Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Temmuz '09

 
Kategori
Aile
 

O koca bir çınardı!

O koca bir çınardı!
 

Halil Bulut Baba (1919-2009)


Takvimler 1919’ u gösterdiğinde; Tekirdağ’ın Kılavuzlu köyünde bir erkek çocuk dünyaya gelir!..

Gelir, gelmesine ama, köy şimdi ki köylere benzemez; yokluk ve perişanlık içerisinde ki köyde, hayvanların bile keyfi olmadığından, sesleri pek az duyulabilmektedir. İnsanlar “yalınayak başı kabak” bir halde yaşamaktaydılar. Köyde kadın, yaşlı erkek ve çocuk vardır ama, eli kolu sağlam, iş yapabilecek kapasitede erkek bulmak zordu!..Ülkenin ise, köyden farklı bir yanı olmadığı gibi, çok daha perişan bir vaziyetteydi; 1.Dünya savaşından yenik çıkan Osmanlı devleti, masaya yatırılmış ve İngiltere başta olmak üzere emperyalist devletlerce bölüşülmesine karar verilmişti. Evvela İstanbul olmak üzere, ülke işgal edilmiş, toplum yoklukla cebelleşirken, bir de işgalcilerin esareti altına girmiştir…

Ülkede bu koşullar hüküm sürmekte iken, dünyaya gelen bebeğe Halil adını verirler…Halil, sanki nasıl bir dünyaya gözünü açtığını bilircesine, insanların yaşamını daha da zorlaştırmamak için, çabucak büyüdü ve ailesine yardım etmeye başladı. Bu arada ilkokul 3.sınıfı da bitirerek, o zamanın koşullarına göre eğitimini de tamamladı.

Halil’in çocukluğu çok zahmetli ve acılı geçer, zira fakirlik yanında birde bacağına sıcak su dökülmüş ve kasığı

dahil yanmıştı. Ancak, o günün koşullarında doktora gitmek, en son düşünülen bir çare olduğundan, köyde ki “kocakarı”ların önerdiği yol izlenir ve yanığın üzerine bez örtülür.Ancak, bu yanlış uygulama ile bacak ile kasık birbirine yapışır ve Halil, bu haliyle uzunca zaman yaşamak zorunda kalır. Annesi, komşuların da söylemesiyle bir ara Tekirdağ’a Hastaneye götürdü ise de; doktorun “bir süre burada yatması, ameliyat olması gerekiyor” demesi üzerine; “benim köyde daha 3-4 tane çocuğum var, onlara kim bakacak, yaşadığı kadar yaşar” diyerek, hastaneye yatırmaz ve köye dönerler.

Halil, uzunca bir zaman sağ bacağının bir bölümü, kasığına yapışık vaziyette yaşamını sürdürür ama çok acı çektiği gibi, yürürken de topallamaktadır.

Köyde ki insanlar, fakirliğin ve cehaletin etkisiyle bu olaya kayıtsız kalırlar ama, birgün köye İstanbul’da yaşayan bir aile gelir ve özellikle bu ailenin hanımı Halil’in haline çok üzülür ve yakınlarını ikna ederek, onu İstanbul’a Çapa hastanesine götürür ve burada Halil’in ameliyatı yapılarak, bacağı kasığından ayrılır, uzunca bir süre hastanede tedavi gördükten sonra, iyileşmiş olarak köye döner…

Halil, artık bedenen rahatladığı için çok daha verimli çalışmakta ve hayvancılık, çiftçilik tüm işlerde çok başarılı olmaktadır…

Fakat, köyde yaşam çok zor geçiyordu. Halil, babası da erken yaşta öldüğünden, dayısının yanına evlatlık verilir ve askere gidene kadar dayısının yanında, boğaz tokluğuna çiftçilik yapar, hayvanlarına bakar, ama dayısından boğazını doyurmanın dışında bir karşılık görmez!..

Bu arada Halil büyümüş ve evlilik yaşına da gelmiştir. Ve, büyükleri Halil’i takvimler (1940) ları gösterdiğinde, köyden Fatma ile evlendirirler ama, o günün koşullarında ilk bebekleri dünyaya gelene kadar, resmi nikahlarını da yaptıramazlar…

Bir süre sonra dayısıyla aralarında bir tartışma çıkar ve ayrılmaya karar verir. Dayısının kendisine verdiği 2 teneke-yarısı topraklı-mısırı alarak, babasından kalan derme çatma, 2 odalı bir eve yerleşir ama, evde yiyecek ekmekleri dahi yoktur. Köyde ki, amcasına gittiğinde durumu anlatır ve amcasından aldıkları ekmekle, karınlarını doyururlar…

Ancak, Halil zorluklardan hiç yılmadı ve köyde ne iş bulduysa yaptı, yaptığı her işte de başarılı oldu. Yaptığı işler beğenildiği için, hiç işsiz kalmadığı gibi, beceriklilikte eşi Fatma’da ondan aşağı kalmıyordu…

Bu arada askerlik çağı gelir ve geçirdiği ameliyat nedeniyle, belki normal koşullarda askere alınmayabilecek olan Halil, -ülkede erkek nüfusun azlığından-askere alınır ve 2 yıl askerlik yapar. Askerliğinin büyük bölümünü İskenderun’da ve yazısının güzel olması sebebiyle de yazıcı olarak yapar…

Askerden dönünce Halil, dayısından ayrıldığı için ve babasının tarlası da olmadığından, yine köylünün hayvanlarına sığırtmaçlık yapar, tarla sürer, çapalar ve ailesini geçindirmek için durmadan çalışır…

Bu arada ilk çocukları Orhan dünyaya gelir ve bebek 40 günlük olduğunda, Tekirdağ’a gidip, resmi olarak nikah yaptırırlar…

Halil Baba, ilk çocukları da dünyaya gelince; karısı Fatma’ya “Karı, bizim işimiz bu köyde olmaz, ne kadar çalışsak ta, fakirlikten kurtulmak nafile, ben Çorlu’ya gitmeye karar verdim” der.

Karısı Fatma’da köyde ki bu yoksulluktan memnun değildir ve “sen daha iyi bilirsin, gidelim o zaman” der.

Böylece, Halil Baba ile Fatma Ana’nın köyden Çorlu’ya göçme macerası başlar. Fatma Ana, Halil Baba askerden gelene kadar çalışıp, biriktirdikleri para ile üç tane dana alır ve o zamanlar çiftçilik öküzlerle yapıldığından, onları boyunduruğa alıştırmaya çalışır ama, bu arada biri ölür ve geriye iki dana kalır…

Çorlu’ya, Halil Baba’nın bacanağı Haşim eniştenin öküz arabası ile giderler, giderken de öküz adayı olan iki danayı da yanlarında götürürler…Sonradan iyi bir çift öküz olacak olan bu danalar, onların en büyük sermayesi olacak ve hem öküzler ve hem Halil Baba ile Fatma Ana, Çorlu’da üstü sapla kaplı bir evde, yeni bir hayata adım atarlar... Halil Baba, vargücüyle çalışmaktadır. Çiftçilik yapmakta, yevmiyeli işlere gitmekte ve hayvan bakmaktadır.

Tek hedefe kilitlenmiştir; bu yoksulluğa son verecektir, evlatları onun gibi, karısı Fatma gibi yoksul büyümeyecektir, onların çocukları gözlerini daha iyi bir yaşama açmalıydı, yoksulluk kader olamazdı, bu çember kırılmalıydı!..

Halil Baba durmadan çalışıyor, ama eşi de ondan geri kalmıyordu. Çorlu’ya gelince Orhan’a bir de kardeş gelmişti, Halil Baba ona babasının adı olan, Hasan adını koymuştu. Fatma Ana, hem çocuklarına, hem hayvanlarına bakıyor ve hem de tarla işlerine koşuyordu…Çorlu, o zamanlar köyden biraz halliceydi, yoksa yoksulluk burada da kol geziyordu…Yokluk, fakirlik vardı ama, iyi olan bir şey de vardı; şimdilerde yokluğunu çokça hissettiğimiz; samimiyet ve dürüstlük vardı, menfaat gözetmeden yardımlaşıyorlardı, birbirlerinin yardımına hemen koşuyorlardı.
Kadın-erkek “kaç-göç”ü henüz yoktu, insan ilişkileri “arap” gelenek ve göreneğine göre değil, öz be öz Türk geleneklerine göreydi!..

O zamanlar, toplum içinde zengin-fakir ayrımı hissedilemeyecek derecede azdı. Davut ağalar, Osman ağalar diye anılan ağalar vardı ama, köşklerde, konaklarda oturmuyorlardı, birlikte komşuluk yapıyorlar ve tarlaya bahçeye de birlikte gidiyorlardı...

Halil Baba ve Fatma Ana, bektaşiydiler, bu öğreti ile yetişmişlerdi. Halil Baba, uzun yıllar dervişlik yapmıştı. ”Eline, beline, diline sahip ol” ilkesini benimsemişler ve bundan hiç ayrılmamışlardı…

Bu arada, Fatma Ana yine hamile kalmıştı ve seneler 1958’i gösterdiğinde, Çanakkale zaferinin yıldönümünde nurtopu gibi biri erkek, diğeri kız ikiz çocukları dünyaya geldi.

Erkek olana Adem, kız olana da Havva adını verdiler. Havva büyüyecek ve evlenme yaşına geldiğinde, benim eşim olacaktı… Orhan, artık büyümüş ve hem tarla işlerine, hayvanların bakımına ve hem de annesine yardımcı oluyordu. İkizler, bazen tarla kenarında, bazen öküz arabasının gölgesinde, ama cümle böcek ve hayvanı tanıyarak, arkadaşlık ederek büyürler…Hayvanlarla bu dostluk, sonradan “kedi”lerle sürekli hale gelecekti…

Halil Baba, ikiz çocukları da büyümeye başlayınca, yaşadıkları ev okula uzak kalıyor diye düşündüğünden, okula daha yakın bir ev bulmaya karar verir…

O sıralarda da, Milli Emlak’ın Çobançeşme’de, bir araziyi açık artırmayla satacağını duyar ve bu ihaleye katılır, ama ihalede öyle bir inatçı mı, inatçı rakip vardır ki; bu şahıs, araziyi Halil Babaya bırakmamak için sürekli artırmaktadır. Halil Baba da, okula yakın olan bu araziyi bırakmak istememektedir. 50 TL bedelle ihaleye çıkan arazi 450 TL. ye çıkmış, ama rakibine bırakmamış ve araziyi satın almıştı…

O yaz da, evin kerpiçlerini kendi keserek, sadece bir usta ile küçük ve şirin, üç odalı bir ev yaparlar, ama ilk sene sadece bir odasına yerleşebilirler.

Halil Baba ile eşi Fatma Ana, hem kendi edindikleri tarlaları ekip-biçmekte ve hem de başkalarının tarlalarını kira karşılığı işlemektedirler…O zamanlar, buğdaylar orakla biçilmekte ve “batoz” denilen buğdayı sapından ayıran ve sapını da saman haline getiren büyük makinelerle hasat yapılıyordu, bu nedenle de hasat dönemi uzun sürüyordu.

Çocuklarından Orhan, öğretmen olmuş, bu arada da köyden Yaşar Ağa’nın kızı Şehriban’la evlenmişlerdi. Onlar memur olmuş ve hayatlarını kurtarmışlardı ama, diğerlerinin masrafları büyüdükçe artmaktaydı…

Hasan oğulları, ikizlerden daha büyük olduğundan, hem okula gidiyor ve hem de ailesine yardım ediyordu.

Bu arada Halil Baba, dervişlikten “mürşit”liğe geçer ve “Babalık” ünvanını alır, Çorlu’da ki Bektaşilerin önemli isimlerinden biri olur, 25 yıl babalık görevini sürdürür…

Halil Baba, çiftçiliğin yanı sıra inekte beslemeye ve bunların sütünü de çarşı-sokak gezerek satmaya başlar.

Bu hayat mücadelesi çocukları evlenip, iş-güç sahibi olmasına kadar sürer…

Bu arada, evlerinin bulunduğu arsanın ortasından yol geçer ve kalan arsaları da Halil Baba daire ya da dükkan karşılığında müteahhitlere verir, buradan sahibi olduğu daire ve dükkanlardan aldığı kiralar da, onun emeklilik geliri olur…

Çocuklarına da birçok daire ve dükkan miras kalır…

Böylece, Halil Baba ile Fatma Ana evlerinde sakin bir hayat yaşamaya başlarlar. Evlilikleri 69 yıl sağlıklı ve mutlu sürer.…Evlatları ve dostları onları hiç yalnız bırakmazlar.

Bu arada evlatlarının da, çocukları ve hatta torunları olur ve Yüce Rabbi, Halil Baba’ya, evlatlarının torunlarını dahi görmeyi nasip eder ve O’na 90 yıl sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir yaşam nasip eder…

Öyle bir yaşam ki; o doğduğunda memleket henüz işgal altındaydı ve M.Kemal Atatürk vatanın kurtuluş meşalesini ateşlemek için, Samsun’a çıkıyordu. Çocukluğunda ülke düşman işgalinden kurtulmuştu. Yine onun çocukluğunda, Cumhuriyet kurulmuştu…O doğduğunda, Tekirdağ henüz il değildi, ancak (15.Ekim.1923) tarihinde il olmuştu...

Benim de kayınpederim olan ve öz babam kadar sevdiğim Halil Bulut Babam, kökleri derinlere bağlı “koca” bir çınardı!.. Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine, birçok olaya tanıklık etti, alınterini sermaye ederek, zorlu ama onurlu, dopdolu bir yaşam sürdü ve (23.06.2009) tarihinde uykusundayken, çınarlara özgü bir biçimde, hiç yıkılmadan, Hakka yürüdü…

Ruhun şad olsun Halil Baba, mekanın cennet olsun…Seni hiç unutmayacağız!..

 
Toplam blog
: 52
: 1892
Kayıt tarihi
: 05.03.09
 
 

Okumayı seviyorum ve okumanın, insanın içindeki havuza taze suların katılmasını sağladığına inanı..