Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Temmuz '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Servisi kaçırdım, tarifsiz kederler içindeyim

Servisi kaçırdım, tarifsiz kederler içindeyim
 

Hayattaki en büyük kabusumdur, servisi kaçırmak. Evet, Anadolu yakasında yaşıyorum, her sabah "Allah'ın dağı" olarak tabir edilen bir Avrupa semtine servisle gidiyorum. Servisi kaçırmak benim için bir seçenek olmamalı...

Tahmin ettiğiniz gibi birkaç sabah önce söz konusu dram beni bir kez daha yakaladı. Uyandığımda saatime baktım, her zamanki gibi 07.30'u görünce rahatladım. Ancak akrepte alışılmadık bir durum vardı. Tekrar, -bu kez gözlerimi açarak- baktım. Saat sekiz buçuktu! Bir alev sardı tüm vücudumu. Artık benim için iğrenç bir günün startı verilmiş, macera başlamıştı...

Yataktan kalktığım andan itibaren 43 saniyede evden çıkmayı başardım. Canıma kıymak ile kıymamak mevzusunda ufak bir tereddüt yaşamasam bu süreyi 32 saniyeye çekebilirdim.

Dışarıda hava 35 dereceydi ama koşarken hissedilen sıcaklık 70 dereceyi aşıyordu. Koştuktan sonra nefes nefese minibüse atlayıp parayı düşürünce hissedilen sıcaklık ise 100 dereceydi. Sonunda minibüse binmiştim. Üsküdar'a giden minibüsün ortalama yolcu kapasitesi 20 kişiydi ancak ayaktaki insan sayısı bile bunun üzerindeydi. En azından görüş açımdaki kollar ve bacakları toplayıp 4'e bölünce daha büyük bir sayı çıkıyordu. Ayaktaki kitle, can havliyle bir yerlere tutunuyor, kol altları dış dünyaya bakıyordu. Bu ufak ayrıntı, acı içinde geçecek bir 45 dakikanın habercisiydi.

Neticede Üsküdar sahilinin Monte Carlo pistini aratmayan yollarında sona gelmiş ve kendimi dışarı atmayı başarabilmiştim.

Bir sonraki sınav, vapur vasıtasıyla Eminönü'ne geçmekti. "Koş Lola Koş" filminden fırlamış gibi bir halde, kendi kendime "İlk hedefim Marmara Denizi, ileri!" diye söyleniyordum. Gişeye vardığımda vapur kalkmak üzereydi. Ben jetonu attığım anda görevli beyefendi kapıyı kapatmaya başlamıştı. Bağırmak istiyordum ama sesim çıkmıyor, ağzımdan bir takım anlamsız sözcükler fırlıyordu. Ve birden o sesi duydum: "ÇATANK"...
Kaybetmiştim, ben varamadan kapı kapanmıştı. Görevlinin omuzunda hıçkıra hıçkıra ağlamak, herşeyi bırakıp dere tepe koşmak istiyordum.

Ama evde ekmek ve su bekleyen ailemi yarı yolda bırakamazdım. O yüzden bir sonraki vapura yöneldim. Eminönü'ne vardığımda hava sıcaklığı gölgede 5000 derece civarına ulaşmıştı. İş yerine ulaşmak için son bir vasıtam kalmıştı: İETT'nin güzide otobüsü 146 B... Otobüse geldiğimde aracın içinin tıka basa olduğunu gördüm. Ortam, o kadar sıcak ve havasızdı ki dışarısı Kaz Dağı gibi kalıyordu. Otobüsün kalkmasını ümitsizce bekleyen yolcular artık inlemeye başlamıştı.

Aklıma hemen hareket amirine kadar gidip, mevzuyu açmak geldi. Ancak birkaç kez amirlerin ünvanlarını otobüsün "hareket" etmesinden almadıklarını düşündüren olayla karşılaşmıştım. O yüzden pasif direnişe geçip içinde şoför, muavin olmayan otobüse karşı yükses sesle söylenmeye başladım.
Allah'tan otobüs bize asırlar gibi gelen birkaç dakika sonra hareket etti. O anda yakınımdaki koltuğun boşaldığını gördüm. Gözlerime inanamıyordum. Bu bana olamazdı, oturacaktım. Boş koltuğa doğru penguen adımlarıyla ilerledim. Ancak yerleştiğim saniyede elinde koca koca yükler ve çocuklar olan bir teyze bana doğru ilerlemeye başladı. Şaşkınlığımı atamadan benimle göz kontağı sağlamış, "Hadi kalk yerimden" der gibi bakmaya başlamıştı. Uyuma numarası bu tip durumlarda işe yaramazdı. Kısacası, yolculuğun geri kalanında ayakta olacaktım. Ve evet, herkesin kolları havadaydı!..

146 B ile ilgili başka bir ilginç ayrıntı ise içinde barındırdığı kitleydi. Yüzde 87,3'ü erkeklerden oluşan otobüs ahallisi arasında bugüne kadar hiç güzel bir kıza rastlamamıştım. Ama bugün sıradan bir gün değildi. Bir anda otobüste bir olağandışılık hissettim. Yüzde 87,3'ün tüm kafaları kapı yönüne dönmüştü. Genç bir kız otobüse binmişti, hemcinslerinden tek farkı ise küçük bir dekolteydi. Güzel sayılmazdı ama otobüs standardına göre Eva Herzigova, Angelina Jolie karışımı denilebilirdi. Dehşet verici bir şekilde herkes ona bakıyordu. Bakmak dediysem, bakıp kafayı çevirmek gibi değil. Devamlı bakmak, mutlak suretle bakmak, gözü kırpmamak, dalıp gitmek... Bakmak fiilinin Teksas'ı gibiydi 146 B... Birinin eğilip şöyle demesini bekledim bir süre: "Yanlış otobüstesiniz bayan, güzel kızlar 16 A'ya biniyor.."

Artık macerada sona doğru yaklaşmıştım. Sonunda ineceğim durağa geldim. Kendimi orta kapıdan dışarı attığımda moral olarak tükenmiş durumdaydım. Üzerimdeki tişört -tamamı bana ait olmayan- terle sırılsıklam olmuştu. Son 2 saati ayakta durmaya çalışarak geçirdiğimden olacak, yorgunluktan ölüyordum. Ve gün daha yeni başlamıştı. Ben ise bitmiştim. O an Orhan Veli'nin mısraları geldi aklıma. Sanırım şöyle birşeydi: İstanbul'da İçerenköy'deyim. Mehmet'im, Mustafa'nın oğluyum. Servisi kaçırdım, tarifsiz kederler içindeyim...

 
Toplam blog
: 7
: 1568
Kayıt tarihi
: 07.04.06
 
 

Mehmet Özen 1977'de doğdu. Ancak fiilen yaşamaya 7–8 yaşlarındayken babasıyla gittiği Fenerbahçe - Z..