Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Şubat '09

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Öyküde Deneysellik

Öyküde Deneysellik
 

Kuşku yazarı besler. Yazının yazarı öldürmesi karşısında, yazarın kuşkuyla kendini eğitmesi ve örgütlemesi önemli bir çıkış olarak görünüyor. Yazar için aslında her gerçek gerçeküstüdür. Çünkü yazar yazıya bir gerçekle başlar; ama bunu bir üst gerçeklik kurmacası ile yeniden kurar ve başladığı gerçek değişmiş, dönüşmüş olarak, hem kendisi hem kendisinden daha fazlası olarak ortaya çıkar. Bu camsa, hem camdır hem kumdur artık. Bu çoğalma deneysel yazarlara verilmiş bir olanaktır.

İzmir-Konak Belediyesi'nin düzenlediği 8’inci İzmir Öykü Günleri’nin (12–14 Şubat 2009) “Öyküden Tiyatroya” temalı son toplantısında, ünlü şair ve edebiyatçımız Aydın Şimşek, “Öyküde Deneysellik” başlıklı konuşmasını, her zamanki gibi, yeni bir dil kurmuş olarak, yeni açılımlarla süsledi:

“Denilebilir ki yazma sürecinin kendisinde metinle yazar arasında okur yoksa, metinle okurun başbaşalığında da yazar yoktur. Bu iki ayrı durum, iki ayrı deneysel sürecin olduğunu da bize ifade edebilir. Birisine çok anlamlı ve çok derin alanlara sızıp metnin başka anlam alanlarını okuma güzelliğini, zevkini veren bir metin, bir başka okur için saçma veya anlamsız olabilir.

Şems diyor ki:
Ben bir söz söylerim, ben anlarım, sen anlarsın...
Ben bir söz söylerim, ben anlarım, sen anlamazsın...
Ben bir söz söylerim, ne ben anlarım, ne sen anlarsın!

Demek ki karşı karşıya olduğumuz şey bu kadar geniş bir alan...

Bizden öncekilerin gidip de dönmediği bir ormana davet edilmektir yazmak. Yazmak böyle bir şeyse eğer, bu ormanda başımıza ne geleceğini daha başından kesinlemelerle bilme şansına sahip değiliz. Bu -bir bakıma- Kolomb’un Hindistan’a diye yola çıkıp kendini bir anda Amerika Kıtası’nda bulması gibi bir süreçtir.

Yazarı, yazma süreçlerinde hangi unsurların etkilediğini ve bir yazarı oluşturan şeylerin toplamını açıklama şansına sahip olmadığımızdan; yazmanın kendisinin tümel/bütünleşmiş bir varlık olarak tanımlanması da imkânsız gibi gözüküyor.

Burada “yazar nedir?” sorusuna verilecek yanıtlardan bir tanesi: “Yazar metinler arasının kendisidir; bir metinden diğer metne ömrünü tamamlamak zorunda olan ve zaman karşısında ne idüğü belirsiz olan bir dil kurucusudur.

Hâl böyle olunca hem ormanda yolunu kaybeden binlerce, milyonlarca yazardan bahsederiz; hem de o binlerce, milyonlarca yazarın, aslında yazar olmak için yazdığını, boşa giden her çabayı yazının o yok edici etkisini altında bir kez daha tadarken, ormanda kaybolma olasılığının çok büyük olduğunu bilmek zorunda olduğundan söz ederiz.

Deneysellik tek bir alana tâbi değildir. Deneysellik ihtiyacı ekonomik bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkabiliyor, politik-sosyolojik-psikolojik birer ihtiyaç olarak karşımıza çıkabiliyor. Zaten yazınsallıktan söz ediyorsak eğer, aynı zamanda politik, ekonomik ve psikolojik süreçlerden de bahsetmek zorundayızdır.

Böyle olunca da deneyselliğin iki önemli ayağını kurmak zorundayız: Nesnel (dış gerçeklere dayalı) ayağı ile Öznel (iç gerçeklere dayalı) ayaklarını bir bütün olarak düşünmeksizin bir deneysel süreçten bir başkasına açık bir zemin oluşturmak, bir kapı açmak pek mümkün görünmüyor.

Bu ikisinin etkileşiminden şöyle bir soru çıkarabiliriz:

Deneysellik, nesnel ve öznel süreçlerin bir toplamı veya ilişkilerinden ortaya çıkan bir gereksinim ise, insan ne yazar, bir yazar ne yazar, bugüne kadar ne yazıldı?

Deneyselliği anlamak için bu soruların peşine düşmek gerekir.

İnsan, insan hâllerini yazar ve bazen olası insan hâllerini yazar. İnsan hâllerinde geleneksel yapıtların, formların, klasik biçimlerin özellikleri ile insanın ne olduğuna ilişkin soruların yanıtını ararken; olası insan hâllerinde de insanın ne olabileceğine ilişkin deneysel bir dilin sorularını takip etmek gerekir.

O nedenle, bizim dışımızda, bizim anlam birikimimizde olmayan bir şeyin hemen şimdi reddedilmesi; reddedilen şeyin daha sonra hayatımızın gerçeğine dönüşmesi karşısında en azından bizi küçültür. O yüzden, “Bir şeyi anlamak onun karşıtını anlamakla başlar.” ifadesine deneysel öyküde sonuna kadar açık olmak gerekir.

Bilge Karasu, “Yazan kişi dünyaya dilin içinden bakan insandır.” diyerek, edebiyat çizgisinden konuştuğumuz sürece, bir dil estetiğinden konuşmak zorunluluğunu önümüze koyuyor.

Buradan bir adım daha ileriye gittiğimizde şöyle diyebiliriz: “Evet, yazan kişi dünyaya dilin içinden bakan insanlar ve dil insanın ideolojik biatini bozmakta birinci derecede işlevseldir.

Hep aynı şeyi söyleyenlerle hep aynı şeyi duymak isteyenlerin bileşkesinden doğan şey bizi tekrara, kaba gerçekçiliğe götürecekse -ki götürür de- dilin olanaklarını sonuna kadar kullanma bağlamında özgür olan yazarın, ideolojini ve çatışma kültürünü bize önermesi ve vermesi dilin başka alanlarına, olası insan hâllerine yapacağı vurgu açısından da önemli bir birikim sağlıyor, diye düşünüyorum.

Deneysel öykü, belki de, sürekli muhalefetin önünü açan, ufkunu açan bir yapı bozukluğudur da diyebiliriz.

Deneysellikle anlamsallık ve deneysellikle sabır arasında bir anlam paydaşlığı oluşturmak zorundayız, bence. Yine, zaman kavramsallığı açısından içerik-biçim-işlevsellik algısının yerine bir bütün olarak “psikolojik zaman”ı koyarak, buradan bakmakta deneysel öyküyü kavramak için yarar var.

Günümüzde hız diye bir ideoloji bütün ideolojileri içerisine aldığı için, hızı oluşturan üretim araçlarına baktığımızda da, enformasyondan, bilişimden, zaman sıçramalarında boşluklar bırakmaktan oluşan bir tarihle de karşı karşıyayız. Ve hızla bir ideoloji yaratıp uzmanlaşma alanında da, deneysel öykü kendine bir çalışma alanı bulmaya çalışıyor.

Anlamın biricik katmanı olarak ele alınan anlaşılabilirlik, her ne kadar anlamın en eski, en gelenekçi yapısı olsa da; deneysel öykücüler artık anlaşılabilirliği bir tarafa koyup anlamın diğer katmanlarını kendilerine çalışma alanı olarak alıyorlar.

Denebilir ki, anlam sadece anlaşılabilirlikten oluşan bir temayül olsaydı, “yeni bir şey” dediğimiz tüm arayışlara kapımızı kapatırdık. O zaman soyut anlama, olasılık anlamına ve bugün olmayan ama yarın gelişecek olan anlam katmanlarına açık olmak zorundayız.

Deneysel öykü, anlaşılabilirlik ile bir hesaplaşma sürecine giren öyküyü bize duyumsatıyor. Şunu söyleyebiliriz: sadece anlaşılır olanı anlayan çok az şey anlıyordur.

Deneysel öykü bilinç akışını yoğun olarak bir duruma odaklanarak yapıyor... Zaman, mekân ve nesne üçgenini kendi dışına doğru genişletiyor... Bazen zamanı yok sayıyor; zamansız bir dil içerisinden, mekânsız bir ortam içerisinden metnini kuruyor... Buna çok iyi örneklerden birisi Marguerite Duras’ın “Sinek” öyküsüdür.

Bir sineğin ölüm anını anlattığı öyküdür...

Zaman, mekân, olay örgüsü, diyaloglar, monologlar, betimlemeler, tarih akışı gibi metni öykü yapan birçok unsuru terk ediyor Sinek’te; kendini gerçekleştirmek için ne yazdığına dair hiçbir soru sormuyor; sadece metni nasıl kurduğuna ilişkin felsefî, matematiksel ve sezgisel bir alanı kendine çalışma alanı olarak alıyor. Bütün bunları ortadan kaldırma çabasıyla da en çok drama yakın bir söyleme sahip oluyor.

Öykünün ayrıca kısalığına da vurgu yapmak gerekir... Tolstoy, Anton Çehov’un öykülerini okuduktan sonra ve Çehov’la bir süre ilişkilendikten sonra, şöyle bir cümle kuruyor: “ Ne ben, ne Turganiev, ne de hiçbirimiz Çehov gibi yazamayız; çünkü Çehov’un estetiği kısalığıdır.”

Çehov daha sonraları bu göndermeye bir detay katıyor ve diyor ki: “kısalık ve yetenek kardeştir.”

Doğrudur... Metnin fizikî zamanının ve içerik zamanının kısalması görülür bir şey; ama kısa öykü bu kez derinleşen, yoğunlaşan başka bir direnç veriyor bize. “Psikolojik Zaman” içerik zamandan ve fizikî zamandan daha yoğun, daha güçlü, daha uzun bir anlatım diliyle karşımıza çıkıyor. O zaman denilebilir ki, kısalık arttıkça, metin içerisindeki psikolojik zaman ve bu zamanı örgütleyen değerler (felsefî değerler, deneysel değerler, bakma biçiminin çok parçalılığı gibi unsurlar) daha yoğun olarak anlatılıyor.

Kısa öykü diyor ki; okur yararına bir metin, ancak okur yok sayılarak kurulabilir. Buradan profesyonel okura, çalışan okura, yaratıcı okura bir gönderme yapıyor ve okurla ilişkisini bunun üzerine kuruyor. Bu nedenle de kısalık bir estetik süreç ve -Çehov’un deyimiyle- bir yetenek olgusu olmasına karşın; bizde hâlâ okuru yok saymak üzerine başka anlamlar üretilmektedir.

Bir metinden başka bir metne geçme gereksinimi ile kendini yeniden kurma gereksinimi bir arada gelişen bir süreçtir. Zanaatçı yaptığı işi mülk edinirken, sanatçı yaptığı işi terk ederek gelişir. Açıklama yapmadan anlatmak, anlatma sanatının yarısı eder... Öyleyse, anlatma sanatının diğer yarısı nerdedir ve neyle uğraşır?

2. Dünya Savaşı’ndan bu yana gelişen tüm sanat kolları ve ekollerinde görüyoruz ki sanat içindeki her öğenin mutlaka bireysel ve toplumsal bir karşılığı var. Bu bağlamda yeni olan şeyi ilişkilendirirken, onun dış dünyayla olan ilişkisini de kurma zorunluluğumuz açık bir öğretidir.

Denilebilir ki, 1960’dan sonra başlayan bir dizi gelişmenin sonucunda, (ki bu gelişmenin en son noktası hız’dır ve hız bir ideolojidir) artık deneysel öykünün işlevini, “bir deli saçması” veya “Ya bu da ne?!” deme noktasından şuraya taşımamız gerekir:

Bugün yazarların birinci önceliği; toplumu aydınlatmak, memleket meselelerine kafa yormak ve insanları eğitmek olmaktan çok -ki bence bunlar yazarın görevi olmamalıdır- o hız denen ideolojiyi nasıl yavaşlatılacağı üzerine kafa yormak olmalıdır. Hızı yavaşlatmadığımız sürece, imgelerin o büyük ve güçlü akışı karşısında, unutma kültürü denilen, kurgu üzerine kurulmuş yeni bir belleğimiz olacaktır.

Karşılaştığımız bir imgenin içeriğinin ne olduğunu daha anlamadan, yeni bir imgenin saldırısına dâhil olacağız, oradan da bir kez daha yeni bir imgeye geçeceğiz. Böylelikle insansal ilişkiler, birbirine değen, dokunan, birbirini kavrayan bütün ilişkiler deformasyona uğrayacak; biriciklik dediğimiz şey kişiselciliğe kadar gidecektir.

Deneysel edebiyat kuşku edebiyatıdır, hepimiz kuşkuyla yazmışızdır; ama yazar için “bitmiştir” dediği dahi kuşkulu bir metindir. Çünkü bir metnin nerde başlayacağını, nasıl başlayacağını, neden başlayacağını kesinlemelerle bilmiyor oluşumuz; aynı zamanda o metnin bittiğini sandığımız yerde başlayan bir metnin içinde yeniden şekillenmeye başladığını da bize duyumsatır. Dolayısıyla bitmiş bir metin dahi kuşkulu bir metindir.

Yazının amaçlarından biri de yazarını öldürmektir. Her metin yazarını öldürmek ister. Bu nedenle binlerce yazardan bugün elimizde gerçek anlamda -hem zamana direnen metinler hem zamanı aşkınlayan metinler anlamında- bir avuç kaldı.

Bu bağlamda son söz olarak şunlar söylenebilir:

Kuşku yazarı besler. Yazının yazarı öldürmesi karşısında, yazarın kuşkuyla kendini eğitmesi ve örgütlemesi önemli bir çıkış olarak görünüyor. Yazar için aslında her gerçek gerçeküstüdür. Çünkü yazar yazıya bir gerçekle başlar; ama bunu bir üst gerçeklik kurmacası ile yeniden kurar ve başladığı gerçek değişmiş, dönüşmüş olarak, hem kendisi hem kendisinden daha fazlası olarak ortaya çıkar. Bu camsa, hem camdır hem kumdur artık. Bu çoğalma deneysel yazarlara verilmiş bir olanaktır.

Slogan hızın kendisidir ve slogandan arındırılMamış bir metin kaba gerçekliğin kendisidir. Slogan hayatımızda daima tuzağı kuran ve bu bağlamda bize aşırı yorumlar yükleyerek, gerçeğin çoğulculuğu üzerinde tek gerçekle iktidar olan bir söylem biçimidir.”
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.....................................................................................
* Yerli malı yurdun malı, her yurtsever kullanmalı...
* Kadın-erkek sayısı eşit ve "Dokunulabilir Meclis" istiyoruz!
.....................................................................................

 
Toplam blog
: 147
: 2923
Kayıt tarihi
: 05.05.07
 
 

İngilizce öğretmeniyim, çevirmenim, dilmaçım, araştırmacıyım. / Beş kitabım var: Beynin Kimliği, ..