Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Eylül '14

 
Kategori
Deneme
 

Öykülerle yolculuk (yirmi sekizinci bölüm)

Öykülerle yolculuk  (yirmi sekizinci bölüm)
 

Öykü demeti


Garson çayları bırakıp gitti. Hastafendi şekeri menüsünden çıkaralı çok olmuştu. Onun şekerleri kenara çekip şekersiz çayı içmek için eline alması dayının dikkatini çekti. Kendisi iki şekeri de çayının içine koyup karıştırırken “ben şekersiz edemiyorum. Halbuki doktor yasakladı” dedikten sonra bardağı eline aldı ve karşı tarafa doğru işaret etti. “Biliyor musun? Şu karşıda görünen kısımlar ben geldiğimde yoktu” dedi.     

İstanbul’un o yıllar çok tenha olduğunu söylerken oturdukları yeri ve çevresini işaret edip “buralar hep denizdi. O yıllar Şirketi Hayriye’nin vapurları vardı ‘yandan çarklı’. Karşıdan buraya saatte bir gelip giderlerdi. O vapurlarda en çok İstanbul’a iş için gelenler önlerinde simsarlarıyla birlikte onlar olurdu.

Kadıköy’e trenle gelip Ferhat’ın kahvede veya Harem’de iskelenin hemen ilerisindeki kahvede toplananlardan simsarlar adam seçer alır karşıdaki inşaatlarda çalışmak üzere vapura bindirip götürürdü” dedi ve gülümseyerek devam etti “O sıra o ilk kez vapura binecek olan insanların vapurun gelmesini beklerken ki halleri aklıma geldi. Hayatlarında ilk defa vapura binecekler. Aralarında dua eden mi ararsın? Son anda ‘ben vapura binmem diye’ ayak direyip gitmekten vazgeçen mi ararsın? Vapurların önünde kaynaşıp dururlardı” dedikten sonra ‘sen şimdi bana sen bunları nerden biliyorsun? Sen denizden korkmadın mı?’ diyeceksin. “Hiç korkmaz olur muyum? Ben de ilk defa vapura bindiğimde çok korkmuş, bildiğim bütün duaları okuyordum. Benim bu halime de Hayri çok gülerdi” dedi.

Hastafendinin “Hayri de kim?” der gibi baktığını görünce “doğru ya ben sana onu anlatmadım. Vapuru görünce aklıma geleni anlattım” dedi ve devam etti.

Hayri Remzi Usta’nın büyük oğluymuş.

Remzi Usta ona “hadi bakalım eve gidelim. Bugün bende kal. Sana sonra kalacak yer ayarlarım” deyince Remzi ustayla onun evine geldiğinde tanımış Hayri’yi.

Remzi usta’nın evi Fikirtepe’de büyük bahçe içindeymiş. Bu ev Remzi Ustaya babasından kalmış. Evlendikten sonra da babasıyla bu evde altlı üstlü oturmuşlar.

Remzi ustanın babası da ustaymış, ‘hem de ne usta?’. Bütün Kadıköy’de onu tanımayan yokmuş. ‘Hayri Usta’ dedin mi? Akan sular dururmuş. Onlar Bayburtluymuş. Dedesi İstanbul’a göçtüğünde henüz padişah işbaşındaymış.

Yanında üç kızı bir oğluyla gelip Fikirtepe’de evin olduğu büyük bahçeyi satın almış. O yıllar Fikirtepe ve etrafı hep bağlık bahçelikmiş. Etrafta in cin yokmuş. Dedesinin evi İstanbul işgal edildiğinde işgale karşı direnenlerin adeta sığınağı olmuş.

Dayı bunları anlattıktan sonra “konuyu çok dağıtmayayım. Zaman olursa onları da anlatırım. Ben sana kendimi anlatayım” dedi.

Remzi ustayla evine gelmişler. Karısının adı Ayşe’ymiş. Giritliymiş. Babasının arkadaşı ve iş ortağı Cafer usta varmış. Arkadaşlıkları çok ileriymiş. Ayşe Cafer ustanın biricik kızı… Cafer usta Hayri ustanın yanında tanıdığı Remzi ustayı çok severmiş. Remzi usta bayramlarda gidip gelirken görmüş Ayşe’yi. Sonra nasip olmuş evlenmişler.

Ayşe yenge çok esaslı kadın olmuş. Remzi ustaların evini çekip çevirmiş. Babasını babası, anasını anası bilmiş. Aynı sofrada geçmiş ömürleri.

Remzi usta da Ayşe’nin bir dediğini iki etmemiş.

Bunları Remzi usta dayıya kız istemeye gitmeden önce anlatmış. “inşallah sana isteyeceğimiz kız da Ayşe yengen gibi olur. Çünkü arada ben varım. Baban seni bana emanet etti” demiş.

Dayının karısı da Giritliymiş. Daha doğrusu ailesi oradan göçmüş. Karısı burada doğmuş, ama kanındaki Girit’lilik varmış tabi. Çok otoriter, ama dayıya çok saygılı bir kadınmış.

Dayı burada güldü “hiç hissettirmeden bana her dediğini yaptırdı. Sonraları fark ettim. Evin reisi ben değilmişim, asıl reis oymuş” dedikten sonra “sağolsun her sıkıntıma ortak oldu. Babam vefat edince anamı yanıma aldım. Kendi anası gibi onu da baktı. Bana da iki oğlan iki kız evlat verdi. Onları da öyle terbiye etti ki; hepsi tam istediğim gibi oldu. Bize karşı saygılı, birbirlerine sevgili” dedi.

Çocuklarından anlatırken onlarla övündüğü belliydi. Burada Hastafendi lafa girdi “doğru söylersin dayı. Çocuklar insanı ya vezir, ya da rezil edermiş. Hani yeri geldi de söyleyeceğim. İki kızım var. Bu güne kadar beni hiç üzmediler. Aklıma gelince bile canıma can katarlar” deyip uzu uzun çocuklarından bahsetti. Sonra gülümseyerek “dayı lafını kestim kusura bakma” dedi.

Dayı onu ilgiyle dinliyordu. O böyle deyince “ne kusuru yeğen. Öyle bir anlattın ‘canıma can katarlar’ deyişin var ya. İşte onun değerini kimse biçemez” deyip geçmişe döndü.

“İşte o akşam Remzi ustayla gelince karşılaştığım Ayşe yenge böyle bir kadındı” dedikten sonra anlatmaya devam etti.

Remzi ustanın iki oğlu bir kızı varmış. Büyük oğlunun adı Hayri… Dayıyla aynı yaşta… Öteki oğlunun adı da Cafer… Yani kendi babasıyla Ayşe Yengenin babasını oğullarında yaşatmış. Kızı Hayri’nin küçüğüydü. Adı Esma’ydı. Onu yanında çalışan Necati ustaya vermiş. Necati usta tipik Karadenizli,  Rize’nin çay elinde neşeli biri… “Onunla ertesi gün inşaatta tanıştım” dedi ve devam etti.

Remzi usta beni karısına ve aynı bahçe içinde kendi yaptıkları evde oturan oğulları Hayri ve Cafer’le tanıştırmış. Hayri ve Cafer’in evleri ayrı olsa da özellikle akşam sofraları babasının evinde birlikte olurmuş. Hayri’nin karısı Remzi usta’nın Boşnak arkadaşı Recep’in kızıymış. Cafer’in karısı da Ayşe yengenin Arnavut komşularının kızıymış.

Damadı hemen ileride küçük bahçenin içinde kendi yaptığı evinde oturuyormuş. Onlar hafta sonları Remzi ustanın evinde hep birlikte olurmuş.

O akşam aynı sofrada birlikte yemek yedikten sonra epey sohbet etmişler. Remzi usta dayının babasından bilgiler almak için dayıya çok soru sormuş. Sonra dayının babasıyla askerlik anılarını anlatmış uzun uzun.

Öyle tatlı bir sohbet ortamı içinde Remzi ustanın karısı, oğulları dayıyı sımsıcak bir yuva duygusu yaşatmışlar.

Ertesi gün erkenden kalkılmış. Çünkü inşaat epey uzaktaymış. Şimdi olduğu gibi öyle dolmuş taksi de yok tabi. Yolda şansına çıkarsa bir at arabası onun üzerinde veya yayan inşaata gider gelirlermiş.

Sabahleyin erkenden yaptıkları kahvaltı sonrası Remzi usta ve Hayri’yle yola düşmüşler.

Remzi Usta yolda ona “sen şimdi ustayım deme. Çünkü ustalık bir duvar örmekle olmaz. Usta dediğin komple olmalı. Duvardan, sıvadan en önemlisi de kalıptan anlamalı” deyince dayı “kalıp da neymiş?” gibi bakmış.

Çünkü o babasıyla hep kerpiç ve taş evler yapmışlar. Öyle kalıp beton ne bilmezmiş.

Remzi usta dayının “kalıp da neymiş?” der gibi baktığını görünce gülmüş. “Belli ki sen kalıp görmemişsin. Kalıp inşaatın esasıdır. Çünkü buralarda inşatta demir çimento kullanılır.

Usta dediğin kalıpçılıktan mutlaka anlamalı. Çünkü inşaat giderek fennileşiyor. Karşıda dört beş katlı binalar hep demirli çimentolu harçla yapılır.

Sen bunları benim damattan Necati’den öğreneceksin. Necati biraz neşeli, hatta gevezedir, ama hoş adamdır” demiş.

Böyle konuşa konuşa inşaata gelmişler. Remzi usta onlardan ayrılıp yandaki inşaata geçmiş. O sırada geldikleri inşatta Necati usta işçilere çoktan işbaşı yaptırmış. Onları görünce gülerek “oho beylerime, ha gelmeseydiniz da. Biz işleri yapayruk nasıl olsa” diye seslenmiş.

O sırada ilerden Remzi ustayı görünce “şaka yapayrum şaka. Ha pu uşak da kimdir da?” demiş. O sıra yanlarına gelen Remzi Usta Necati ustaya “Necati usta bu uşak benim asker arkadaşımın oğlu. Buraya çalışmak için gelmiş. Onu sana telim edeceğim. Biraz ustalığı var, ama kara ustalık. Yetiştir onu göreyim” deyince Necati usta dayıya bakıp “baba benim bu uşağa gözüm tutti. Kumaşı da iyi gibi… Ben onu bir kesip biçeyum da siz o zaman onu görün da” deyince dayı biraz utanmış, ama Remzi usta ve Hayri gülmüşler tabi. Remzi usta Necati ustaya “göreyim seni” deyip inşaata dolaşmaya çıkmış.

Dayı bunları anlattıktan sonra “Çok iyi ustaydı rahmetli. Ne öğrendimse ondan öğrendim” dedi.

Sesi biraz mahzunlaşmıştı. Sonra kendini topladı. “Ya işte böyle yeğen insan eskiye dalınca böyle duygusallaşıyor” deyip devam etti.

Necati usta Karadenizliliğin sıcaklığı ile kabul etmiş onu. Sonra alıp inşaatı dolaştırmış. Sonra inşaatın biraz ilerisinde bir barakaya götürüp “ha burda uşaklar yatıp kalkayu” demiş.

Remzi usta o inşaatın bahçesine Necati ustaya önce bir baraka çaktırmış. İnşaatta çalışan gurbetçi işçileri burada yatırıyormuş.

Necati Usta ona baraka içindeki boş bir ranzayı gösterip “haçan sen de burada kalırsın da” demiş.

Böylece yatıp kalkacağı yer de belli olmuş. O gün akşama kadar Necati ustanın yanında çalışmış. Akşama Remzi ustalarla birlikte eve gelmiş. Ertesi gün bavulunu inşaata malzeme taşıyan arabaya yükleyip inşaata gelmiş. O günden sonra üç dört ay o inşaatta çalışmış.

Bunları anlattıktan “sonraları hükümet karar almış. Bağdat caddesinde tramvayı da kaldırıp o cadde üzerinde yapılaşmayı yasakladı. Yolun iki tarafındaki bağ bahçeleri de istimlak etti. Ondan sonra Kadıköy Florya, Çamlıca, Ankara caddesi üzerinde sağlı sollu yapılan fabrikalara yakın yerlerde ve İstanbul’un diğer semtlerinde kat yüksekliğini artırınca; her tarafta inşaatlarla doldu taştı. Dolayısıyla çok fazla ve işçiye ihtiyaç oldu. Trenlerle otobüslerle akın akın İstanbul’a gelenler yine simsarlar tarafından toparlanıp, toparlanıp bu inşaat sahalarına götürülmeye başladı. İşte o sıra ben de Remzi ustanın büyük oğlu Hayriyle birlikte sıkça Kadıköy’e Ferhat’ın kahveye iniyor simsarların görmediği veya simsarlardan kurtulup gelen işçilerden inşaata adam alıyorduk. Onları o sıra tanıdım. Üç kişiydi. Karşıda Karadenizli bir simsarın götürdüğü inşaatta yatıp katlıkları yere hayvan bağlasan yatmazmış. Yedikleri, içtikleri de öyle. Pislikte kokmuşlar adeta… Yevmiyeleri onları götüren simsar dağıtıyormuş. Simsarın yevmiyelerinden anlaştıklarının iki misli fazla kestiğini fark edince bu üçü bir olup simsarı dövmüş. İnşaattan kaçmışlar. Sora sora karşıya geçmişler” dedi.

Ferhat’ın kahvesinin hemen yukarısında bekar evlerinde birinin hemşerisinin yanında kalıyorlarmış. Niyetleri memlekete geri dönmekmiş.

Dayı onları dinleyince çok üzülmüş. Kendinin de gurbetçi olduğunu söylemiş. Remzi ustayı methetmiş. Onun simsarlarla iş yapmadığını yattıkları koğuşların çok temiz olduğunu, banyo yapmak için ayrı yerlerinin bile olduğunu anlatmış.

Üçü de güçlü kuvvetliymiş. Yani tam Remzi ustanın istediği gibi amelelermiş. Onları, kahveden de Kırşehir’den gelen iki ustayı alıp gitmişler.

“O sıra gördüm bekar evlerini” dedi. Her odada onbeş yirmi kişi üst üste yatıyormuş. Her yer pislik içindeymiş. O odalara adam başına ayda on onbeş lira veriyorlarmış.

Dayı bunları anlattıktan sonra soluklandı. Hastafendi “dayı yorulduysan burada keselim. Sonra vaktin olursa yine buluşuruz. O zaman devam ederiz” dedi, ama aslında içinden “devam etse bari” diye geçiriyordu.

Dayı sanki onun içinden geçeni anlamış gibi “yeğen aslında yoruldum, ama burada kesmeyeyim. Lafın sonuna varmadım. Oraya varıncaya kadar senin çok işine yarar bilgiler vereceğimi umuyorum. O zaman nokta koruz. Dediğin gibi ondan sonrası için olmazsa sonra devam ederiz” deyince Hastafendi keyif olmuştu. “Sağ ol dayı” dedi ve garsona iki çay daha söyledi. Dayıya “içeriz değil mi dayı?” diye sormayı da ihmal etmedi. Dayı “tabi yeğen içeriz” deyince bekleyen garsona iki de su söyledi.

Garson çayları getirinceye kadar ordan buradan söyleştiler. Hastafendi şekersiz çayını içerken, dayı iki şekerli çayını karıştırıp içmeye başladı.

Çaydan bir iki yudum aldıktan sonra “birinin adı Muhittin’di” dedi.

Hastafendi o sıra dalmıştı… Dayı “birinin adı Muhittin’di” deyince irkildi.

Dayın onun dalgınlaştığını fark edince açıkladı. “O üç işçinin canım. İkisi Erzurumluydu. Dadaş olanın adı Muhittin’di. Öteki Horasan’lı Kürt’dü. Adı Ahmet’ti. Üçüncüsü Ağrılı Nizam’dı. O da Kürt’dü.

Azizim bunlar bizim Necati ustayla bir kaynaştı, anlatamam. Sen bilmezsin aslında kalıpçı ustaları, hele Necati usta gibi baş usta olanlar çok çalımlı olur, ama Necati Usta öyle değildi. Ve bu üç ameleyi çok sevdi. Muhittin’le Nizam’ın sesi çok güzeldi. Nizam Kürtçe bir uzun havaya başlasın, arkasından Necati Usta Karadeniz’in oynak türkülerinden girerdi. Muhittinse tam dadaş…

Amele mamele, ama çok mağrur. Omzuna koyduğu harç tenekesini tahta merdivenleri tırmanıp kolonlara dökerken sen sanırsın Bar’a çıkmış. Yani Bar oynuyor” dedikten sonra kafasını öne eğdi, sanki o günleri hatırlamıştı “ne güzel insanlardı onlar” dedi.

Yine mahzunlaşmıştı…

“Nizam sözlüymüş. Başlık parası için gelmiş. Bizimle çalıştığı yerde iyi para alıyordu. Başlığı biriktirirken adeta gün sayıyordu. Parayı bitirir bitirmez köyüne gidip sözlüsünü alacak.

Çok yiğit oğlandı. Neşeliydi de. Yemek molalarında Necati usta oynak Karadeniz Türkülerine başlayınca Muhittin, Ahmet, Nizam kalkıp ‘ha uşak’ deyip tempo tutarak hora teper, oradakileri güldürmekten kırar geçirirdi.

O gün Nizam kolonun üstünde elinde bir kazık dökülen harcı şişliyor” dedikten sonra Hastafedi’ye açıklama yaptı. “O zamanlar şimdiki gibi vibratör yok. Varsa bile o inşaatta yoktu. Ameleler harcı getirip kolon kalıplarına boşaltınca biri elinde kazıkla betonu sıkıştırırdı” dedi.

Hatafendi işgüzarlık yapmamak veya lafı bölmemek için kendi mesleğinin asıl inşaatçılık olduğunu söylemeden bunu ilk defa duyuyormuş gibi başıyla anladım der gibi yaptı.

Dayı bu açıklamayı yaptıktan sonra “baktım Nizam çok durgun. Yanaştım kolonun dibine. O sıra Muhittin geldi o da çok üzgün. Ahmet geldi o da öyle. Bu sırada Nizam yanık yanık Kürtçe bir türkü söylüyordu, gözü de yaşlı gibiydi.

Ben Muhittin’e ‘ne oldu?’ der gibi baktım. Muhittin bir şey demeden tenekeyi boşlatıp merdivenden inince peşi sıra gittim. Nizam’dan epey uzaklaşınca Muhittin ‘abe ya, Nizam’ın sözlüsünü vermişler’ dedi. Ben ‘nasıl anlamadım?’ deyince anlattı. Gece telgraf gelmiş. Telgrafı kardeşi çekmiş. Kızın babası kızı peşin daha yüksek başlık veren birine vermiş. Nizam onun için çok üzgünmüş.

Muhittin ‘abe valla geceden beri ağzını bıçak açmıyor. Biz de ne yapacağımızı şaşırdık valla’ dedi.

Nizam akşam Remzi ustadan parasını istemiş. O da bir şey bilmediği için ‘ihtiyacı var’ diye bütün alacağını vermiş.

Nizam’ı o günden sonra gören olmadı…

Florya’da bir inşaatta çalışırken Muhittin söyledi…

Nizam doğru Ağrı’ya köyüne gitmiş. Kızın babasını da, onu alan adamı da vurup öldürmüş.

Muhittin ‘Nizam oradan İran’a kaçmış. Kardeşi geldi bizimle çalışıyor o söyledi’ dedi. Beni kardeşiyle tanıştırdı. O da aynı Nizam gibiydi, ama sanırım ağabeyinin durumuna canı sıkın olduğu için çok durgundu” dedi.

Sonra “işte böyle yeğen… Çok insan tanıdım. Çok acılara, çok mutluluklara şahit oldum. Sana bir şey diyeyim mi? O zamanlar İstanbul bir başka güzeldi. İnsanlarda bir samimiyet vardı. Biri düşkün olsa öteki o düşkünün elinden tutardı. Elbet it, puşt insanlar da vardı. Ama inan; o yılların itinde puştunda bile bir insanlık vardı. İstanbul altmışlardan sonra hızla çok bozuldu” dedi.

Belli ki çok dertliydi.

Bu sözler üzerine Hastafedinin aklına bir yaşanmışlığı gelmişti.

O askere çok geç, seksen birde gitmişti. Keşan’da Askerlik yaparken seksen ikinin Kasım’ında tutuklanıp İzmir’e getirildiği gece İnzibat merkezinde bir gece kalmış, ertesi gün sorguculara teslim edilmişti.

İşte o gece inzibat merkezindeki nezarethanede iki kişi daha vardı. Asker kaçağı. Yaşları Hastafendiyle ‘aşağı yukarı aynı’

Bunlar yıllardır asker kaçağıymış. Suç işleyip cezaevine konmuşlar. Cezaları bitince de asker kaçağı oldukları için inzibata teslim edilince oraya getirilmişler. Biri silahlı soygundan, öteki yankesicilik yaparken birini bıçakla yaralamadan cezaevine girmiş.

Soyguncu İzmir’li, yankesici Diyabakırlı konuşkan biriydi.

Diyarbakırlı anlatmıştı…

On üç ondört yaşlarındayken köylerine yakın köyden İstanbul’da oturan biri gelmiş. Onu ‘İstanbul’da çalıştıracağım’ diye babasından istemiş.

Babada evlat çok tabi…  Biraz da para alınca razı olmuş.

O adam bunu İstanbul’a getirmiş, bir de kol saati almış ona. O Kol saatine çok sevindiği söylemişti.

Neyse adam bununla getirdiği diğer çocuklara üç dört ay yankesicilik kursu vermiş, sonra salmış İstanbul caddelerine.

Dayı  “İstanbul altmışlardan sonra çok bozuldu” deyince Hastafendinin aklına bu anısı gelmişti.

Bir de yankesicinin “ben büyüyünce restimi çekip tek çalıştım. Ama bu sefer beni tanıyan aynasızlardan baş alamayınca beni aynasızların tanımadığı küçük şehir ve kasabalara gittim” dediğini ve bu arada onun Burdur Yeşilova’dan olduğunu öğrenince “sizin pazar Perşembe günü çok kalabalık oldur. Ben oraya çok gelip iş yaptım” deyince çok şaşırdığını hatırlamıştı.

Hastafendinin aklından bunları geçirirken, dayı çayını bitirmişti.

Dayı onun dalgınlaştığını görünce “ne o yeğen yine daldın” deyince o “hiç dayı aklıma bir şey geldi de” diye cevap verdi.

Aklında dayının anlattıklarından kalan sorular vardı. (devam edecek)
 

 

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..