Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Şubat '11

 
Kategori
Psikoloji
 

Psikanalize karşı varoluşçuluk

Psikanalize karşı varoluşçuluk
 

psikanaliz ile varoluşçu çatışma,anlamın nerede arandığıyla alakalı.


Psikanaliz ile varoluşçu felsefe arasındaki çatışma, erken 20. yüzyıldan beridir önemli bir akademik ve entelektüel tartışma. 

Ve gerçekten de, hem az biraz psikanalizle hem de varoluşçulukla haşır neşir olan her insan için ilgi çekici bir konudur bu, çünkü görüşler çatışmalı olarak iki kutup arasında yer alır: Bir tarafta, insanı, deyim yerindeyse arkeolojik bir çalışmayla inceleyen ve güdülenme teorisinin temelini cinsellikte arayan Freudyen psikanaliz ve takipçileri, diğer tarafta geçmiş ve gelecek arasında şimdinin önemine vurgu yapan varoluşçu görüş. 

19. yüzyıl sonlarında kasvetli bir orta Avrupa şehri olan Viyana, psikanalizin temellerinin atıldığı yer oldu. O dönem, hastalarda artış gösteren histeri ve nevroz rahatsızlıklarına çözüm arayan nörolog Sigmund Freud, çalışmalarının sonucunda bu rahatsızlıkların, kültür ve gelenek tarafından kabul edilmemesi dolayısıyla bastırılmış olan bilinçdışı bir cinselliğinin arzu ve fantezilerinden kaynaklandığını keşfeder ve böylece psikanalizin temellerini atmış olur. 

Freud, psikanalizini geliştirdiği yıllardan kırk elli yıl kadar öncesinde daha kuzeyde, Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da içe kapanık ve koyu bir Katolik eğitiminden geçmiş olan Soren Kierkegaard isimli filozof ise, kendisinden çok sonraları, 2.Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da yaygın hale gelecek olan Varoluşçuluğun temellerini atmaktaydı. Hegel ve onun sistematik rasyonalizmini kabul edilemez bulan filozof, Hristiyanlığın insan varoluşunu açıklamadaki yetersizliğini görmesiyle, felsefenin insan varoluşuyla ilgilenmesi gerektiği ve bunun da ancak somut ve öznel insan yaşamının ele alınmasıyla mümkün olabileceği kanısına varır. Böylece felsefesini insanın özünü ortaya çıkartmak üzere varoluşun dikenli yollarından ilerleyerek geliştirir; korku, saçma, bunaltı ve kaygı terimlerini felsefenin içine ilk sokan kişi odur; daha sonra her türlü psikoloji dalının yok etme amacı güdeceği bu duyguları insanın varoluşunu anlamamız için kaçınılmaz bulur. 

Ancak varoluşçuluk daha sağlam temellere tam da 2.Dünya savaşı ve onu izleyen yıllarda oturuyor. Savaşın yıkıcılığı şunu gösterir: insan Dünyada yapayalnız bir varlıktır ve dört temel ilke etrafında kendi varoluş tasarısını gerçekleştirir: varoluşun özden önce gelmesi açısından insanın kuruculuğunun insana verilmesi, iç bunaltısı, sorumluluk ve özgürlük. 

Böylece psikanalizle varoluşçu görüşün neden çatışma içinde olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Psikoloji biliminin içindeki bölünmeler bir grup psikiyatri uzmanını varoluşçu psikiyatriyi kurmaya iter; Rollo May, Irvin Yalom, Victor Frankl, Otto Rank’ın başını çektiği bu varoluşçu terapistlere göre, “Varoluşçu görüş; ne bastırılmış içgüdüsel çekişmelerle ne de içselleştirilmiş önemli yetişkinlerle olan çatışmayı önemsemektedir, onun yerine bireyin varolmanın getirileriyle yüzleşmesinden kaynaklanan çatışma üzerinde durmaktadır, ” yani “insanın olduğu hale nasıl geldiği değil, ne olduğunu düşünmektir.” (Irvin Yalom). Otto Rank’a göreyse terapist, bireyi, içgüdülerinin egemen olduğu bir varlık olarak değil de, aslında korku dolu ve acı çeken bir varlık olarak görürse çok daha güçlü olacaktır. 

Varoluşçu psikoterapi, Irvin Yalom’a göre, bireyin varolmasından kaynaklanan endişelere odaklanan dinamik bir terapi yaklaşımıdır. Ona göre insanın dört temel anksiyetesi vardır ve geleneksel psikiyatri bunların üzerine yeterince düşmemiştir; bu temel anksiyeteler; ölüm korkusu, sorumluluk, yalıtılmışlık ve anlamsızlıktır. İnsanın nevrozunun ardında yatan şey cinsellikte ya da içgüdülerde değil de bu dört temel anksiyetede aranmalı. Öte yandan bu anksiyetelerden savunma mekanizmaları yoluyla kaçış yerine, bunların insanın varoluşunu kuran temel yapıtaşları olduğunun bilincine varmak çok önemlidir ve varoluşçu psikoterapi işte bu bilinci ortaya çıkarmayı amaçlar. 

Varoluşçu görüşü psikoterapisinde kullanan en önemli psikologlardan birisi de Victor Frankl. Frankl’a göre insan anlam yönelimli bir varlıktır ve kendi kurduğu logoterapi (ya da diğer adıyla “3.Viyana Okulu) yöntemine göre “kişinin kendi yaşamında bir anlam bulma arayışı, insandaki temel güdülendirici güçtür, ” ve elbette Freudcu “haz” ilkesine ve Adlerci “üstünlük arayışına” karşıt olarak. Nietzsche’nin “yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıla dayanabilir, ” sözü bu görüşü açıklamak için oldukça uygun ve Frankl’da Nietzsche’nin bu sözüne sıklıkla başvurur yazılarında. Öte yandan, insandaki bu anlam arayışı çoğu nevrozlarda olduğu gibi insanı anlamsızlık duygusuna sürüklese de, Frankl bu anlamsızlık duygusundan anlam çıkartarak şöyle der: “Anlamsızlık duygusu bir nevrozun belirtisi ve semptomu olmaktan çok, insan olmanın bir kanıtıdır.” 

Victor Frankl terapi yöntemini anlam arayışı ve anlamın ortaya çıkartılması üzerine kurar, ama aynı zamanda bir varoluşçudur ve varoluşçuluğun özgürlük anlayışını es geçmez. Şöyle der örneğin: “İnsan koşullardan özgür değildir. Ama bu koşullar karşısında tavır almakta özgürdür.” 

Varoluşçu görüşün özgürlük anlayışı kemikleşmiş bir özgürlük anlayışından daha öte bir anlayış gerektiriyor kuşkusuz. Çünkü burada bahsedilen özgürlük başıboş bir davranış özgürlüğünden ziyade, sorumluluk üstlenilen, acı, korku, kaygı gibisinden duygularda anlam kazanan bir özgürlüktür. Frankl’ın vurguladığı gibi, koşullardan bağımsız olduğumuzda bile, o koşula karşı göstereceğimiz tavırda özgür olabilmeliyiz. 

Psikanalizle çatışan varoluşçu görüşün psikanaliz karşısında daha gerçeklik kazanmasının en büyük nedeni, insan varlığının geçmişini yorumlama biçiminde yatıyor olmalı. Psikanaliz insanın şimdisini yorumlamak için geçmişten, çocukluktan ve hatta doğumdan, doğum sırasında ortaya çıkan ayrılık anksiyetesinden yola çıkar. İnsanın ilk anksiyetesi derler, annesinin karnından dünyaya atıldığında ortaya çıkar ve bunu iyice deşmek insanın şimdiki nevrozunun nedenlerini anlamak için en önemli yaklaşımdır. İşte tam da bu nedenden, varoluşçular, Freud’un bu yaklaşımını statik olmakla itham eder; çünkü bir insanın şimdisini geçmişten çizmek, kişinin şimdiki durumunu hareketsizliğe iter, geleceğini anlamdan yoksun bırakır. Oysa varoluşçular geçmişe, doğuma, ilk’e değil de, son’a, ölüme, ölümün farkındalığına ve dolayısıyla hayatın geçiciliğinden doğan anlamsızlık duygusuna, buna bağlı anksiyeteye bakar. 

Kaynaklar: 

Irvin Yalom-Varoluşçu Psikoterapi (Kabalcı Yayınları-2001) 

Victor Frankl-İnsanın Anlam Arayışı (Ötüken Yayınları-2007) 

Victor Frankl-Duyulmayan Anlam Çığlığı (Ötüken Yayınları-2006) 

 

 
Toplam blog
: 47
: 1149
Kayıt tarihi
: 24.11.10
 
 

Praksise düşünceden varan bir romancı, kültür eleştirmeni, otodidakt bir feylesof, yaşam gözlemci..