Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Aralık '06

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Pergelin iki ayağı...

Pergelin iki ayağı...
 

Gazete başlıklarına bakmadan güne başlamak, bizim gibi insanlar için oldukça zor bir durumdur. Aynı şekilde akşamları da -bir kaçamak şeklinde de olsa- televizyon haberlerine göz atmadan duramayız. İlle her şeyden haberimiz olacak ya...

Zaman zaman kendimize zorunlu istirahatlar verdiğimiz tatil günleri haricinde sanırım çoğumuz aynı şeyi yapıyoruz. Ama ne yazık ki hemen her gün sadece sinirimizi bozan, gerilimimizi artıran, canımızı sıkan olaylarla karşılaşıyoruz.

Vatandaşın siyasetle ilgisi ne kadar olmalı, bu ilgi nerede başlayıp nerede bitmeli ve bu ilgi vatandaşa nasıl bir katkı sağlamalı, bilemiyorum.

Ben kendi adıma çoğu zaman özellikle gençlerin memleket meselelerine karşı duyarsız olmasını yadırgarken, bazan da vıcık vıcık politikaya bulaşmanın kazandırdığı hiçbir şey olmadığını düşünmekten kendimi alamıyorum. Hatta bu durumun ruhsal dengemizi bozarak sağlığımıza kadar uzanan pek çok şeyi kaybettirdiği bile aklıma geliyor.

Gazete haberlerine takılıp kaldığımızda, ülkemizde hiçbir işin yapılmadığını, sadece kısır bir çekişmeyle zamanın öldürüldüğünü zannedebiliriz. Ama 70 milyonluk bir ülkenin günlük rutin işleri bile ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan azımsanacak bir olay değildir.

Her zaman tekrarladığım gibi hepimiz farklı ailelerde dünyaya gelmiş, farklı ortamlarda yetişmiş, farklı okullarda okumuş ve buna bağlı olarak da farklı düşüncelere ve farklı kanaatlara sahip olmuşuz. Bunun yadırganacak hiçbir tarafı yok.

Savunduğumuz fikirlerin elbette doğru olduğuna inanıyoruz. Doğru olduğuna inandığımız fikirleri de savunuyoruz. Aklımızdan çıkarmamamız gereken tek şey, sadece bizim doğrularımızın kesin ve tek doğru, başkalarının doğrularının ise külliyyen yanlış olamayacağını kabullenmek...

O zaman bilgi alışverişlerimizde birbirimizle konuşmamız, anlaşmamız, doğruları paylaşmamız ve yanlışları düzeltmemiz daha kolay olacak.

Hadi diyelim ki çok inatçıyız, ne olursa olsun doğruluğu aklımıza yatsa da başkalarının fikrine doğru demek işimize gelmiyor. Olabilir, ona da razıyım. Ama iş hakaret etmeye, alay etmeye, aşağılamaya, küçümsemeye, yok saymaya ve yoketmeye gelince, ona katılamıyorum.

Bugün Milliyetin internet sayfasında rastladığım üç haber bu yazıyı yazmama vesile oldu.

Bunlardan birincisi, "İşte köşk kavgasının gerçek sebebi" başlıklı haber. Burada Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı için mücadelesinin en önemli sebebi, şu anda vekâleten işi yürüten üst düzey bürokratların, asaleten kadroya atanması olarak gösteriliyor. Böylece kadrolaşma sağlanacakmış. Peki bu bürokratlar vekil de olsa şu anda icraatta bulunmuyorlar mı? Asaletleri tasdik edilince hepsi kişilik değiştirip farklı şeyler mi yapacaklar?

Akparti'ye oy vermeyen veya oy vermiş olsa da sonradan bundan vazgeçen, Akparti'nin yaptığı her icraatı tehlikeli bir iş olarak gören ve şu anda bu tehlikeyi önleyebilecek tek ve son merci olarak da cumhurbaşkanına güvenenler için bu bakış açısı elbette doğru olabilir.

Meseleye şöyle tarafsız bir gözle bakmakta fayda var sanırım.

Akparti, daha önceki dönemlerede yapılan ve yıllarca uygulanan seçim sistemine göre, tek başına iktidara gelmiş bir partidir. Recep Tayyip Erdoğan sayın cumhurbaşkanı tarafından atanmış bir başbakandır. Erdoğan hükümeti cumhurbaşkanınca onanmış ve mecliste güvenoyu almış bir hükümettir.

Yasalara aykırı olmadığı sürece icraat yapmak hükümetin görevleri arasında değil mi? Bu icraatlar elbetteki partinin kendi tüzüğü ve politikası çerçevesinde olacaktır. Eğer iktidar partisi kendi görüşüne uygun değil de, sadece birilerinin görüşüne uygun hareket edecekse, farklı partilerin farklı programlarla halkın karşısına çıkıp oy istemesine gerek var mıdır?

Bir de cumhurbaşkanımızın durumuna bakalım. Sayın cumhurbaşkanımız bir önceki dönemde mecliste yer alan, ancak seçimlerde halk tarafından barajın altında bırakılarak meclise temsilci göndermesi engellenen beş siyasi partinin teklifiyle bu göreve seçilmiştir. Bir anlamda şu an arkasında onu destekleyen hiçbir parti kalmamıştır.

Şimdi sayın cumhurbaşkanını hiç yanlış yapmayan, her dediği ve her yaptığı mutlak doğru olan bir makam olarak düşünürseniz ve onu pergelin sabit ayağı olarak kabul ederseniz, öteki ayak serbest hareket ediyormuş gibi görünse de, dönüp dolaşıp bir daire çizerek aynı noktaya geri dönecek, yoluna devam ediyormuş hissi verdiğinde de, aslında önceki çizginin dışına çıkamayacağı için asla yeni bir iz bırakamayacaktır.

Eskilerin fasit daire dediği bu kısır döngüyü Türkiye aşmak zorundadır.

Haberin devamında sayın cumhurbaşkanımızın hükümete ait yasa ve bakanlar kurulu kararlarını geri çevirme oranının da, önceki hükümet dönemine göre daha fazla olduğu vurgulanmaktadır. Yani bir anlamda taraflı bir davranışla, hükümetin icraatlarına engel olunduğu belirtilmektedir.

Şöyle bir soruyu nasıl cevaplayabiliriz? Sayın cumhurbaşkanımız acaba bugün parlementoda bulunan siyasi partilerin hepsine, eşit uzaklıkta ve aynı mesafede midir?

Meselenin diğer boyutu ise, bu olayda hükümeti pergelin sabit ayağı olarak farzetmektir. Yetki anlamında böyle bir şey söz konusu olmasa da, bakış açısı ve doğruluk anlamında, yukarıda cumhurbaşkanının yaptığı her şeyi doğru kabul ettiğimiz gibi, hükümetin yaptığı her şeyi doğru kabul edersek, cumhurbaşkanı, hükümete doğru olmasına rağmen hiçbir iş yaptırmamaktadır, kanaatine varmak zor olmaz.

İşte bu peşin hükümler, ortamı germekte, halkı tedirgin etmekte, üç kuruşluk mutluluğunu elinden alıp, zaten zor şartlarda idame ettirilen hayatı cehenneme çevirmektedir.

İkinci haber "CHP'de türbanlı muhabire tepki" başlığını taşıyor.

CHP Kırklareli il başkanlık binasının açılışında türbanlı bir muhabire parti meclisi üyelerinden biri "Biz sizi bu kıyafetinizle burada istemiyoruz. Bizim karşı durduğumuz ve mücadele ettiğimiz türbanlı şekliyle, kendisinin muhabir olduğunu söyleyen bu bayan, bu çatı altına bu şeklide giremez" demiş.

İl başkanının bizzat, "bayan Basın mensubudur ve bizim misafirimizdir" demesine rağmen aynı üye, "Hayır, davet edildiyse de bir daha davet edilmesin. Böyle basını istemiyoruz. Bir daha gelmeyin" demeye ihtiyaç duymuş.

Bildiğim kadarıyla henüz gazetecilerin başını örtmesini engelleyen bir yasa yok. Siyasi partiler de kamusal alan sayılmadığına göre, bu ne şiddet bu celâl?

Sorum şu: Amaç başörtünün ısrarla savunulacak bir şey olmadığını anlatmak, öğretmek ve baş açmakla kapamak arasında vatandaşlık açısından bir fark olmadığını topluma aşılamak mı, başörtülüleri yok saymak veya bir biçimde onları aşağılayıp, hakaret edip yok etmek mi?

Bu ikinci tavır, demokrasi anlayışına, dolayısıyla CHP'nin altı okuna da ters düşmez mi? Bu türlü agresif davranışlar, ters tepki yaptığında bir sivri akıllı da çıkıp açık bir gazeteci hanıma "sen bu şekilde buraya giremezsin, başını ört de gel" deyiverirse, yandı gülüm keten helva.

İçerik olarak ikisi aynı şey olmasa da, davranış ve tavır olarak aynı duyguyu yansıtır ve gerginliği daha da arttırır.

Üçüncü haber eski başbakan ve cumhurbaşkanlarından sayın Demirel'le ilgili. Dün dündür, bugün bugün sloganının mucidi sayın Demirel, 1965'te çoğunluk sağladığı halde cumhurbaşkanı olmak istemediğini söylemiş.

"Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür" diye bir söz var. Yani insan hafızası ne yazık ki unutkandır. Özellikle o yılları yaşamamış gençler pekâla, sahi ya, adamın o zaman çoğunluğu varmış da böyle bir görevi kabul etmemiş zannedebilirler.

1965 seçimlerinden Demirel'in tek başına iktidar olacak şekilde zaferle çıktığı doğrudur. Ancak bu Demirel'in ilk başbakanlığıdır. Henüz başbakan olarak bile kimse tarafından bilinmeyen ve tanınmayan Demirel'in, 1966 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde adının geçmesi bile mümkün değildir. Sanırım kendisi bile bunu aklından geçirmemiştir.

Oysa bugün Erdoğan, sadece Türkiye'de değil, dünyada tanınan bir politikacı. Onun bu görevine engel teşkil edecek, yasal ve siyasal hiçbir engel olmadığı konusunda da herkes hemfikir. Mesele daha farklı bir zeminde Erdoğan'ın geçmişindeki birtakım söylemlerden kaynaklanıyor.

Ayrıca sayın Demirel, dün dündür deyişine bugünü yarını da katarak, kendi düşüncelerini haklı çıkaracak yeni boyutlar da eklemiş. Benim zaten şikâyet ettiğim konu bu. Herkes savunduğu fikri doğru bulur ve bu doğru fikri savunmak için de mutlaka kendine uygun deliller icat eder.

Genel olarak, herkesin haklı olması ve herkesin mutlak doğruyu söylemesi mümkün olmayacağına göre, düşüncelerimizin bir kısımının doğru olabileceği gibi, bir kısmının yanlış da olabileceğini peşinen kabullenmemiz gerekiyor.

Bu noktayı aşabilirsek, Türkiye daha hızlı adımlarla çağdaş ülkeler düzeyine çıkabilecektir. Aksi takdirde toplum olarak ülkü birliği içinde olmamız ve bu duyguyla hareket etmemiz mümkün olmaz. Bu ise sadece bir kesime değil, hepimize zarar verir. Bunu benim kadar sizler de biliyorsunuz. Ama bildiklerimizi her zaman uygulayamıyoruz ya. Onun için şöyle bir hatırlatmak istedim.

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..