Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Eylül '16

 
Kategori
Yurtdışı Tatil
 

Pirenelerin büyüsü bölüm 2

Pirenelerin büyüsü  bölüm 2
 

San Sebastian


İlk yazımdan bu yana epey ara verdim, farkındayım. Memnun değilim bu durumdan ama araya hayat ve yaz girdi. Bu yazıyı yazıp sizlerle paylaşmak istiyorum çünkü bu ayın sonunda tekrar Fransaya gidiyoruz. Bu kez Paris’in dışı ve Loire Vadisini, diğer adıyla Şatolar  Vadisini gezeceğiz. En son 20 yıl once gittiğim vadiye tekrar gitmek için sabırsızlanıyorum doğrusu. Sizlerle de izlenimlerimi paylaşmaktan çok mutlu olacağım.

Gelelim, attığınnz her adımda kalbinizi çoşkuyla attıran Pirenelerdeki gezimizin son kısmına…. İkinci gün muhteşem bir bahar sabahına uyanıp, hep beraber İspanya Fransa sınırındaki San Sebastian’a doğru yola çıktık.

San Sebastian ya da diğer adıyla Donostia, Ispanya’nın Bask Bağımsız Bölgesinde,  Biscay Koyu boyunca uzanan, Fransaya 20 km uzaklıkta, yaklaşık 200 bin nüfuslu küçük bir şehir ve bu yıl Polonya’nın Wroclaw şehri ile birlikte Avrupan’ın Kültür Başkenti ünvanını taşıyor.  

19. Yüzyılda, muhteşem plajları, Atlantik Okyanusunu kucaklayan dağları ile başta İspanyol Kraliyet Ailesi olmak üzere, zengin ve elitlerin yaz tatili için seçtiği popüler bir şehir olan San Sebastian bu özelliği ile, uzun süre, İspanya’nin yazlik başkenti olarak anılmış.

Bu durum San Sebastian’ın turistik bir bölge olarak gelişmesine yol açmış  ve 1. Dünya Savaşın’ın patlamasıyla, Mata Hari, Leon Trotsky, Maurice Ravel gibi pek çok politik ve kültürel önemli isme ev sahipliği yapmiş. 

Özellikle 1920 ve 30’lu yıllarda gelişen mimari yapısıyla San Sebastian Avrupa’nın en uzun süreli Jazz Festivaline de her Temmuzda ev sahipliği yapıyor.

İşte böyle bir şehirde, bahar güneşi altında yürürken öğle yemeğimizi İspanyollar gibi Tapas barlarda yemeğe karar verdik. Şehrin her yeri ama özellikle de eski kısmı  birbirinden lezzetli Tapas barlarla dolu. Biz de geleneği bozmadık ve tapas bardan tapas bara atlayarak ve her bir barda iki, üç  küçük tapas yiyerek şehrin Bask gastronomisini yakından tatma fırsatı bulduk. Tapasların özelliği bizim mezeler gibi küçük porsiyonlar halinde sunulmaları. Yanında da harika İspanyol şarapları ile tadına doyulmuyor desem yalan olmaz.

Birbirinden lezzetli tapaslardan sonra İspanyollari siesta’ları ile başbaşa bırakıp, tekrar Fransaya, bu kez Bayonne şehrine doğru yola çıktık.

Nive ve Adour nehirlerinin arasında yer alan  bu şehir Bask bölgesinde olmakla birlikte İspanya Enginizyonu’ndan kaçan Yahudilere de ev sahipliği yapmiş. Bayonne’ a ulaştığımızda, arabamızı park edip, bu güzel şehrin ara sokaklarında yürüyüşe çıktık. Pek çok dükkan siesta nedeniyle kapalıydı başta. Ancak biz siesta’nin sonuna doğru şehre geldiğimizden, dükkanlar kısa süre içinde tek tek açılmaya başladılar. Hem ekonomik krizden yakınmak hem de, tam da turist sezonu yeni baslamışken, 3 saatlik siesta’dan vazgeçmemek bize çok şaşırtıcı gelse de, arkadaşım ve Fransız eşi için çok normal bir durumdu.

Dükkanlara girip çıkarken, çiçeklerle ve Bask bayrakları ile bezenmiş daracık sokaklardan, şehrin içine doğru yürüdük. Arada gözümüze ilginç gelen kiliselere giriyor, şarap dükkanlarından şarap tadıyor ve bu güzel bahar gününü ve şehrin her yerine sinmiü olan çikolata kokusunu içimize çekerek şehri kesfediyorduk. 16.yy’lın sonlarına doğru gemilerle gelen kakao ve İspanya’dan kaçan Yahudilerin kakaoyu işlemeye başlaması ile Bayonne çikolata üretiminde ülkede çok önemli bir yere sahip olmaya başlamış . Günümüzde Fransa’nın çikolata başkenti olarak anılıyor. (Bu noktada aklınıza Juliette Binoche'n başrolü Johny Deep'le paylaştığı Çikolata/Chocolat filmi geliyorsa, size duygularımı aktarabilmişim demektir) 

Tabii, karnımız acıktı sonunda ve kendimizi, Adour nehrinin kenarında harika midyeler yapan bir restoranda bulduk. Beyaz şarap, maydanoz ve  baharatlarla pişirdikleri midyeleri yerken, İstanbul’da boğazda yediğimiz ekmek arası midyelerin tadını hatırlamadan da edemedik. Bu tam da, bülbülün altın kafese girip yine de vatanim dediği anlardan biri olarak hafızalarımıza kazındı.

Yorgun, ama karnımız tok ve mutlu bir biçimde küçük köyümüze geri döndük. Uykuya dalarken Pirene dağlarının derin sessizliğinin sesi bize eşlik etti.

Ertesi sabah ne yazık ki güne, yağmurla uyandık. Kahvaltı’nın ardından, biraz kaldığımız köyde oyalandıktan sonra, bu kez Biarritz’e gitmek için yola çıktık.

Fransa-İspanya sınırından sadece 35km uzaklıkta, Güney Batı Fransada Atlantik okyanusu kıyısında yer alan bu son derece güzel ve lüks tatil beldesi, Monaco benzeri Kumarhaneleri ve dünyanın her yerinden gelen sörfçüleri ile tam bir yaz coşkusu sunuyor.

Bu güzel küçük Bask tatil kasabasının, tarihin ilk yıllarında Balina avcılığı ile geçindiğine inanmak çok zor, bugünlerde.  Yağmur altında sahil boyunca yürürken, 3. Napoleon’un eşi, Kraliçe Eugenie’nin 1854 yılında yaptırdığı yazlik saray karşımıza çıkıyor.  Yağmur altında şehrin Bask’ın tüm özelliklerini taşıyan mimarisi arasında gezinirken bir önceki yazımda sözünü ettiğim Bask Keki’nin tanıdık kokusu bizi Maison Adam’a çekti. Bu küçücük fırında dünyanın en güzel Bask kekleri üretiliyor.

Aldığımız kek’i de yanımıza alarak, yağmurdan ve yürümekten yorgun olarak günü erken bitirmeye karar verip köyümüze geri dönüyoruz.

Bask bölgesindeki son günümüze bulutlu ama yağmursuz bir gün ile başladık. Bu kez, köyümüzün etrafında ki dağlarda, köyler arasında bir yolculuğa çıktık. Küçük bask köylerini geçerken, insanların günlük yaşamlarına tanık olduk. Amacımız 850 metre yükseklikteki Maria Maidelana Klisesine gitmek olduğu için, daracık yollarda yavaş yavaş tırmanırken bulutların giderek üstümüze çökmesini izledik. Bu kilise Katolik Hristiyanlar için çok önemli olan Maria Maidelana adına 850m yükseklikte inşaa edilmiş ve yılda iki kez Noel ve Paskalya için kullanılıyor. Kilise tepenin üstünde tek başına yükselirken insana müthiş bir huzur veriyor. Maria Maidelana’nın bu tepede göründüğüne olan inançla yüzyıllar önce buraya yapilmiş bu kilisede insanlar  Maria Maidelan’a dan taleplerini dile getirdikleri adaklar yapıyorlar. Hem yükseklik, hem kilise hem de üstümüze iyice inen sis bulutları ortama iyice mistik bir hava veriyor.

Artık dönüş vakti. Önce akşamı geçirmek üzere köyümüze dönüyoruz. Sonra da sabah yanlızca yaz ayları boyunca açık olan bir tren istasyonundan dünyanın en kısa (tek vagonlu) trenine binerek Bayonne tren garına iniyoruz. Oradan da hızlı tren ile ver elini Paris.

Paris bambaşka bir şehir. Ama Pirenelerin büyüsü sizi bir kere kapladı mı, gözünüz başka şey görmüyor. Her ne kadar benim kalbim Ege de kaldıysa da, Pirenelere de bir parçasını bıraktığımı hissediyorum. 

 
Toplam blog
: 5
: 161
Kayıt tarihi
: 03.05.16
 
 

Coooook uzun yillar once ODTU Psikoloji Bolumun bitirdim. Yuksek Lisansimi da ayni bolumden aldim..