Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ocak '16

 
Kategori
Öykü
 

Ölmek

Ölmek
 

Çocukken hiç yaptınız mı bilmiyorum? Bazı büyük örümcekler toprağa derin, karanlık yuvalar açar. Sadece siyah tüylü, korkunç ayakları görünür avlarını beklerken. Oraya biraz toprak serpiştirirseniz titrek ayakların aydınlığa doğru çıkıp avına atılmak istediğini görürsünüz. Çocukken en sık yaptığım şeylerden biri işte buydu. Pusuda bekleyen o zalim hayvanı yanıltmak! Şimdilerde ölümle ilgili aynı şeyleri düşünüyorum. Siyah, korkunç bir karanlık toprağın altında kararlılıkla bekliyor. Hiç acelesi yokmuş gibi görünen bilge bir tavır içinde. Böylece korkunçluğunu, fırsat düşkünlüğünü örtbas ediyor. 
 
Sonra karanlıkta, yeryüzünde son adımlarını atmakta olan yaşlı bir adam beliriyor. 
 
’’ Ben öykümün sonlanmasını isteyen biriyim,’’ diyor. 
 
‘’Bana yardım eder misin? Ama bunu yaparken lütfen o karanlık yuvaya meydan okuyan küçük kızdan yardım al. Beni gerçekliğin korkunç ellerine bırakma! Beni bekleyen o ürkütücü siyah örümceği yine yanılt, o fark etmeden öyküm bitsin !’’ 
 
Çaresiz gözyaşlarımı içime akıtıp, yaşlı adamın son gününü onunla yaşıyorum.
Görünmez bir düşman gibi ölüm. Ona karşı ne kuşanmalıyım? İstediğim sadece yaşlı adamdan biraz daha ayrılmamak. 
 
‘’ Hayır ‘’, diyor yaşlı adam. ‘’ Ruhumun özgür olma vakti geldi. Bedenimin yükünden kurtulmak istiyorum. Sonsuz bir hayata doğmak en büyük arzum. Sadece senin küçük şefkatli ellerine ihtiyacım var. Biliyorum ki; beni en çok sen sevdin. Bana en çok sen benzedin. Kimse bilmez bunu, öyle içten, öyle derinden bir benzeyiş ki bu. Hadi birlikte bitirelim bu öyküyü! Ağlama, ağlama kızım…’’ 
 
28 Kasım. Yaşlı adamın yürüdükçe ayaklarının altında ezilen, yolun üzerini tamamen örtmüş kuru ceviz yapraklarının çıkarttığı hışırtıdan başka tek ses yok etrafta. Neden yaşlı dedik ki bu adama? Birkaç gün içinde başına gelecekleri bildiğimiz için mi? Sonunu hayal ettiğimiz bir öykü değil bu, kaderin peşi sıra gittiğimiz bir öykü. 
 
Olacaklardan haberimiz olmasaydı; yetmişlerinde olmalı fakat uzuna yakın boyu, gür siyah kaşları, pembe yanakları ve çökkün omuzlarına rağmen dimdik beli, heybetli görünümüyle dinç bir adam derdik onun için. 
 
Yürürken ceviz yapraklarının kalın saplarına basarak kaysa da güzel bir yürüyüşü var. Dik, kendinden emin, kararlı adımlar atmayı öğrenmiş. Vücudunun salınışı izlenilmeye değer. 
Bir yol ayrımına geldi şimdi. Hiç tereddüt etmeden mezarlığa giden yola saptı. Yolun girişinde tümsekliyi kaybolmuş iki mezar var. Başlarına dikilen taşlar yosun tutup, yazıları silinmiş. İkisinin de üzerini badem ağaçları gölgeliyor. Mezarlığın bu mütevazı girişinde durup ellerini açıyor adam. Elleri gökyüzüne bakıyor, gözleri ellerine…
 
Güneşin doğmasına yarım saat var. Her sabah tan ağarmadan bu ölüler şehrini dualarıyla selamlayarak yerin altını onlara genişletmek istiyor. Bu sessiz şehrin sakinlerinin yaşlı adama verdikleri bir karşılık var mı? Bunu bilmeyi ne çok isterdim. Ölümün son olmadığını,  yaşamanın bir anlamı olduğunu bilirdim böylece. Yaşlı adamı tekrar görecek olmayı bilmeye ihtiyacım var çünkü. 
 
Bu yıl kasım ayı her zamankinden ılık geçiyor. Yine de güneş sonbaharın son günleri olduğunun farkında, tanı ağartırken cömert davranmıyor. Dualı elleriyle yüzünü okşayan adam etrafı tel örgülerle çevrili büyük bir aile mezarlığının kapısını açıyor. İçerideki iki mezar ve bir sürü çam ağacıyla koru gibi küçük bir ormancık yapmış duayı eksik etmediği elleriyle. Açılan kapının gıcırtısıyla korudaki en ulu çam ağacına tünemiş bir İshak kuşu aniden havalanıyor. Çok yükselmeden uzaktaki bir çalılığa konuyor. Kederli bir ‘’piyuuu’’ ezgisi patlıyor ardında. 
 
Su dolu bidonların yanında duran iskemleyi alıyor yaşlı adam. Mezarlıkta hiçbir zaman su olmadı. Bu ulu çamları taşıdığı su ile yeşertti. Ölülerin ayakucuna iskemleyi yerleştirip oturuyor. Cebindeki Mushaf'ın çok sık okunduğu için okumak istediği kısmı yaşlı adamın ellerine kendiliğinden açılıyor.
 
Bütün bir yaz ve sonbahar kış için uzun bir hazırlık yaptı yaşlı adam. Kışın bazı günlerini burada geçirmek istediğinden odun kesti. Evin çatısını onardı. Tüm bunları yaparken uzun düşüncelere dalıyordu. Vücudu garip bir telaş içindeyken düşünceleri zamandan daha ağır ve kederliydi.   
 
Bedeni bunların yorgunluğunu hissederken 78. Ayeti okuyor yaşlı adam;
 
‘’ Yaratılışını unutarak bize bir de misal fırlatıp, ‘’ Onlar çürümüş iken o kemikleri kim diriltebilir?’’ dedi.’’
 
79. ‘’ De ki; ‘’ Onları ilk defa Yaratan diriltir. O bütün yaratıkları bilendir.’’’’ 
 
Susup düşündü yaşlı adam. Torununun Ultrason fotoğraflarını hatırladı. Her şeyden habersiz uyuyordu ilk fotoğrafta, sonrakinde esniyordu. Sonra ellerini başına götürüyordu. Doğduğunda bu 38 hafta ile ilgili yolculuktan hiçbir şey hatırlamayacaktı. Oysa sonsuz bir enginde hareket ediyor gibiydi hareketleri. Kendi yolculuğunu hatırlamak için güçsüz belleğini zorladı. Tek görüntü yoktu. Yaratılışı unutmak! İliklerine kadar ürperdiğini hissetti.
 
Gözlerini Mushaf’tan kaldırdı. Süt beyazı mermerdeki siyah yazıya baktı uzunca. Annesinin ismiyle birlikte çocukluğuna dair hatırladığı ilk görüntü belirdi birden. Elini tutup Cuma günleri gittikleri dergâh. Küçük bir  Rufâi dergâhıydı burası. Gülsuyu kokan ahşap iki katlı bir konaktı. Sonra görüntüler birbirine girdi, uzadı boşlukta; tek bir kırıntısı bile yere dökülmeyen, dağıtılmasını sabırsızlıkla beklediği tuzlu bir çörek, iri kehribar tespihli zayıf bir ihtiyarcık, o konuştukça ağlaşan kadınlar, çatlamış topuklarıyla uzun secdeler yapan yaşlı bir nine, annesinin yumuşak göğsüne yasladığı başı, kayıtsız teslimiyet, huşu… 
 
Ve daha sonraki gidişlerde sıkça duyup aşina olduğu o ihtiyar şeyhin kafasında dönüp duran sözleri;
 
‘’ Her yerde fakat arifin kalbindedir Allah,
 
Yoksa sen onu arzu semâvâtta mı sandın
 
Cennet ü dûzah, gamm ü sürür, zulmet ile nur
 
Yaptıklarının gölgesi, hariçte mi sandın
 
Bilgin sana kıymet, talebin neyse o sun sen
 
İnsanlığı sade yiyip içmekte mi sandın
 
Halin ne ise müşteri sen oldun o hale 
 
Noksanı meğer Adli İlahi de mi sandın…’’
 
Yerinden kalkıp ak mermerdeki annesinin adını öptü yaşlı adam. Gözyaşları sel olmuştu artık. Bir elini mermerin soğukluğunda bırakırken ötekiyle tuttuğu Mushaf’ ta kalan dört ayeti de okuyup, ölülerin ruhlarına üfürüyor. 
 
Mushaf’ı ölgün atışlı kalbinin hizasındaki ceketinin iç cebine yerleştirip evine doğru adımlar atıyor. Dönüş yolu çok kaygan değil. Belli ki güneş, çiğ taneciklerini biraz buharlaştırmış. Geçen hafta üst kısımlarını budadığı ceviz ağaçlarının dibindeki ceviz yapraklarını tırmıklamak istiyor ama orada kaldığı sürece her sabah namazından sonra mezarlığı ziyaret etmeyi adet edindiği için çoktandır dışarıda. Kasımın son günlerinde yaşam enerjisini yitirmiş görünen doğa soğuk ve keyifsizken eve girip biraz ısınmak istiyor. Yatağının üstünü yorganıyla örtüp çıkmış olmasına rağmen saatler öncesinin vücut ısısını koruyamamış. Sobaya odun atamayacak kadar yorgun. Soğuk yatağa girip yorganın altında büzülüyor. Gözleri kapalı, elleri çenesinin altında, dizleri karnına çekik. 
 
Uyuyor….
 
Gülsuyu kokuyor….
 
Sonsuz teslimiyet….
 
Bütün korkunç, karanlık delikleri ellerimle kapattım, korkma yaşlı adam…
 
Git yolun ışık olsun…
 
Yolculuğun kutlu…
 
Git, ağlamıyorum… 
 
Nur içinde yat!
 
 
 
Toplam blog
: 110
: 1076
Kayıt tarihi
: 26.05.14
 
 

Dünyanın kirletemediği bir lotus... ..