Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Haziran '14

 
Kategori
Deneme
 

Öykülerle yolculuk (dokuzuncu bölüm)

Öykülerle yolculuk (dokuzuncu bölüm)
 

Öykü demeti


O sırada öğretmenin orada sessizlik vardı. Temur Efendinin oğlu doktora babasının kanser olduğunu söyleyince öğretmenin hanımı gözünün kuyruğuyla kocasına baktı. Öğretmen de duymuştu Temur efendinin kanser olduğunu. Kurbanlık koyun gibi karısına ‘mel mel’ şaşkın bakıyordu. Öğretmenin eşin kocasının o zavallı halini, şaşkın bakışını görünce içi acıdı.
 
Günlerdir kendine kan kusturan sanki o değil de başkasıymış gibi yanına kadar gidip elini sıktı. Usulca ‘sıkma canını. Bak ne beterleri var. Sıkma canını. Doktor ne dedi?’ deyince öğretmen aynı şaşkınlıkla ‘ne demişti?’ diye sordu. Eşi usulca ‘kendine iyi bakarsan ilerlemez demişti ya. Ben sana çok iyi bakarım merak etme’ dedi.
 
Öğretmen önce karısına sonra oksijen makinesine baktı. Gece sabaha kadar, sonra sabah iki saat, akşam iki saat bu makineye bağlı kalacağı aklına gelince içini sıkıntı kapladı.
 
Eşi öğretmenin oksijen makinesine bakarken hafif renginin değiştiğini fark etti. Elini daha kuvvetle sıkarken biraz daha eğildi. ‘Bozma moralini. Yandaki gibi olsan halimiz nice olurdu?’ dedi.
 
Öğretmen günlerdir rahatsız ettiğini bildiği eşinin bu şefkatli yaklaşımıyla biraz moral kazanmıştı. O da eşinin elini sıkarken ‘çok sağ ol senin hakkını ödeyemem’ dedi.
 
Böylece Temur efendi bilmeden karı koca arasındaki buzları eritmiş, birbirine sıkıca sarılmalarını sağlamıştı. Bilseydi ne derdi kim bilir? Ama görünüşünden adam gibi adam birine benziyordu. Bence kesin çok mutlu olur ‘bırakın hastalığı da birbirinize iyi sarılın. Bak ben buradayım, eşim burada değil. Öğretmen karın kıymetini iyi bil’ derdi garanti.
 
Hakikaten Temur efendinin eşi gelmemişti. Kızı laf arasında üç erkek, ikisi kız beş kardeş olduklarını, kendinin ve kız kardeşinin babalarıyla arkadaş gibi çok anlaştıklarını, annelerinin bunu çok kıskandığını söylemiş; sonra gülerek ‘o yüzden annemiz bizi çok sevmez’ demiş. Sonra ‘şaka şaka’ demişti.
 
Ama o istediği kadar şaka desin Hastafendi de kızlarına çok düşkündü, eşi veya yakınları laf arasında ‘bu kızları sen doğurdun galiba?’ diye kızlarına olan düşkünlüğünü ironik eleştirirlerdi. Gerçi eşi de kızlarını çok severdi, ama kızlarının birçok işini adeta ona havale etmişti.
 
Temur beyin kızı öyle söyleyince belli ki Hastafendi kızlarını özlemişti. Büyük kızı yurt dışındaydı. Küçük kızı annesiyle nöbetleşe refakatçilik yapıyordu. O kızını kıyamadığı için pek gelmesini istemiyordu. Ama şimdi özlemiş eşine ‘telefon et de bu akşam kız’ beklesin dedi. Eşi şaşırarak ‘dün ısrarla gönderiyordun, ne oldu?’ deyince ‘özledim’ dedi.
Eşi kızına telefon etmek için dışarı çıkarken Hastafendi ‘bir dakika ben de geleyim’ dedi. Bir iki gündür kendi işini kendi görebiliyordu. Eşi kalkması için yardım etmek isteyince ‘ben inerim’ dedi. Yataktan inip bastonunu aldı ve eşine ‘hadi birlikte ziyaretçi salonunda oturalım’ dedi.
 
Eşi Hastafendeki bu ani değişikliği anlamamıştı. Birlikte dışarı çıkıp ziyaretçi salonuna geldiler. Eşi ‘kızı arayayım mı?’dedi. Hastafendi ‘vazgeçtim arama’ diye cevap verdi. Eşi şaşırmıştı. ‘hem çağır gelsin diyorsun, sonra gelmesin diyorsun. Bu ara çok acayip oldun’ dedi. Hastafendi içinden ‘lahavla’ çekip eşine ‘sus ve dinle. Sen benim içimdeki fırtınaları anlayamazsın. Yeni gelen hasta kanser… Her an ölebilir. Kızımın bunu görüp üzüleceğini düşündüğüm için gelmesin dedim. Sen de sabah git. Ben çağırmadan gelme’ dedi.
 
Eşi bu açıklamaya rağmen alınmıştı. ‘Sen bizi istemiyorsun. Nasıl olur, ele güne ne deriz sonra’ dedi. Hastafendi ‘bırak sen eli günü. Ben ne diyorsam o olacak. Görüyorsun size ihtiyacım kalmadı. Senin de burada sersefil olmanı istemiyorum. Gerektiğinde ararım gecede gündüzde gelirisiniz’ diye ısrarlı olunca eşi onu tanıdığı için kabullenmek zorunda kaldı.
 
O gece öyle geçti. Ertesi sabah öğretmen hazırlandı. Eşinin verdiği moralle daha iyiceydi. Az sonra oğulları da geldi. Taburcu işlemlerini yapıp eşyalarını yüklenip odadakilerle, tabi Hastafendiyle vedalaşıp gittiler. Daha öğretmen yenice çıkmıştı, onun yerine hemen bir hasta geldi. Hurşit’in yatağına da gençten biri geldi. Oda yine dolmuştu. Hastafendinin eşi bu sırada dışarıdan kızını aramıştı. Sanırım ‘babam bizi istemiyor’ demişti ki, kızı soluk soluğa geldi. Bu duruma Hastafendi çok kızdı ama sabretti. Kızıyla hoşbeşten sonra birlikte salona çıktılar. Hastafendi kızına niye ‘gelmeyin’ dediğini ayrıntılı anlattı. Kızının ‘gariban gibi burada tek başına seni bırakamayız olmaz’ deyişine, ‘kızım gariban da insan. Hem ben iyiyim. Bak yeni gelen genç de var. İyi birine benziyor. Sen şimdi git. Anneni de öğleden sonra göndereyim. Çağırınca gelirsiniz. Sizin burada böyle rezil olmanız beni daha çok üzüyor’ diye ayrıntılı anlatınca kızı ‘bak baba gecede gündüzde armazsan çok küserim bak’ falan dedi.
 
Hastafendi böylece kızını ikna edip yolladı. Sırada eşi vardı. Ona da ‘ben uzanacağım, sen biraz dolaş’ dedi. Öğretmenin yerine gelen hastayı çok kasıntı bulmuş ‘bununla da işimiz var’ diye söylenmişti. O sıra eşi de aşağı kantine su vb. ihtiyaçları almak için aşağı indi. Yeni gelen genç Kürt’müş. Ağzından kan gelince tüberküloz şüphesiyle burada tedaviye almışlar. O da yatalak olmadığı için dışarı içeri girip çıkıyordu. Az sonra gelen eşi o çocuk için ‘Çocuk Kürt’müş. Ay vallahi biraz konuştuk. Çok acılar yaşamış. Köyleri boşaltılınca buraya gelmişler. Babaları öldükten sonra çok zor günler yaşamışlar. Senden  bahsettim… Kürtleri çok sever dedim. Seninle tanışmak istiyor’ dedi. Hastafendi eşinin böyle ayrıntılı anlayışlarına alışkındı. Sıkılmadan dinledi. Sonra ‘sen şimdi git. Ben çağırınca gelirsin. Ben o çocukla tanışırım’ dedi.
 
Eşi Hastafendinin ‘dediğim dedik’ huyunu bildiği için usulca hazırlandı. Bir şey olunca çağırması için sıkı sıkı tembih edip gitti. Eşi gidince Hastafendiye baktım. Sanki ağır bir yükten kurtulmuş gibiydi. İçinden ‘oh rahatladım. Kafamı dinlerim’ diye geçirdi. Gerçekten en çok canını sıkan birilerini rahatsız etmekti. Kendi kendine yeterli hale gelince eşinin, kızının burada perişan olmasına razı gelemezdi. Ayrıca nedense hep yalnızlığı severdi. Yalnız kaldığı anlar ileriden geriden yaşadıklarını, tanıdıklarını hatırlamayı severdi. Onun bu huyu benim de çok işime yarıyordu. Bu şekilde sayesinde bu öykü yolculuğunda anlatacağı bir çok şeyi ben de ondan duyup hafızaya almıştım. Yeri geldikçe onlardan bölümleri öykü yolcularına anlatacağım.
 
Şimdi gözüm Temur Efendi de idi. Onun yıllar öncesinin şoförü olması aklıma Hastafendinin tanıdığı birini Arap Abdurahmanı getirdi. O da akciğer kanserinden ölmüştü. Arap Abdurahmanın Araplığı esmerliğinden değil, baya teninin Afrikalılar gibi siyahlığından geliyordu. Zaten Afrika kökenliydi. Anneannesini şimdi yaşadığı yerin eşrafından Hacı Nuri hacıya gittiğinde hacılık nişanesi olarak yanında getirmişti. O anneannesini hatırlıyordu. Çünkü ona dedesinden pek bahsedilmemişti. Zaten anneannesi o çok küçükken ölmüştü. Onu fazla tanımıyordu. Adı Fatmaesiydi. Etiyopyalıymış. Mekkeli biri köle olarak yanında bulunduruyormuş. Sanırım Hacı Nuri onu o Mekkeliden satın almış.
 
Orasını kimse iyi bilmiyordu. Zaten Hacı Nuri de hacıya 1900 lerin sonlarında gitmişti. Hacı Nuri köyünün ileri geleniydi. Aslında o yörenin namlı baş pehlivanıymış. O yıllarda hacıya gitme olanağını Keziban Hanımla evlendikten sonra onun mallarının üzerine konunca bulmuş. Keziban Hanım da hanım olmadan önce Hacı Nuri’nin köyünde aynı köyden Süleyman efendinin kızıymış. Yani köylü kızı… Hanımlık ünvanını Yüzbaşıyla evlendikten sonra almış.
 
Sanırım bu bölük pörçük anlatımlarım sizi sıktı. Ben şunları; yüzbaşı kimmiş, Keziban kimmiş, Hacı Nuri Keziban Hanımın mallarına nasıl konmuş; dipten sanki o yılları yaşamış biri gibi anlatayım da iyi anlaşılsın. Nasıl olsa yol uzun vakit var. Hastafendi Süreyya paşadaki tedaviyle daha ömrünün birkaç yıl daha uzadığını düşünüyor. Çünkü tedavi iyi gidiyor. Onun için ‘vakit var’ dedim.
 
Neyse Hastafendinin yaşadığı yer bir zamanlar beylerin arazisi imiş. O yörede oturan köylüler beş altı çiftlikte o beylerin yanında yarıcı olarak çalışırmış. O yıllar Osmanlının yılları. Yöre beylerinin her birinin birbirine karşı ve yarıcı olarak çalışan köylere karşı baskı amacıyla kullandıkları eşkiyası varmış. O eşkiyalara bey zulmüne karşı çıkıp dağa çıkanlar da eklenince ortalık eşkiyadan geçilmez olmuş.
 
Köylüler muzdarip, eşkiyaları kontrolden çıkan kimi beyler muzdarip; bağlı oldukları sancağın kaymakamı marifetiyle İstanbul’a telgraf üstüne telgraf çektirmişler. ‘Aman biz eşkiyalardan öldük bittik. Zatı şahanelerinin himmetine muhtaç kaldık’ diye.
 
İstanbul hükümeti de padişahın emriyle eşkıya takibinde deneyimli bir yüzbaşı kumandasındaki müfrezeyi görevlendirmiş. Görevlendirilen yüzbaşı, müfrezesi ile birlikte önce kasabaya gelip bölgede asayişi sağlamak için çalışmalara başlamıştı. Yüzbaşı önce bölgeyi tanımaya çalıştı. Bu çalışmalar sonunda bölgedeki asayiş bozulmasının asıl nedeninin, çevredeki çiftliklerin arasındaki çekişmeler olduğunu gördü.
 
Bunu tespit eden yüzbaşı önce çiftlik beylerini toplar. Onları eşkıya beslemekten vazgeçmeleri için uyardı. Uyarılara kulak asmayan bazı beyleri kendi usulünce şiddetle cezalandırıp dağlarda sıkı bir eşkıya takibine girer. Onun bu aldığı tedbirler oldukça işe yaramış; özellikle yüzbaşının şerrinden korkan beylerin eşkiyalarını geri çekmesiyle, kısmen asayiş sağlanmıştı.
 
Ancak bölgede asıl dehşet saçan ve hiçbir beye bağlı olmadan yaşayan bir eşkıya çetesi vardı. O çete kimseye aldırmadan, hatta yüzbaşı eşkiya takibine başladıktan sonra şiddetini daha artırıp baskın, adam kaçırma, çiftlik basma gibi benzeri eylemlere devam ediyordu.
 
Dağdaki kendi adamlarını yüzbaşının baskısıyla geri çeken beyler; bu eşkiyaya karşı korumasız kaldıklarını söyleyerek yüzbaşıdan bu eşkiyayı yakalamasını ısrarla istiyordu. Öyle ki eğer bu eşkıya yakalanmazsa, yüzbaşının otoritesi sıfıra inecekti. Bunu gören yüzbaşı bu çetenin takibine çıktı.
 
Ama Çopur Ali namlı bu eşkiyayı ele geçirmek hiç de kolay değildi. Çopur Ali şeytan gibi bir adamdı. Ayrıca çok gözü karaydı. Çevredeki dağları avucunun içi gibi biliyordu. Ayrıca şerrinden korkan hiçbir köylü onunla ilgili bilgi vermiyordu. Bu nedenle yüzbaşının köylerde kurduğu, diğer çeteleri ele geçirmekte işe yarayan istihbarat ağı hiçbir işe yaramıyordu.
 
Yüzbaşı takip ettiği bu eşkiyayı ciddiye almak zorunda olduğunu gördü. Hani “yiğidi öldür, ama hakkını ver” deyişinde olduğu gibi; Çopur Ali namlı eşkiyanın kolay lokma olmadığını kabul etmişti. Artık bütün mesaisini bu eşkiyanın takibine vermişti. Çevrede herkesin, hatta inlerinde sinen diğer çetelerin bile dikkatle takip ettiği, konuştuğu tek konu Çopur Ali ile yüzbaşının arasındaki mücadele idi.
 
Yüzbaşı bunun farkında, hırslanıyordu. Ama bu işin öyle hırslanmayla, afra tafrayla olamayacağını da yaşayarak görmüştü. O da aynı Çopur Ali Çetesi gibi bir tertibe girdi. Müfrezeyi guruplara ayırdı. Çopur Ali çetesinin etrafında çok geniş bir çember oluşturdu. Çetenin köylerdeki desteklerini kontrol altına aldı. Ve bütün çıkış yollarını tıkayarak, yavaş yavaş çemberi daralttı. Bu takip haftalarca sürdü.
 
Yüzbaşı mürezesiyle birlikte en az çete kadar dağları, bölgeyi tanır olmuştu. Bu yoğun takip Çopur Ali’yi bunaltmıştı. Ama o yinede yüzbaşıya meydan okumaya devam ediyordu. Öyle ki bölgede efsane olmuştu. Köylerde Çopur Ali’yle ilgili ona kurşun değmediği; istediği an bulutlara karışıp kaybolduğu gibi, saçma sapan da olsa söylentiler almış yürümüştü. Yüzbaşı bir gün Çopur Ali’yi yakalasa bile bu söylentilerden dolayı, bunu kimseye inandıramayacağını biliyordu.
 
Bu düşünce ve kaygılarla, takibi daha yoğunlaştırdı. Çember çok daralmıştı. En sonunda Batı Torosların güney-batı yakasında bir geçitte çeteyle karşı karşıya geldi. Çopur Ali çemberin kapandığını görmüştü.  Şiddetli bir çatışma başladı. Çatışma iki gün geceli- gündüzlü sürdü. Müfrezeden yaralanalar vardı. Üç asker de şehit olmuştu. Ama sonunda Çopur Ali ve çetesi tamamen imha edildi.
 
Yüzbaşı yaralılar ve şehit olan askerlerin cenazesi ile birlikte Çopur Ali’nin ölüsünü kasabaya getirdi. Şehit cenazelerini usulünce defnetti. Ama birçok kişi Çopur Ali’nin öldüğüne inanmıyor, bulutlara karışıp gitmiş diyorlardı.
 
Yüzbaşı Çopur Ali’nin kafasını kestirip bir sırığın ucuna geçirdi. Günlerce çevre köylerde, çiftliklerde dolaştırdı. Herkes Çopur Ali’nin ölüsünü gözüyle gördü ve öldüğüne inandı zannetmeyin. Birçok köylü gördüğü halde, Çopur Ali’nin öldüğüne asla inanmadı. Ama yüzbaşının öldürdüğü bir eşkiyanın kellesini sırığa takıp dolaştırması herkesi korkutmuştu.
 
Bu olay yüzbaşıyı rahatlattı. Artık bölgede bir süredir gezintiye çıkmış gibi dolaşıyordu. Çevrede yeni dostlar edindi. Bu yeni dostlarıyla sık, sık ava çıkıyordu. En çok da o çiftliğin olduğu bölgede kalıyordu. Burada çevrenin namlı pehlivanlarından Nuri Pehlivan’la arkadaş oldu. Nuri Pehlivan sırtı yere gelmemiş namlı bir başpehlivandı. Çevrede herkesin sevip saydığı bir kişiydi. Oturaklı, lafı sözü dinlenir, mert biriydi. Herkesin korkup sindiği yüzbaşıyla sanki onun eşitiymiş gibi konuşuyordu.
 
Onun bu tavrı yüzbaşının çok hoşuna gitmişti. Sık sık birlikte ava çıkıyorlardı. Karargahı onun köyünün çayırına kurmuştu. Ama daha çok Nuri Pehlivan’a konuk oluyordu. O gün yine orada gecelemiş, ertesi günü birlikte ava çıkmışlardı. Avlandıktan sonra birlikte atlarıyla köye dönüyorlardı. Köyün ekili tarlalarının içindeki yoldan ilerlerken, karşıdan iki kişinin geldiğini fark ettiler. Yakınlarına geldiklerinde bu iki kişinin, biçtikleri otları sırtlarına yükleyip köye dönen iki kadın olduğunu gördüler.
 
Yüzbaşı bu iki kadının yanından geçerlerken, biriyle göz göze gelince içi titremişti. (devam edecek)
 
 
 
 
 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..