Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ekim '11

 
Kategori
Öykü
 

Ne ayıp

Ne ayıp
 

Ferman Küfürbaz Mahalle


Abbas, sokaktan geçen at arabasının gürültüsüyle uyandı, tahta tavandan sarkan örümcekle göz göze geldi, önce arabacıya, sonra da örümceğe sövdü.

Yanında yatan karısına dönüp bacaklarını okşamaya başladı. Uykusu bölünen Cavidan yaban kedisi gibi tıslayınca, o sevdadan vazgeçip kadın milletine sövdü.

Elini yüzünü yıkadı, pos bıyıklarını badem yağıyla parlattı, gür kaşlarını yukarıya doğru tarayıp, tükürüklediği parmaklarıyla şekillendirdi.

Yatak odasında giyinirken, güzel karısının pikeden dışarı taşan bacağına, mundar bir şey görmüş gibi bakıp yüzünü buruşturdu.

- Cavidan.

- Cavidan !

- Ne?

- Sen de karı mısın be.

- Sen adam mısın Abbas?

- Adamım ya neyin eksik?

Abbas kurduğu son cümleden sonra yaşadıkları gecekonduya göz atıp ekleme yaptı.

- Kapı gibi kocan var.

Cavidan yataktan doğrulup kocasına baktı sinirle;

- Bak kapı orada. Git de para kazan.

Dışarı çıkan Abbas, önce karısına sonra parayı icat edenlere sövdü. Nasibini almayan kalmasın diye düşünerek '' Benden sonra bu sokaktan geçecek olanların da...'' diye başlayan okkalı bir küfürü orta yere bırakıp gitti.

Dediklerine göre sabahın dokuzunda edilen bu küfür, ikindi vaktine kadar idare etmiş, yoldan gelip geçen mahalle halkı elinde olmadan ''Ben de senin'' diye mırıldanmış ama bunu niye yaptıklarını anlayan olmamıştı.

Küfür, Abbas için soluk alıp vermek gibiydi. Dilbilgisinden haberi yoktu ama, edebiyattan anlayanlar, onun kızdığı zaman, itina ile, tüm noktalama işareti gelecek yerlerde, tüm seslenme ünlemlerinde ve bir işe başlamadan önce ''Hade' dedikten sonra, sövdüğünü fısıltı halinde konuşmaktaydılar.

Gizli konuşuyorlardı çünkü ondan küfür yemek hayra alamet değildi. Daha bir ay önce '' Benim aha şu cevizi topla yirmi gayme vereyim'' diyerek elli metre ötedeki ağacı gösteren Tahir dedeye ''Senin ağacını da, vereceğin parayı da, seni de...'' diye başlayan öyle bir küfür etmişti ki, cevizde ne kadar kuş varsa o dakikada panikle havalanıp kaçışmıştı. Bu olay tüm kahvehane halkının önünde gerçeklemişti. Üç gün sonra da cevize sincap dadanmış ve ağaç gölgeden başka bir işe yaramaz olmuştu.

İmam Tanju, bu yola baş koymuştu, kararlıydı, Abbas'ın küfür etmesini bir yolunu bulup engelleyecekti. Onun olmadığı bir gün kahvedekilerle toplantı yaptı. O ince ama etkileyici ses tonuyla konuşmaya başladı

- Muhterem cemaat, camiye gelmiyorsunuz o yüzden konuyu burada açıyorum. Bu Abbas kardeşimizin derdine derman olalım, onu bu dertten kurtaralım. Biliyorsunuz geçen bayram yalvar yakar camiye getirdik. Mübarek adam daha abdest alır almaz sövdü. Yedi kez abdest aldı, yedisi de bozuldu ve neticede namazı kılamadı. Bu kardeşimiz hastadır. Onu iyi etmek bizim elimizdedir. Ben bu yola baş koydum. Abbas'ı bu ayıptan kurtaracağım, meseleyi inşaallah çözeceğim.

O günden sonra İmam Tanju ve Cavidan iş birliği yapmaya başlamışlardı. Okunmuş su içirmişler, okunmuş pirinçten yapılmış pilav içinde eşek dili yedirmişler, yastığa muska koymuşlar, çakal eriği reçeline haşlanmış horoz ibiği katıp kahvaltıda önüne koymuşlar ama bu illetten vaz geçirememişlerdi.

İşin kötü yanı Abbas , İmam Tanju ile Cavidan'ı bir kaç kere konuşurken görmüştü.

''Avradını bilmem ne yaptığımın imamı benim hatuna asılacak değil ya...'' diye düşündüyse de içine bir kurt düşmüştü.

İşin daha kötü yanıysa, Cavidan'ın Tanju'dan hoşlanmaya başlamasıydı.

Güzel ve cilveli bir hatundu. Bir kaç edalı bakış, imalı söz, bir kaç kaçamak dokunuş, farkında değilmiş gibi verilen frikikler derken, yılların kaytan bıyıklı müzmin bekarı imamın da bu kadar pası değerlendirmemesi mümkün değildi artık.

Maç öyle hızlı başlamıştı ki, Tanju aldığı her pasla gole gidiyor, adeta gol kralığına oynuyordu...

Abbas, ilk kez dört yaşındayken sövmüştü.

Yüzü hep asık olan annesine, tam da kendisini dövmek için bahçede peşinde koşarken ağır bir küfür etmişti. Tabi ki o zaman anlamını bilmiyordu, mahalleden duyup öğrendiği bir sözdü sadece ama annesinin o asık yüzü bir anda şaşkınlaşmış, gözleri buğulanmış ve olduğu yere çökerek '' Ne ayıp.'' demişti...

- Ne ayıp...

İşte sihir buydu. Kendisine küfür edilen insanların yüzündeki bu ifadeydi onun sevdiği. Öyle yakası açılmadık küfürler bulup ediyordu ki duyanlar ''Oradan öyle olabilir mi? Ama nasıl?'' diyerek şaşkınlaşıyorlar ve ''ne ayıp'' dercesine bakıyorlardı...

O sıcak pazar günü öğleden sonra, incir dibinde şarap içip küfür geçmişine dalıp gitmişken, Deli Zeki'nin koşarak gelişiyle irkildi, önce Zeki'ye sonra üstüne dökülen şaraba sövdü.

Zeki heyecanlıydı. ''Sen burda otur şarap iç. İmam Tanju bağ evinde yengeye ayıp şeyler yapıyor'' diye bağırdı.

Aldığı son yudum burnundan gelen Abbas öksüre tıksıra koşmaya başladı. Koştu, koştu, koştu... Asmanın yanında duran bağ bıçağını alıp bir tekmede daldı içeri.

Manzara çok fenaydı...

Cavidan'la Tanju, açık ofsaytta yakalanmışlardı...

Abbas afalladı. Yüzündeki korkutucu ifade yerini çaresiz bir şaşkınlığa bıraktı ve girişteki kuzinenin yanına çöktü. Sedirdeki iki çıplağa baktı, '' Ne ayıp'' dedi...

- Ne ayıp...

İki aşık bir yandan toparlanmaya çalışırken bir yandan da konuşup bir şeyler açıklamaya çalışıyorlardı ama duymuyordu onları. Elindeki bağ bıçağı yere düştü, gözlerinden iki damla yaş süzüldü ve yineledi sözlerini;

- Ne ayıp...

Öylece kaldı oracıkta saatlerce, başı önünde, kırgın, şaşkın, çaresiz...

Aşıkları bir daha gören olmadı. İzmir'de görmüşler diye bir kaç rivayet dolaştı kasaba da ama zaten peşlerine de düşmedi kimse.

Abbas gerekmedikçe ağzını açmadı o günden sonra. Başı önünde geldi gitti kahveye, yüzünde kaybedenlerin ifadesiyle ve küfür ettiğini duyan olmadı bir daha...

 

 Serkan SATI

 
Toplam blog
: 17
: 1912
Kayıt tarihi
: 18.02.11
 
 

Okumaktan, yazmaktan keyif alırım ama en çok öyküleri severim. Zevk aldığım için yazar, zevk alıyors..