Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Temmuz '08

 
Kategori
Anılar
 

Palu’da Ermeni hadiseleri üzerine sohbetler-4

Hadise 6.

Pembe Hanım:

İlk gelen muhacirlerden sonra, Venk’e iki muhacir aile daha getirdiler. Arkasından, zurba zurba gelmeye başladılar. Meğer muhacirlerin bir kısmı da dağlardan, Teke Deresinden aşağıya, Çay önüne doğru inmişler. Onları da Çayyukarı Bahçelerinde oturanlar bulup, Hükümete götürmüş. Hükümet onları Karşıbahçeler’deki evlere, Çarşıbaşı’na ve Zeve’ye dağıtmış.

Muhacirler per-perişandı: Hepsinin ayakları parçalanmıştı. Çoluk-çocuk bit kesmişti; hepsinin saçları, kaşları, kulaklarının içi ve arkası bembeyaz bitti. Hemen kazanları kurduk, etrafına hasavanlar çektik. Değirmenbaşı’ndan da kadın ve erkekler bize yardıma geldiler. Bir tarafta erkekler, muhacir erkekleri tıraş edip pakladılar; diğer tarafta da biz kadın ve çocukları tıraş ettik, yıkadık, pakladık. Esvaplarını ateşe atıp yaktık. Sonra ne bulduysak onlarla giydirdik.

Herkes canla başla çalışırken bir taraftan da muhacirler, köylüler; herkes Zazaca ve Kürtçe lavik [ağıt] söylüyor, hepimiz ağlıyorduk. Yürek dayanacak gibi değildi. Memlekette bir şivandır[1] kopmuştu.

Orta yaşlı bir kadını ölü diye yıkıyorduk; ben de su döküyordum. Gözleri yarı açık ve donuktu. Yüzü bembeyazdı, eti kemiğine yapışmıştı. Dudakları gerilmiş, dişleri açığa çıkmıştı. Sıcak suyu dökünce belli belirsiz, burnundan nefes çıktığını fark edince heyecanla: “Bu canlı, bu canlı!” diye bağırdım. ‘Can çekişiyor!’ Dediler ve Zemzem getirip ağzına akıtmaya çalıştılar. Dişleri kilitlenmişti. Kaşığın sapıyla dişlerini araladılar ve zemzemi döktüler. Zemzem, dudaklarının kenarından dışarı akıyordu. Derken... birden bire; “Hiii…..” diye iç geçirdi ve göğsü körük gibi inip kalkmaya başladı. Geriye sıçramışım; elimdeki saplı tas, yere düştü. Kadın nefes almaya başlamıştı. Bu defa hepimiz; “Yaşıyor, yaşıyor!” diye sevinçten bağırmaya başladık. Donuk ve hareketsiz gözlerini gökyüzüne dikmiş vaziyette, burnundan ve dişlerinin arasından epey soluklandı. Bir müddet sonra, soluk alıp vermesi sakinleşti. Kadına dokunmuyor, hepimiz onu seyrediyorduk. Tekrar kaşık kaşık zemzem verdiler. O da biz de sakinleşmiştik. Kadını giydirdik; iki kişi onu yerdeki tahtanın üstünden alıp içeriye taşıdı.

O kadına suyunu, yemeğini hep ben verdim. Sürekli tavana bakıp; “lavo mın, lavo mın...” [çocuğum, çocuğum!] diye iki gün boyunca ve sabahlara kadar inledi. Gözlerinde yaş yoktu, sanki kurumuştu.

Ane’nin sesi ve dudakları titriyordu. Mendilini çıkarttı, gözlerinde biriken yaşları sildi:

“Kendi yetimimi düşünüp, onun yerine ben göz yaşı döktüm.”

Dedi. Ane Ağlıyordu...

“Giderlerken o kadın, ellerimi tuttu, gözlerimin içine bakarak uzun uzun okşadı, sonra öptü ve kokladı. Hiç konuşamadı lâkin ben, onun ne dediğini, ne diyeceğini iyi biliyordum...”

Bir müddet sonra başını kaldırdı ve sağ elinin işaret parmağını karşısında birileri varmış gibi ileri uzatıp sallamaya başladı... kendinden umulmadık bir hiddetle:

Vur emriymiş haaa? Vuran vuruyordu zaten; Urus’u, ingiliz’i, Frenk’i, Arap’ı, Ermeni’si... n’olacak? Bir de sen vur!

Sen getir kefereyi, kaymakam muavini yap; Devletin içine sok. Nerden geldiği bilinmez Amerikalı keşişleri, şu yoksul millete karşı Ermenilerin hamisi yap. Fitne ve fesadın ini mektepler, yetimhaneler aç. Aç ve sefil Milletin gözünün içine baka baka, sanki muhtaçlarmış gibi Ermenilere oluk gibi paralar saç. Olmadı... Gavurlarla, keferelerle işbirliği et. Kefereden mebus yap...

Sonra da ‘Vur emri!’ Heee?

Diye bağırdı.

Derin, derin soluklanıyordu. Ane’yi hiç böyle görmemiştim. Rüştü Efendi de, anam da, ben de kuruyup kalmıştık... Devam etti:

Hey! Kurban olduğum Halik! Sen Adilsin, sen Cebbarsın...

Sonu ne oldu? İttihatçı denilenlerin akıl başına geldi Lâkin, Milletin de kanına girmişlerdi bir kere...

Adil’in adaletidir: Hepsi de tarumar oldu.

Bak sana anlatayım: Muhacirlerin başlarına ne işler gelmiş?

Drahini [Darahini: Bingöl-Genç]den, Muş’tan ve oraların köylerinden yola çıkmışlar. Hatta, Bitlis’in köylerinden olanlar bile vardı. Kürtçe konuşan birkaç aile dışında hepsi Zaza’ydı; Zazaca konuşuyorlardı. İçlerinde Türkçe bilen birkaç kişiydi. Muş’un ve Drahini’nin dağlarından Hün [Palu-Beyhan] yaylalarına ve buradan Palu’ya doğru gündüz saklanmış, aç ve susuz gece yol gelmişler. Dağlara ve yollara düşeli, nerdeyse bir ay olmuş dediler.

Muş’tan gelenlerden biri nakletmişti:

Ermeni komşularından biri gece geç vakit evlerine gelmiş:

‘Ermeni komiteciler sizinkileri katlediyor, buraya da gelecekler; kaçın canınızı kurtarın!’

Demiş.

İnanmamışlar. Ertesi gün sabaha karşı, adamın Varto’daki kardeşi gelmiş ve Ermeni komitelerinin Varto’da, Hınıs’ta ve çevredeki Müslüman köylerde yaşlı, kadın, çoluk-çocuk demeden katlettiklerini; bir kısım aşiretlerin de köylerini terk edip Muş’un arkasındaki dağlara çekildiklerini söylemiş.

Varto’dan gelen adam:

‘El’aziz’e gitmek için yollara düşen bir çok Müslüman’ı, Ermeni komiteciler yollarda ve yol kenarlarında katlettiler. Murat’ı bu geçeye geçmek isteyen yüzlerce Müslüman’ı ya suyun kenarında ya da suyun ortasında kurşuna dizdiler. Çoğu çocuk ve yaşlı, akıntıya kapılıp boğuldu. Murat kan kesmişti. Sanki kıyamet gibiydi; herkes kendi canının telaşına düşmüştü. Ben canımı zor kurtardım. Nerdeyse buraya kavuşurlar; tez toparlanın! Cenup [güney]taki dağlardan El’aziz’e gitmeye çalışacağız. Tabi Allah kısmet ederse...’

Demiş.

Gündüz ormanda saklanmışlar. Gece de yollardan uzak, karanlıkta düşe kalka Drahini’nin arkasındaki yaylalara, oradan Hün yaylalarına ve Caro dağlarına gelmişler. Sivan yakınlarından geçerlerken Adamın kardeşi, ‘Belki bir miktar ekmek bulur getiririm.’ Demiş ve gitmiş. Akşama kadar beklemişler geri dönmemiş. Koca adam birden bire hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.

İlerlerken bazen uzaktan, bazen yakınlardan silah sesleri gecenin karanlığında yankılanıyormuş. Aşiret adamları bulmuş onları. Bir kısım aileyi Caro’da, bir kısmını da Hamzabey’de bırakmışlar; diğerlerini de buraya, Venk’e getirmişler.

O günlerde Palu, çalkalanıyordu. Drahini’de, Varto’da, Hınıs’ta, Muş’ta... olan bitenler, bütün köylerde ve aşiretlerde duyulmuştu.

Halk, gümüldemeye[2] başlamıştı...

.../...


Bekir Ali DEMİREL

[1] Şivan: Feryat, figan.

[2] Gümüldemek: Sessiz bir öfkeyle uğuldamak. Hırçın nehirlerin, çağlayanların uzaktan duyulan sesi; rahatsız edilen arıların, kovanda çıkarttıkları ses... gibi.

 
Toplam blog
: 141
: 926
Kayıt tarihi
: 30.04.07
 
 

Türk san'at müziği dinlemeyi, okumayı, yazmayı ve paylaşmayı seviyorum. Kamudan emekli inşaat mühend..