Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Temmuz '09

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Para - çokomel

Para - çokomel
 

Şartlandırılarak büyütüldük. Okumamız gerektiği söylendi. “Okumak” diye bahsedilen hadise tek başına bir anlam ifade etmiyor olsa gerek hep “okuyup” şeklinde sunulmaya başlanıp, ardından “adam, mühendis, doktor... vs” olacaksın şeklinde sona eren cümleler ile şartlandırıldık.

Nesilden nesile aktarılan bu okuyup birşey olma ritüeli bir yerden sonra, özellikle sanayileşme ve serbest piyasa ekonomisinin aktivasyonu ile beraber, ezberden söylenmeye başlandığı için sebepten çok sonuca odaklanılmaya başlandı ki tüm geri kalmış toplumların ortak özelliğidir sebebi sorgulamayıp sonucu kabul etmek. Sonuca, sadece sonuca odaklanan sistem aradaki tüm evreleri ekarte edip içi boş ama kartvizitleri dolu insanlar yarattı.

Kapitalist sistemin, sorgulamadan yapan bireylere ihtiyacı olduğu açık... Sermayeyi besleyen çarkları döndürecek işgücünün yoğurulduğu yer olan eğitim kurumları da “özelleştirme” adı altında ilköğretimden üniversiteye kadar sermaye sahiplerinin talep ettiği düzende bireyler yetiştirmek üzere kurgulanmaya başladı. Öğretim kurumları, dershaneler tamamen kar amaçlı işletmeler haline geldi. Okuyup adam, doktor, mühendis... vs olacaksın cümlesinde bahsi geçen doktor, mühendis gibi çeşitli meslekler annelerimizin bize bu cümleleri söylediği zamanlar birer saygınlık göstergesi iken, günümüzde ortalamanın biraz üzerinde yaşamayı sağlayan ama artık birer saygınlık göstergesi olarak gösterilmeyen birer meslek grubu haline geldiler. Yani, annelerin ve babaların okuyup birşey olacaksın telkinlerindeki "birşey olma" endişeleri evlatlarının sosyal hayatta saygın bir sınıfta olması endişesinden çok, maddi anlamda rahat bir hayat sürmesi endişesine dönüştü. Okuyup adam olmak cümlesindeki “adam“ tanımı da eskiden terbiyeli, saygın, güvenilir gibi kavramları ifade ederken sistem cebinde parası olmayanı adamdan saymayan bir kültür yarattı.

İşte ortalama altı yaşından yirmiki yaşına kadar okuyan bizler iş hayatına atıldığımızda; girdiğimiz tüm sınavların, vizelerin, finallerin, hazırladığımız tezlerin, sahip olduğumuz diplomaların aslında bize ömrümüzün kalanının yarısını, üzerinde yazan rakamın yaklaşık %45'ini devlete vergi olarak verdiğimiz bir maaş bordrosu ile takas etmek üzere verilmiş birer kağıt parçası olduğunu anladık (Burada ortalama 80 sene yaşama süresi üzerinden, 20 yaşında sigortalı olunup, 30 sene çalışma hayatı sonunda emekli olunduğu varsayılmış, çalışma saati günde 10 saat +/- 2 saat olarak alınmıştır. Tahmin ettiğiniz gibi ben de bir mühendisim...). Sanırım bu algıların oluştuğu, hesaplamaların yapılmaya başlandığı yaş benim de yakın zaman önce bitirmiş bulunduğum 30 yaş. Çünkü 23-24 yaşlarında size anlatılan, süslenen, vaadedilen olguların büyüsü ile atıldığınız iş dünyasında yukarıda anlattığımın yanında çok önemli bir gerçeği de algılamanız, bir başkası daha iyi olabilir umudu ile değiştirdiğiniz 2 – 3 firma, yani yaklaşık 6 – 7 senelik bir çalışma süresi sonunda gerçekleşiyor ki, bu gerçek ne kadar yetenekli, ne kadar bilgili ve ne kadar potansiyelli biri olduğunuzun iş dünyasında öneminin olmadığı, önemli olanın sizden minimum maliyet ile maksimum kar’ın sağlanması olduğu gerçeğidir. Her kar amaçlı işletme üreteceği ürünün minimum maliyet ve maksimum kar ile üretilmesi ilkesi ile kurulur ve her kar amaçlı işletme bu çarkı döndürecek kişilerin de aynı ilke ile istihdam edilmesi için insan kaynakları departmanlarını oluşturmuştur. İşte yazımın başında belirttiğim okuyup adam, doktor, mühendis... vs olunması cümlesindeki iş gruplarının saygınlıklarını yitirdikleri yer burasıdır. Sistem bu cümle içinde yer almaya aday iş gruplarına endüstriyel banttan geçen bir ürün muamelesi yaptığından beri bu mesleğe sahip olan kişilerin saygınlığı maaş bordrolarında yazan rakam ile eşdeğer tutulmaya başlanmıştır.

Sonuç olarak ortada bir hayatta kalma savaşı var. Artık kültüre veya okumuşluğa bağlı sosyal saygınlık diye bir şey kalmadı. Hepimiz para kazanmak için bu çarkın içindeyiz ve bir gerçek var bize maaşımızı ödeyen şirketleri kuran kişilerin büyük çoğunluğu lise mezunu bile değildi (İlkokul mezunu olan bir işverenin kendine ait bir adası var, evet ada...). Burada görmemiz gereken nokta, eğer amacımız para kazanmak ise, bunun özel sektörün ideal çevrimi içinde değil Cem Yılmaz’ın şovunda belirttiği Para-Çokomel eğrisinde aranması gerektiğidir. Parayı ver çokomel’i al, bu kadar basit. Özel sektörün bize sunduğu "ne olduran - ne öldüren" hayat standartından kurtulmanın tek çaresi paravanın diğer tarafına geçmek yani bireysel teşebbüs ile ticarete başlamaktır. Ticaretin mantığı basit: Satış fiyatı ile maliyet fiyatı arasındaki fark kardır ve size sunulacak hiçbir özel sektör pozisyonu, hiçbir maaşlı iş kendi başarınızın veya başarızlığınızın sorumluluğunun tamamen sizde olduğu bir dinamiğin vereceği tatmini veremez. Özel sektördeki tatminsizliğin en büyük sebeplerinden biri başkalarının başarızlığının ceremesini çekmek zorunda kalmanızdır. Gelgelelim, para-çokomel eğrisinin içine girmemizi engelleyen çok önemli bir nokta var, egolarımız... Çok fazla okuduk bir köfteci açmak için. 16 - 17 senelik okul hayatımıza, başarılarımıza, diplomalarımıza biçilen değerden şikayet etsek de sırf bunca emeğimize kıyamadığımız için, sistemin dayattığını bir yandan kabullenip bir yandan kabullenemediğimiz için, bu çelişkiden kurtulup sil baştan bir hayata atılmaya cesaretimiz ve yeterli birikmişimiz olmadığı için açamıyoruz o köfteciyi. Sonuç olarak, annelerimizin koskoca mühendis diye övündüğü bizler aslında her içki masasında köfteci, dönerci, şarküteri fizibitileleri yapıp, işin sonunda çok fazla okumuş olmamıza ve sorumsuzca davranmamıza neden olacak kadar içemediğimize söylenerek evlere dağılıyoruz. Fakat bir gün gelecek, anason’a yenik düşeceğiz ve kendimize geldiğimizde mangal yanık, kıyma yoğruk ve ayaklarımız prangasız olacak...

 
Toplam blog
: 89
: 618
Kayıt tarihi
: 16.12.06
 
 

İlk kitabımı, 'Pal Sokağı Çocukları'nı okuduğumdan beri yazıyorum. Yazmak beni o çocuklar gibi öz..