Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Hakan Karaduman (Akdenizli)

http://blog.milliyet.com.tr/akdenizli

16 Eylül '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Pazar pazarı (4) -Jakoben-

Pazar pazarı (4) -Jakoben-
 

Kültürel ve politik çöküşlerden söz edilirken herzaman duyduğumuz "Jakobenci diretmelerden" söz edilir. Sanki bu diretmenin Mars'ın arka yüzeyinden peydah olmuş uzaylı emekçi kardeşlerimizle bir ilgisi varmış gibi, en gizemli ve kalitelisinden; üstelik en güçlülerinden olup, özel eğitimli yaratıklar gibi "masum kültür ve masum politikayı" gördükleri yerde eyleme geçerler; yıkarlar, yakarlar ama bütün bunları başaramazlarsa da kirlerini bırakarak örgütlü geceuyumaz "şekillerini" gösterirler.

Örneğin Monalisa'nın isminin Yakup olduğunu söylesem doğrudan bir Jakoben saldırı olacaktır. Öyle güzeller güzeli ama yoğun stresli Monalisa, kaşlarını daha koparıp yolmadan, hafta olmadan traş eden kuzeni, büyük sanatçıya poz vermeye gittiği öğle önleri ve sonları günlere denk getirmiş olmalı traşları.

***

İşin garip tarafı, senaryo yazma konusunda toplumca yeteneklerimiz sayesinde "sıradan ve ısrarla renksiz" yaşamanın yollarını bulmuş olmaktan çok mutluyuz: Başkaları yaşasın sen seyret, başkaları konuşsun sen seyret, başkaları "şey" etsin sen yine seyret; seyreyle gönül seyret... Göze gelmiş jakobenci dayatma sendromu. Temelinde "burnunu her işe sokma" pasifizmi olduğunu söylemeliyim.

"Köylerimizden, kasabalarımızdan, hatta kentlerimizden akıp geldik, koca İstanbul'u kocattık!" diyen görüş de aslında bir çeşit jakobenci dayatmadan başka birşey değil. "Jacobin Club'çülerden" söz etmiyorum tabi. Anlam "kaymalarının" günümüz literatürüne girmiş; yani bir çeşit "kaydırak" edebiyatından söz ediyorum. Şehri kocatanların kendine özgü yaşam biçimleri geliştirmeleri de gayet doğal tabi.

Nefes almadan yaşama yollarını bulan organizmaların oksijensiz ortamda yaşayabilme yetilerini geliştirmeleri onlara evrimde büyük avantajlar sağlamış, nasıl mı? Efendim, öncelikle oksijene ihtiyaç duymadıklarından "aneorob organizmalar" ismini almışlar. Bununla da yetinmeyip koloniler kurmuşlar.

Örneğin rüyanızı "paslıkeskin1bıçak" kesti ve çok kanadı. Oradan bulduğunuz herhangi "bir parça bezle" rüyanızın yarasını sardınız. İşinize devam ettiniz. "Paslıkeskinbıçağın" rüyanızda bıraktığı derin yaradan sonra <ı>Clastrodium tetani ile tanışınca yaranız, aneorob jakobenci bu davetsiz misafir tarafından dinlenme, beslenme, üreme yeri olarak seçilince, yani yaranız; artık durdurulamaz jakobenci baskılarla titremeye, üşümeye başlayınca; türüt-tirit, türüt-tirit, "ey jakobenci aneorablar! titre ve titret, kendine gel, kendine geeel!... diye bağırırken;

paslıkeskinbıçakla kesilmiş rüyanızdan aniden uyanıyorsunuz. Siz uyanıyorsunuz uyanmasına ama rüyanız orada tetanoz olup titrer dururken yıllar geçiyor. Ama bu kez de bakımsızlıktan ve ilgisizlikten değil, dayanılmaz jakoninn'al saldırıların eşliğinde, size, "müjdee, müjdeee! gangren oldu rüyanız! diyor. Bakın şimdi şu feleğin işine. Parlak-cavlak size bakan öğle güneşinde, kasenin dibine gelmiş kaşığınızın tabakta çıkardığı şıngırtılı sesle kendinize geliyorsunuz; rüya yine gelmiş, hem de gündüz vakti. Sızlıyor, sayıklıyor, duruyor. "Yahu az önce ne yedim" demeye kalmadan şiddetli karın ağrıları başlıyor bu kez de.

Elmas ince ucu pikabın, yaşlı plağın üzerinde 33 derece hızla kayarken, sürtünmeye bağlı cızırtılar eşliğinde size o sırada meramını anlatıyor: "Bilmem şu feleğin bende ne işi var?"

Rahatlama vücudunuzu kaplıyor. Rüya aklınızdan çıkıyor. Artık 33 derece eğimli tepeden aşağı doğru süzülerek kayan sazın sesi sizi kendinize getiriyor. Başka birilerinin acıları size merhem oluyor. Daha kötü ve dayanılmaz zülümlü ağrılar çeken başkaları aklınıza geliyor ve rahatlıyorsunuz.

Aslında bu tıpkı trafik kazalarını acillerde seyreden ve "iyiki benim başıma gelmemiş" diyen bir "rahatlama grubunu" çağrıştırıyor. Monteyn'in "insan kötüyü sever" sözüne-yerine-, "insan kendinde olmayan kötü şeyleri sever" demeye benziyor, ama olsun. Acilinden şifa dilemek düşüyor elimize.

Çünkü acı çeken "rüyaları paslıbıçaklakesilmiş" ama burnundaki kılları aldırmıyanlar, kimseleri yanlarına yaklaştırmıyorlar. Hatta diyorlar ki "zararım kendime, kime ne kime ne?". "Bakmazsın, görmezsin olur biter" diyorlar. "Görenler ne der?" deyip acilen "unutma" adlı reçeteyi rüya tabircisi önlerine koyuyor. "Evet, sizin hastalığınız zaman adlı düşmanınızla sürekli savaş halinde olup; ve üstelik bu savaş zamanzaman alevlense de, unutmanızı öneriyorum" diyor. Demesi kolay tabirci efendi, demesi kolay.

Beyin hücrelerini dinç tutan, oksijenlemesini arttıran ne kadar besin varsa öncelikle uzak duruyor. Bir yolunu bulup beyin hücrelerinin sayısını azaltmaya, böylelikle hafıza bölgesine zarar vermeye karar veriyor. Yükünü almış hafıza bölgesininn ambarlarını ateşe veriyor. Yangın zincirleme ilerliyor. Yaklaşık, depoların yarısı yanıyor. O gece rahat bir uyku için sıradan bir partner ve şarap sonrası, sıradan partneri de sepetledikten sonra, kuş tüyü yatağına uzanıyor. Rüya üretim merkezine uyur uyumaz telefon ediyor. 666'Yı çeviriyor yanlışlıkla telefonun tuşlarından. Daha çalmadan rüya içinde uyanıp derhal 999'u arıyor. Herneyse, zaten uykuda olduğundan heryer karanlık.

Gevşiyor; yüzünde bir rahatlama ve şiirsellik. Mırıl mırıl uyuyor ve sipariş rüya başlıyor:

Yeşil çimenler, kelebekler, rengarenk çiçekler, kuşlar arasında bir patikadan ilerlerken Yeni Türkü'nün "biz büyüdük kirlendi dünya" şarkısına benzeyen melodiler geliyor uzaktan kulağına. "Hayır!" diyor, hayır; "sen papatya gibisin beyaz ve ince" duyacağım birazdan, hayır... Sekerek, sıçrayarak neşe içinde ilerlerken patikanın sonunda aniden bir koridora giriyor. Uzun ve eski bir koridor. Camları yüksek, tavanı yüksek, ışık bile "ceza için pencereden ıçeri yollanmışcasına" ne kadar toz, kir, tüy varsa koridorda, dilimlenmiş beyazlığında ona bakıyor. O yürüyor, derken "iğrençliği" fark ediyor: Yine aynı rüya! Bildik aynı rüyanın her defasında jakobenci pis pis sırıtmasına aldırmadan uyanmak için kırmızı alarm düğmesinin camını eliyle kırıp alarma basıyor.

Daha sabahın körü, derhal rüya tabircisine kendisini yolluyor; "sen beni kandırdın!!" çığlıklarıyla adamın uzun kızıl sakalını yakalayıp bağırıyor; "hani bu rüyayı bir daha görmeyecektim, hani!!"

Sakalını sağa sola, aşağı yukarı; hatta daireler çizerek (tıpkı, ışık da düz değil biçim değiştirerek hareket eder. Işık aslında yılana benzer) tabircinin çekiştirirken, gözleri yuvalarından fırlayacakken, yeniden kendini geliyor. Kızıl sakallı ihtiyarın sakalını bırakınca tabirci şöyle söylüyor: "Sen 999 yerine 666'yı aradın. Karanlıkta telefonu ters tuttun, ben ne yapabilirim? Bak gelecek sefere numarayı doğru çevirirsin, artık bir daha o rüyayı görmezsin". Aklında birden bir şimşek çakıyor: "Yahu bu hücrelerden beynimin kurtulurken, yoksa başka bölgelerimde mi yandı? derken, "nefret" ettiği şeyleri hızlıca düşünüyor. Herşey 1milyon çözünürlüklü LCD kadar net ve en ilerisinden ultra ultra HDD. Oh çekiyor. "Varlığım nefretime kurban olsun" deyip; "söyle ihtiyar, ben numarayı doğru çevirdiğime eminim. Çünkü öncesinde baharlı patika bir yoldan gidiyordum ve aniden yine o koridor çıktı karşıma. Kim gönderdi o rüyayı bana? kim?!!!

Kızıl sakallı ihtiyar yeniden sakalının çekiştirileceğini anlasa ve bilse de "deyiveriyor"; "sen çok gerginsin!"

Biraz duruyor, gözleri dalıyor ve anlıyor; "istemesem de benim bir rüyam var ve adı kabus".

İhtiyara birşey söylemeden yollanıp gidecekken, ihitiyar soruyor; "neden kabusuna hep 'rüya' dedin?" Yanıtı kısa oluyor: "Kötü roller verilmiş sevdiğim ve seveceğim var da içinde.."

***

Kovuğunda hiç bir hayvana yer vermeyen estetik ulu çınar 1-1 dillendirip sebat ediyor; "varlığım sana armağan olsun".

No pasaran kime?

***

"Kürek" şiir yazmaya karar veriyor;

omuzuma basıp her toprağın içine beni iteklediğinde,
hep bir solcan gelir önüme, keskin dişlerime..

"kazma" karşılık veriyor;

120 derece tam başaşağı, daire çizecekken kesince taşlı toprağı,
eski bir ağaç kökü ki, sanşlıysam, kırar dişlerim çarpınca kayayı.

***

Efendim, bugünden sonra yeni bir kampanya başlatıyorum. Kampanyamın adı "her köy kahvesine bir internet!"

Devlet babamız her köye telefon götürdüğüne göre, her köy kahvesine de internet götürebilir. Fena olmaz hani. İnternet kullanmayan, kullanamayana artık aydın bile demeyeceğimiz günler kapıda.

***

bağırıyor usta kalemler: köylülükten çıkamıyoruz!

bağırıyor köylüler: siz ne vakıt şeherli oldunuz?

***

Son kelamlar gergin kaleme:

bağırır, en keskin kalem benim, keserim seni, yerim.

bir çizikle bitiririm işini, seni kesmeyeceğini bilirim

kovuğumdasın dişimin, dişimin sızısı, sıkılmış dişim

ben sana yapacaklarımı bilirdim, 'de bilirim..


***

not: ciddiye almayın, pazarınız güzel geçsindi diye...

not: amatör ama iyi ses;
http://www.youtube.com/watch?v=tdRJou6pMX0

 
Toplam blog
: 470
: 551
Kayıt tarihi
: 28.08.06
 
 

Ateşten denizleri mumdan gemilerle geçmeye" benzer hayatımız. Mutlaka mavi gökyüzü görünecektir. Gid..