Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Mart '10

 
Kategori
Güncel
 

Satranç oyunu

Satranç oyunu
 

Yoksulluk ve çaresizliğin ne demek olduğunu, işsiz olmanın ve evine ekmek götürememenin ne demek olduğunu “tekel işçilerinin “direnişi acı bir şekilde ortaya koydu. Çalıştıkları işlerinden çıkarılan ve tazminatları ödenen onlarca işçi ve aileleri günlerce Ankara’nın ayazına, yağmuruna, çamuruna kurdukları çadırlarda direndiler.

Tekel işçisi çadırlarını söktü. Yorgun ve bitkindiler ama memleketlerine giderken içlerinde umutlarını taşıyorlardı.

Sonrasında Tariş işçilerinin dramı başladı. İşyerleri kapanan işçilerin işine son verilmişti. İçlerinden göz yaşlarına boğulanlar, feryat edenler, “eşim yok tek başınayım ve çocuğumu okutmak zorundayım, işim olmazsa nasıl okutacağım” diye çığlık atanlar…

Yetmedi… Bunlar buzdağının görünen yüzü idi. Ya görünmeyen yüzünde neler oluyordu. Çeşitli belediyelerde ve işyerlerinde işine son verilen “sessiz yığınlar”, “sesini duyuramayanlar” yok muydu? Onların dramlarını gören ise hiç yoktu…

Hayat acımasızdı. Dalga geçmeyi hak etsede bazan “dalga geçmek” bile insanın içini acıtıyordu. İşsizler “satranç tahtasında” kendilerine biçilen rolün figüranları olarak çoktan yerlerini almışlardı. Şah ve vezire ulaşmak için “hamle” yapsalarda başarılı olamıyorlardı.

Kader ağlarını çoktan örmeye başlamıştı. Ağlayan insanlar, şaşkın halk yığınları, dinmeyen gözyaşı, dinmeyen derin bir iç acısı, tedirginlik…

Kişisel çıkarlar, mantıksızlık, tutarsızlık üzerine kurulu “dedimki/dedinki” savaşı. Karşılıklı bitmez tükenmez suçlamalar, aba altından sopalar. Yazı tura atmaya kalksalar, ya para dik düşer, yada “ben tura değil yazıyı istemiştim” diye birbirlerine girerler.

Bu bağlamda yazılı, görsel ve işitsel medyaya düşen, mevcut düzende, düzen sahiplerini övmek, karşıtlarını yermek, birilerinin bu ülkede “en iyi bilen” olduğunu ilan etmek olmalıydı.

Ve yine birileri… Nelere inanacağımızı, nelere bağlanacağımızı, doğruların ve yanlışların neler olduğunu bize öğretmeliydi. Kurgu böyle kurulmuştu. Kendimiz neyin doğru, neyin yanlış olduğunu düşünüp bulamayacaktık. Başkalarından öğrenecektik. Söylenenlere inanacak, yapın deneni kayıtsız kabul edecektik. İstenen buydu.

Ülke için öngörülen tek sesli bir düzendi. Yazar çizerler işimize gelmeyeni yazıp çizmemeliydi. Patron buna müsaade etmemeli, gerekirse işine son vermeyi bilmeliydi. Mahallenin yaşamına, işçinin direnişine, siyasetin gidişine, yargının feryadına, çiftçinin sorununa, memurun, emeklinin geçim derdine karışmamalıydı.

Ancak isteneni yazar, çizerler anlamadı. Söylenene öfkelendiler, olmaz dediler, basın özgürlüğü dediler… Yazarın sorumluluğu var dediler…

Kimisinin ise umurunda olmadı. Yalakalığa, yandaşlığa alışmışlar, diğerine çamur atmanın dayanılmaz hafifliğinin verdiği keyifle köşelerine kurulmuşlardı.

Demokrat da onlardı, özgürlükçü olanda.

Ah birde şu “Kemalistler” olmasaydı işler tıkırında olacaktı.

Atatürk’ün partisi CHP’de tekerlerine taş koyuyordu. Onların anladığı şekilde çıkarılan yasaları “Anayasa mahkemesine” götürmesi de ne oluyordu? Olacak iş miydi bu şimdi(!). Bunu ancak “postal partisi” yapardı(!). Ve hatta CHP’ye oy verenler kendilerini “saklamalıydılar”. Çünkü onlar “bilinçli” seçmen “hiç” olmadılar(!).

Hepsi de siyaseten bir “cehalet” içindeydiler, ne solculuğu iyi bilirlerdi ne de Atatürkçülüğü(!). Onlar araştırmadan uzak, kendini bir yere oturtamayan “çakma burjuvazi”ydiler(!).

CHP’ye oy verenlerin tuzu kuru olmalıydı. Yoksa neden CHP’ye oy versinlerdi ki?(!).

Dedim ya demokratta onlardı, özgürlükçüde. Ve hatta liberalizmin şakşakçısıda…

Demokratlık ve ilericilik onlara göre birilerine saldırmaktan ve ötelemekten geçerdi…

Oysa mensup oldukları toplumda eleştirilmesi, çözüm aranması gereken yığınla sorun vardı… Ne gam, sorunlar bekleyebilirdi…. Bin yıldır bekledi de ne oldu ki, bundan sonrada beklemesinde ne zarar olabilirdi ki…

Siz bunların ağızlarından hiç duydunuzmu, töre kıskacında yüreği küt küt atan “kardelenleri”… Siz bunların ağızlarından hiç duydunuz mu, Adıyaman’da “aile meclisi” kararı ile kümese gömülüp öldürülen 16 yaşındaki Medine’nin ya da Medine ile aynı kaderi paylaşan Mardin’in Nusaybin ilçesinde 20 yaşındaki Gülbaharın “dramını”, Ağrı Diyadin ilçesinde yeni evli Yıldız’ın aile meclisi kararı ile eşi tarafından kırsala götürülüp burun ve kulaklarının kesilip şişlendiğini, Siirt’te bir genç kızın üvey kardeşi tarafından beşinci kattan aşağı atıldığını…

Ben duymadım… O nedenle yapıcılığa ayırmamız gereken zamanı ne yazık ki sadece olaylara, kavgalara, tartışmalara, suçlamalara harcıyoruz…

Asıl amaçları “dedimki/dedinki”lerle halkı oyalamak, demegoji yapmak… Atatürk devrimlerini adım adım yerle bir etmek…Muhalefeti “izole” etmek… Muhalefetin olmadığı rejimin adınıda “Cumhuriyet” olarak ilan etmek(!).

Şarkının dediği gibi “bu devirde kimse şah değil padişah değil”… Hele hele kendinden olmayanı “kanı bozuk” ilan etmek, “fişlemek”, “postal yalayıcısı” ilan etmek, milyonlara “cahil” diyerek çamur atmak hiç değil…

 
Toplam blog
: 40
: 792
Kayıt tarihi
: 16.02.09
 
 

1958 Gürün doğumluyum. Emekli öğretmenim. Ülkemin ve dünyanın gündemini oluşturan konularda yazılar ..