” görmezden gelebiliyorlardı.

            İkinci bir gelişme de genelde geceleri yapılan bulut reklamcılığıydı. Yerden yansıtılan lazer ışınlarıyla yapılan bulut reklamcılığının aksine, bulutlarının içerisine gönderilen akıllı möleküler elemanlarla  yapılan bu bol renkli ve sesli reklamlar zaman zaman uykuları haram edecek kadar rahatsız edici oluyordu. Düşünün ki, gün boyunca bir robot gibi çalışmış – Gerçekten de insanlardan ayırt edilmesi artık çok zor olan androitlerle çalışmak oldukça yorucu oluyordu. Kahrolası makina adamlar hem çok zekiydiler hem de 7/24 çalışıyorlardı. Son zamanlarda robot sendikası kurulmuş diyorlar. İnsanlar gibi altı saat çalışma istiyorlar. İnşallah olur da biz de haksız rekabetten kurtuluruz – ve pelte gibi eve gelmişsiniz. Birşeyler yiyip, holovizyon – Tüm sanal dünyayı bir tiyatro sahnesi gibi üç boyutlu olarak karşınıza getiren seyir sistemi – seyrettikten sonra sabah erken kalkabilmek için gece yarısına doğru yatağa girmişsiniz. Birden odanın tüm camlarını ışığa boğan bir bulut reklamı: “Sihirli yörünge sizi çağırıyor. Uzay otelimizde bir hafta dünyaya bakışınızı değiştirecek “ Derken bir başkası daha…Hem yazı, hem de ışıkla…Göz alıcı, baştan çıkarıcı ama bir o kadar da uyku düşmanı..Biraz uyuyabilmek için tam izolasyona geçerek camları karartmaktan başka çaremiz yok. E, böyle zorlama bir uyku ile sabah yorgun argın kalkıp, elin bir sürü androitiyle başa çıkmak zorundasın. 

            *  *  *

            Demir Bey Kardelen Gökkule’nin bu tür yaşama şartlarına bir türlü alışamadı. Her gün ve gece gökyüzünü seyretmek yerine tam bir izolasyona geçerek dışarıdan gelen hiçbir şeyi görüp duymamayı, bunun yerine yapay bir sessizlik ya da binbir relax programından birini seçerek sanal bir dünyada yaşamayı, yani özetle teknolojik bir tabutun içinde kapalı kalmayı kabullenemedi. O, gerçek kuş seslerini, ağaçların hışırtısını, gün doğumlarının insana yaşama sevinci veren taze kokusunu duymak istiyordu. Sonunda eşini de ikna ederek Hidiv Kasrı’nın orda olmasa bile, şehrin merkezinden bir hayli uzakta ama ışık ve gürültü kirliliği olmayan, yeşille kucak kucağa bir eve taşındı. İşine oldukça uzak olmasına rağmen bir türlü alışamadığı hava otobüsüyle gidip geldi.

            Demir Bey emekli olduğunda bile hâlâ bu evde yaşıyordu. Ancak uzay araçları imalat mühendisi çıkan oğulları bunu bile az buldu. 22.Yüzyılın başlarında bir hayli revaçta olan Jupiter’in uydusu Ganimid kolonisine gitti. Koloni başkenti Ergenekon’dan bir hayli uzakta olan bir araştırma merkezinde çalışmaya başladı. Burası o denli sessizdi ki zaman zaman bağırıp çağırarak bu mutlak sessizliği biraz kırmak istiyorlardı.

  

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..