Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Aralık '06

 
Kategori
Eğitim
 

Onlar da ...

Ablamı yolcu ettim. Hava güzel, durak yakın. Zamanım da var. Dolaysıyla yürüyebilirim. Böylece, uzun zamandır görmek isteyip de göremediğim yerleri rahatça görebileceğim.

Garajın şehir tarafındaki kapısından çıkıp, durağa doğru yavaşça yürürken, solda iki katlı, kiremit kırmızısı bir ev görüyorum. Ev, daha ilk görünümüyle, çevresindeki evlerden hemencecik ayrılıyor. Eve yaklaşıyorum ve diğer evlerden ayrılan özellikleri arıyorum. Özellikle yüksekliği dikkatimi çekiyor. Acaba iki katlı oluşu mu, bu evi diğer evlerden ayıran özellik, diyorum kendi kendime. Tam evin önüne geldiğimde, yavaşlıyorum ve evi, çevresiyle birlikte zihnime kaydetmeye çalışıyorum. Yavaşça yürümeye devam ederken, bu evin özellikleriyle, diğer evleri karşılaştırıyorum. Öncelikle yüksekliği tabii. Çünkü yüksekliği ile de dikkati çekiyor bu ev. Başka yüksek evler olduğu için, yüksekliği ayırt edici bir özellik olarak bulamıyorum. Hatta, kiremit çatısını bile ayırt edici bir özellik olarak göremiyorum. Çünkü, hem iki katlı, hem de kiremit çatılı birçok ev var burada. Bu özelliklerin ayırt edici özellikler olmaması nedeniyle, başlıyorum gördüğüm evlerin badana ve boyalarına bakmaya. Hemen aynı renkli başka bir evi görünce, bu özellik de ayırt edici değil, diyerek başka özelliklere bakmaya başlıyorum. Pencere ve kapı boyaları, olabilir mi acaba, diyorsam da, kısa bir süre sonra bu düşünceden vazgeçiyorum. Çünkü, kapı ve pencerelerin ak boyası, koyu renkli badananın içinde adeta kaybolmuş. Bu da olamaz, diyerek, tepeden tabana doğru süzdüğüm evin bahçe duvarına bakıyorum. Bahçe duvarı da olamaz. Çünkü, buradaki bahçe duvarlarının hemen hepsi derme çatma örülmüş ve sıvanmamış. Tıpkı gözlemlediğim evinki gibi. Peki neydi bu evi diğer evlerden ayıran özellik?

Yürüdüğüm güzergâh bitince sağa dönmeyip, soldan geriye dönüp duruyorum ve buradaki tüm evleri, -görüş alanıma alarak- birbirleriyle karşılaştırıyorum. Bir kaç saniye sonra; tamam, galiba farklılığı buldum, diyorum. Bulduğum farklılık, gözlemlediğim evin, mimari yönden diğerlerinden farklı bir yapıya sahip olmasıydı. Biraz sonra, hayır bu da ayırt edici bir özellik değil, diyorum. Çünkü, buna benzer birkaç ev daha görüyorum. Dolaysıyla, bu farklılık kısmen ayırt edici. Bunun üzerine, başlıyorum iki katlı evleri birbirleriyle karşılaştırmaya. Bu kez kesinlikle buluyorum farklılığı. Hem de ayırt edici farklılığı. Bu farklılık; gördüğüm evlerin hepsinin, çevreleriyle fiziksel bağları olmalarına karşın gözlemlediğim bu evin, diğer evlerle hiçbir bağı yok. Hatta bu evin, bahçe duvarıyla bile bağı yok. Sanki o, yüksek bir tepede tek başına -ayakta- durmuş, diğer evleri gözetliyor.

Sorunu çözmüşüm. Rahatça yürüyebilirim. Ben de öyle yapıyorum zaten. Hemen durağa ulaşmışım. Aman ne de yakınmış bu durak. Dolmuş bekliyorum ama, dolmuşa binmeyeceğim. Biraz daha düşüneceğim. O halde diğer durağa kadar yürümeliyim.

Düşünmek, yürürken daha kolay oluyor da. Bu durak da çok yakınmış. Otobüs beklerken, Ankara’da Zafer Çarşısında gördüğüm bir yağlıboya resim sergisindeki tabloların birinde, gökyüzüne doğru tek başına dimdik büyüyen bir ağaç ile, çevresindeki onlarca ayrık ağacı hatırlıyorum. O sergide gördüğüm yüzlerce tablo içinden, sadece hatırladığım bu tabloyu hiç yadırgamadım. Çünkü doğada, ormanlarda böyle gökyüzüne doğru, bir başına boynu dik yürüyen, ince bedenli, selvi gibi ağaçları -çok fazla olmasa da- görmüştüm. Daha sonra, görev yaptığım ormanlık bölgelerde de görecektim.

Otobüs geliyor bu arada ve biniyorum hemen. Kaldığım yerden devam ediyorum geçmişi hatırlamaya. Adana’da görev yaparken, ormaniçi köylere doğru teftişe gidiyorduk. Üzerinde bulunduğumuz orman bölgesi, tıraşlama yöntemiyle kesilmişti. Düzlükte, ağaç kökleriyle, 30-40 cm büyüklüğünde çam fidanları görülüyordu. Bir de, 1,5-2 metre yüksekliğinde seyrek dallı bir çam ağacı. Ormancılar, diğer tüm ağaçları kesmişler, bunu bekçi olarak bırakmışlardı sanki. Yörede bazen öbekler halinde, bazen tek olarak çam ağaçları bulunuyorsa da, hiç birisi sözü edilen bu ağaç kadar bir başına değildi. Ben, bu düşünceler içindeyken, otobüs bizim durağa ulaşıyor. Ben de iniyorum.

Güzergâh değiştiği için yolumuz yakınlaşmış. Çanta elimde yürürken, yolun solunda, küçücük bir taksi görüyorum. Parlak, lacivert renkli. Az, belki de hiç rastlamadığım bir renk, bir marka. Taksinin bulunduğu yer garaj değil. Bu nedenle, başka araba bulunmaz burada. Ama o, ne diğer arabaların yanında, ne de fakültenin garajında durur. O, haftada bir iki gün hep burada durur. Diğer günler, kim bilir hangi garajda, hangi arabaların yanında durur. Bilmem belki de, kendi renginde, kendi tipinde bir araba ile beraber durur.

Yol kısa. Bu nedenle hemen bitiyor ve binaya giriyorum. Zihnimdekileri bir tarafa bırakıp, günlük işlerimle ilgilenmeye başlıyorum. Akşam olmuş, vakit de epeyce geçmiş. Okuldan çıkıp hastaneye doğru yürüyorum. Para makinelerinin hizasına gelince, hastane tarafının kaldırıma geçiyorum. Bu kaldırım hem geniş, hem sakin. Bu nedenle tercih ediyorum buradan yürümeyi. İki üç dakikalık kısa bir yürüyüşten sonra, dış kapıya ulaşıyorum ve karşıya, durağa geçmem gerekiyor. Geçmek için durup, araba geliyor mu, diye sağa sola bakarken, karşıda iki tane otobüs bekleme yeri (otobüs bekleme evi) çekiyor dikkatimi. Sanki ilk defa görüyormuşum gibi, ben de bir anlam veremiyorum dikkatimi çekme olayına. Karşıya geçip, durağa ulaşınca, sağdaki otobüs bekleme evine geçip, oturağa oturuyorum. Otobüs bekleme evlerinin iki tane olmasının gerekçesini anlıyorum. Özellikle belli saatlerde çok yolcu oluyor da. İki otobüs bekleme evi de, aynı şekilde yapılmış, aynı renk -gri- boya ile boyanmış. Hatta her ikisine de aynı reklam konulmuş. Her ikisi de aynı işi yapıyor. Yani, bekleyenleri yağmur ve güneşten koruyor. Aynı işi yapmalarına ve -fiziksel anlamda- çok yakın olmalarına rağmen, birbirlerinden çok uzaklar. Uzaktan bakınca, tek parçaymış gibi görünmelerine karşın, birbirinden oldukça uzaklar. Aralarında hiçbir iletişim, hiçbir etkileşim yok. Tıpkı, Sait Faik’in bahsettiği, “iç içe girip” de ‘birbirine değmeyen’ evler, apartmanlar gibi.

Yıllar önce, Ankara Kızılay’daki “Kent ve Yaşam” adlı karikatür sergisini hatırlıyorum. Sergide, yarışma kurallarına uymayan bir karikatür, birinci seçilmiş, basında da “Kural Dışı Karikatürün Başarısı” başlıklı tanıtma yazısı yer almıştı. Bu karikatür, kareli kâğıda kurşun kalemle çizilmişti. İşte bu bakımdan kural dışıydı. Karikatür, balkonlarıyla, odalarıyla iç içe girmiş fakat, birbirine değmeyen evlerden, gökdelenlerden oluşuyordu. Yazısızdı. Sait Faik’in, “Neden insanlar birbirinin içine girmiş binalar, apartmanlar yapmışlar; birbirini tanımadıktan, birbiriyle konuşmadıktan sonra” dediği binalar bunlar olmalıydı.

Bu arada, Ankara’ya derin bir iç çekişle veda edip, Diyarbakır’a atandığım günlere geçiyorum. Artık yaşamı sergilerde değil, doğada tanımaya başlıyorum. Daireye yakın bir okulumuza, teftiş için giderken, yolun üst kenarında onlarca tv anteniyle karşılaşıyoruz. İlk anda antenlerin evlerden ayrı olmaları, dikkatimizi çekiyor. Anten kablolarını izleyince, yolun altında evlerin olduğunu görüyoruz. Böylece antenlerin, neden burada olduğunu anlamış oluyoruz. Grup Başkanıma, “Bak, karşımızda Dicle ve Üniversite var. Bulunduğumuz yer de bir harika. Buralar ressamlar için bulunmaz bir manzara. Eşine haber versen de, buraları tuvale aktarsa olmaz mı?” deyince O, “Eşim de senin gibi söylüyor, zaten” diyor. Manzara güzeldi de ben, manzaradan çok antenlerden, daha doğrusu bir antenden etkileniyorum. Bu anten, topluluktan ayrı bir tepede, tek başına duruyordu. Direği de diğerlerinden uzundu. Sanki onlara tepeden bakıyor gibiydi. Konuşarak devam ediyoruz yolumuza. Dönüşte de antenleri ve çevreyi gözlemeye devam ediyorum.

Bu duygular içindeyken, acaba otobüs geliyor mu diye oturaktan kalkıyorum ve birkaç adım uzaklaşıyorum. (Saat 18.00-19.00 suları. Güneş, yakıcılığını kaybetmiş henüz. Her zamanki gibi aynı güzergâhtan -sağ kaldırımdan- ağır adımlarla yürüyerek geliyor durağa. Sırtında, Üniversite öğrencilerinin taşıdığı çadır bezinden yapılmış, asker renkli bir çanta var. Sağ eliyle tutmuş bir kenarından. Gözleri ne karşıya bakıyor, ne de ayaklarının ucuna. Belli ki bir şeyler düşünüyor. Kimsecikler yoktu durağa ulaştığında. Az da olsa yorulmuş. Oturmak istemiyor oturaklara. Sağ yanını yaslıyor, Bekleme Evinin sol yanına. Birden ışılıyor Otobüs Bekleme Evi. Gri, dönüşüveriyor hemen parlak, sarı yeşile. Işılıyor, ışılıyor hep. Hissetmişti insan sıcaklığını bir kez. Bir gün Belediye Görevlileri, yeni düzenlemeler yapmak için, Otobüs Bekleme Evini söküp götürdüler. Yine, yapayalnız kaldı, O.) Birbirinden habersiz bizden başka kimselerin olmadığı durakta, yine, Sait Faik’in “Ben yalnızım, hem de milyonlar içinde yapayalnızım” sözleri geliyor aklıma.

Üzülme sen Sait Usta. “Yalnız” olan sade Sen değilsin ki. Evler, apartmanlar, ağaçlar, taksiler, otobüs bekleme evleri, tv antenleri de yalnız. Teoman Alpay’ın nihavent şarkısında sözünü ettiği, “gökyüzündeki yıldızlar” da yalnız. Hatta, Tanrı bile yalnız.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..