Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Haziran '14

 
Kategori
Deneme
 

Öykülerle yolculuk (sekizinci bölüm)

Öykülerle yolculuk  (sekizinci bölüm)
 

Öykü demeti


Bir süre sonra kalkıp odaya geri döndüler. Öğretmenin perde çekiliydi. Sesler geliyordu. Sanırım oğluna bir şeyler anlatıyordu. Hafta sonu iki yatak hala boş duruyordu. Hastanelerde ne zaman hasta geleceği bilinmez ki.

Hafta sonu da olsa acilden gelen olur. Hele böyle büyük hastanelerde yataklar uzun süre boş kalmaz. Hastafendi geldiği sırada kuyrukta olan hasta arabaları bunu gösteriyordu.

Ama şimdi sessizliğin tadını çıkarmanın sırasıydı. Hastafendi usluca yatağına yattı. Gözü öğretmenin perdelerindeydi. İçinden ‘Allah kurtarsın’ dedi. Sonra gülümsedi ‘beni de tabi’ dedi.

Eşi onun gülümsediğini görmüş, neye gülümsediğini anlamamıştı. Sorsa doğru dürüst cevap alamayacağını bildiği için o da kendi yerine uzandı.

İkisi de dalmıştı. Az sonra akşam yemeği gelince uyandılar. He zamanki yemek, sonrasında serum ve diğer ilaçlar verildi. Hafta sonu olduğu için kimi ilaçlar iki günlük verildi. Bir süre sonra yine odaya sessizlik hakim oldu. Herkes uykuya çekildi.

Ertesi gün ve Pazar gün de gündüz benzeri şekilde geçti. Akşam yemeği sonrası yapılan tedavilerden sonra yine yatılıp uyundu.

Pazar gece yarısına doğru odada bir hareket başlayınca hem Hastafendi, hem doktor merakla uyandı. Berberin boşalan yatak hazırlanıyordu.

Az sonra bu kez odaya bir sedye önünde arkasında insan kalabalığıyla getirildi. Sedyede Mısır’da bulunan mumyalara andıran yüzü olan bir hastayı törenle berberin boşalan yatağa yatırdılar.

Hastada hiç hareket yoktu. Boylu boyunca yatıyordu. Boyundan ince uzun boylu biri olduğu anlaşılıyordu. Gözlerinde hafif bir kızarıklık vardı. Sessiz duruşunda bir asalet, bir vakurluk vardı.

Hastanın yanında gelenlerin ikisi bayandı. Biri başı açık güzelce bayan… Öteki başı örtülü o da güzelce bir bayandı. Ayrıca üç erkek bir de genç oğlanla bir kız çocuğu vardı.

Hastayı getirenlerden biri Hastafendiye gelip ‘geçmiş olsun’ dedi. Getirdikleri babalarıymış. Sekiz yıldır kanser hastasıymış. Yaşatmaya çalışıyorlarmış.

Ama belli ki yolun sonuna gelinmişti. Kabul etmeseler de laflarından o anlaşılıyordu. Buraya yoğun bakımdan gelmişler.

Bu hasta da Orta Anadolu’da İstanbul’a en çok göç veren şehirlerden hem öğretmenin, hem giden berberin hemşerisiydi.

Hastanın kanser olması hem Hastafendiyi hem de öğretmeni irkilmişti. Çünkü bu hastalığın varacağı en kötü son karşılarında duruyordu. Sanki onlara ‘şükredin beyler, bunun böylesi de var’ demek istiyor gibiydi.

Özellikle günlerdir korkularıyla adeta kıramp geçiren öğretmen birden haline şükreder duruma gelmişti.

Hastafendi hastanın kanser olduğunu öğrenince irkilmişti, ama onunkisi yakın zamanda kanserden ölen bir arkadaşını hatırlattığı içindi. Yoksa daha önce kanser olup ölen tanıdıkları olmuştu. Ayrıca ölümü tanıdığı için kendisiyle ilgili bir irkinti duymamıştı. Çünkü biliyordu ki; yaşadığı her gün dışından ‘beleşine’ yaşıyordu.

Öğretmen ve Hastafendide farklı farklı etki yapan hasta sessizce yatıyordu. Kızları etrafında dönüyor ‘baba canının bir şey istiyor mu?’ diye sorsa da hiç cevap vermiyordu. Fırtınanın sessizliğinde bir sessizlik içindeydi. Ancak yüzündeki kasılmalardan çok acı çektiği, ama belli etmemeye çalıştığı anlaşılıyordu.

Öteki refakatçılar ise kendi aralarında sanki piknikten gelmiş gibi şakır şakır bir şeyler konuşuyordu. Doktor bulunup gelince herkes sustu.

Büyük oğluymuş; o anlattı. Babası sekiz yıldır kansermiş. Yaşatmak için ellerinden ne gelirse yapmışlar ve bugüne gelinmiş. Üç gün önce çok fenalaşınca bir özel hastaneye kaldırmışlar. Oranın yoğun bakımında üç gün kalmış. Oradan Süreyya paşayı önerince babasını alıp buraya gelmişler. Çaresiz ne yapacaklarını bilmez haldeymişler.

Doktor sakince onları dinledi. ‘Bir kanser hastasını sekiz yıl yaşatmak başarıdır’ dedi. (Böyle deyince hastanın özellikle erkek evlatları biraz gururlanır gibi oldu.) Doktor ‘yapılacak her şey yapılmış. Bizim burada fazladan yapacak bir şeyimiz yok. Bir iki gün bakarız ağrıları varsa onları azaltmaya çalışırız. Sonra taburcu ederiz. Her halde durumunuz iyi. Orada buradan daha iyi bakarsınız’ dedi. Hastaya ‘nasılsınız beyefendi?’ dedi. Beyefendi dudaklarını kıpırdattı. Sanırım ‘iyiyim’ dedi. Doktor tekrar gelmek üzere çıkıp gitti.

Doktor gidince hastanın yanında gelenler yine gürültülü bir şekilde ‘hastanın yanında kim kalacak?’ onu tartışıyorlardı. Üç oğlan, iki kız, onca torun ‘kim kalacak tartışması?’ yapıyordu.

Hastafendi içinden ‘iyi ki iki kızım var. Çok evlat olmak öyle zenginlik falan değilmiş’ diye geçirdi. Kızmaya başlamıştı. Sonunda dayanamadı. ‘Ayıp oluyor beyler ayıp. Hastanın yanında öyle kim kalacak tartışması yapıyorsunuz. Babanıza çok ayıp ediyorsunuz’ dedi. Hepsi ‘suspus’ olmuştu.

Hastafendiye babalarını çok sevdiklerini söyleyip, ayrıca komada olduğu için bir şey duymayacağını söylediler. Hastafendi ‘yanılıyorsunuz. O her şeyi duyuyor’ dedi. Ama onlar ısrarla hala babalarının duymadığını, aslında babalarını çok sevdiklerini söylüyorlardı.

Hastafendinin sabrı kalmamıştı. Adeta bağırarak ‘duyuyor. Ben de yoğun bakımdaydım. Gelenler şuuru kapalı diyordu. Ben hepsini duyuyordum. Babamızı çok seviyoruz diyorsunuz. Ona saygınız varsa çıkın dışarıda tartışın ne tartışacaksanız’ dedi.

Hastafendinin adeta bağırarak konuşması onları şaşkına çevirmişti. Hastafendinin yanından başları yerde sessizce dışarı çıktılar. Dışarıda ne konuşmuşlarsa konuşmuşlardı, gülüşerek tekrar odaya geldiler.

Hepsi de adeta babalarının etrafında dört dönüyor, kızlar taburcu olunca onu evlerine götürmek için tartışıyor oğlanlar ‘babamıza biz bakacağız, evde ona özel yer ayırttık’ diye lafa giriyordu.

Az önceki ‘hastanın yanında kim kalacak?’ tartışması bitmiş, ‘onu en iyi kim bakacak?’ yarışı başlamıştı.

Sonradan hastafendinin eşi anlatmış. O sıra dışarı çıktığında hastanın çocukları ona ‘amca bize çok kızdı, babanız her şeyi duyuyor dedi’ diye dert yanmışlar, o da ‘kocam haklı. O da yoğun bakımdaydı. Biz bir şey duymuyor zannediyorduk. Sonra komadan çıkınca bizim söylediklerimiz hep anlattı, her şeyi duydum dedi’ diye açıklama yapınca ikna olmuşlar, babalarının gönlünü almak için öyle davranıyorlarmış.

Ama yararı olmuştu. O sepsessiz yatan adam onların sorularına mezardan gelen bir sesle cevap vermeye başlamıştı. İkram ettikleri meyve suyundan da azıcık içmişti. Ama belli ki çok acısı vardı. ‘Doktor çağırın’ dedi. Doktor gelince usulca ‘çok ağrım var, biraz azaltabilirmisiniz?’ diye sordu.

O sıra hasta bana kutsal bir sfenk, bir mumya gibi gelmişti. Ona saygıyla baktım. O da gözünün kuyruğuyla sanki Hastafendiye ‘evlatlarımı uyardığınız için teşekkür ederim’ der gibi bakıyordu. Gözlerindeki kızarılıkla adeta mezardan çıkmış bir görünümü vardı veya bana öyle gelmişti.

Çocukları bir süre daha kaldılar, sonra yanında refakatçı olarak başörtülü kızıyla erkek torunu bırakıp diğerleri sabah gelmek üzere gitti. Odada yine sessizlik başlamıştı.

O saatten sonra hastafendi uyudu uyandı gözü o hastadaydı. Adı Temur’muş. Seksen yaşındaymış. Askerliği bitirince ‘ver elini İstanbul’ deyip İstanbul’a gelmiş. Geldiği yıl İstanbul’a ‘taşı toprağı altın’ diye Anadolu’dan göçün başladığı yıllar. Askerde öğrendiği askerlik ve aldığı ehliyet güvenip düşmüş İstanbul yollarına. İlk yıllar Haydarpaşa depolarından Anadolu’ya mal taşımış.

O yılları en iyi Yaşar Kemal Cumhuriyet’te çıkan röportajlarında yazar. Gelenlerin hangi işi tuttuklarını çok güzel anlatır. Menekşe balıkçılarını, Haydarpaşa’dan kayıkla Sirkeciye, Karaköy’e yolcu taşıyan kayıkçıların öyküsünü anlatır.

Aslında o yıllar Anadolu’ya göç eden insanların öyküsü, Anadolu’nun öyküsüdür. Temur Efendi de o öykünün kahramanlarından biri. Belli ki onun yaşamı da başlı başına bir yaşam kavgasının destanı, özgün bir öykü. Kızının bölük pörçük anlattıklarından bu anlaşılıyordu. Onun anlattıkları benim çok ilgimi çekmişti.

Elli yıllarda Anadolu yollarında nakliyecilik… Yol bildiğimiz yol değil. Kamyonlar desen bildiğimiz kamyonların ilk modelleri. Karda kışta ne çileli yolculuklar yapmış, ne çileler yaşamış kim bilir?

Hastafendi yetmiş sekizde Antakya’da grev yerine yetişmek için İstanbul’dan bir kamyon yolculuğu yapmıştı. Bayram arifesiydi. Şoför Adanalıydı. İstanbul’a Mersin’den meyve sarmıştı. Dönüşte yük bulamamış, ‘bir an önce bayrama evde olayım’ diye hiç durmadan geriye çevirmişti direksiyonu. O sıra İstanbul’a bir toplantı için gelen Hastafendi de İstanbul’da kalıp boşuna masrafa girmeden Antakya’ya dönmek isteyip, Topkapı’da otobüslerde yer bulamayınca birileri ‘Kumkapı’ya in. Orada arabalıya binmek için sıra bekleyen o taraf giden çok kamyon bulursun’ deyince Adanalı kamyoncunun arabada bulmuştu kendini.

O sıra anlatmıştı Adanalı şoför o yollardaki yolculukları. Yaşıyorsa o da seksene gelmiştir çoktan. Yani Temur efendinin yaşındadır. O da kamyonculuğa elilerde askerde aldığı ehliyetle başlamış. İlk kullandığı araba ‘Volvo Taygır’ mış. ‘Arabanın kralıydı o’ demişti. ‘Şimdikiler gibi olmasa da çok güçlü kamyondu’ diye övmüş, uzun uzun o yıllarda yaşadıklarını yol boyu anlatmıştı.

‘Nerden nereye? Herhalde Temur efendi de ilk kez Volvo kullanmıştır’ diye düşündüm. Gözümde karşımda up uzun yatan Temur efendiyi Volvo kamyon üzerinde canlandırmaya çalıştım. (devam edecek)

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..