Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ağustos '13

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Suriye (Şam) gezisi

Suriye (Şam) gezisi
 

DAMASCUS-2007


Suriye'de, Arkadaşım Ali'nin 10 günlük misafiriydim. Halepte bir hafta kadar gezdikten sonra Şam'a gidip orasını da görmek istedim. 

Halep-Şam arası 400 km. kadar uzun bir mesafe olduğundan, Ali, gecenin 03.30'unda beni kaldırdı. Bir taksi tutarak otogara gittik. Ali asla bana para harcatmak istemiyordu. Neyse ısrar ederek otobüs biletlerini ben  aldım. Zaten 400 km. olmasına rağmen yol ücreti  150 Suri yapıyordu ki Türk Parasıyla sadece 3.75 TL. Hayret otobüslerin çoğu  Türk yapımı, Sabancıya ait Prenses otobüsler değil mi ? Neyse gece yarısı başladığımız yolculuk beş saat kadar sürdü ve Şam'a vardığımızda caddeler tıklım tıklımdı. Oradan bir taksi çevirerek Sitti Zainab Camii'ye ulaştık. Çok büyük bir alana kurulan camii özellikle İran'dan gelen kadınlı erkekli ziyaretçilerle dolu. Sadece avlusu beş dönüm kadar var. Dış kısmdaki odacıkları ve içindeki tarihi eşyaları gezdikten sonra arkadaşım Aliyle Camii içine geçtik. Yabancı kadın turistlere bir dolar karşılığı kapşonlu üstlükler veren görevliler vardı. Merak edip Aliye sormasını istedim. Acaba bu camiide kaç çalışan vardı. Öğrendik ki öğleye  kadar 25 öğleden sonra 25 olmak üzere 50 kişi gelene gidene hizmet ediyor. Dışarı çıktığınızda altın kaplama kubbesi göz alıcı güzellikteydi.

Orada yani camii içinde iki türbe var. Birinde Hasan-Hüseyinin başı olduğu söyleniyor. Zira İrandan gelen kadınlı erkekli bir grup camii içinde daire şeklinde oturmuştu. İçlerinde bir erkek dizüstü çökmüş, orta kısımda türkülü bir ağıt yakıyor, eliyle koluyla şiir okuyor çevresindekiler de ağlaşıyorlardı. Yine türbelerin etrafında  ellerini türbe duvarına dayayıp dua eden insanların ağlayarak dua ettiğini gördüm. Orada dua edip, namaz kıldıktan sonra Emevi Camii'ni görmek üzere ayrıldık. 

Halep'te arkadaşım Ömer, Şam'a giderseniz Hamidiye Çarşısında Bektaş'ın dondurmasını yemeden gelmeyin demişti. Hamidiye çarşısı üstü örtük ama neredeyse bir cadde genişliğinde yolu olan bir yerdi. Sağlı sollu dükkanlarda ise Arap kültürünü yansıtan parlak ve gözalıcı kumaşlar mevcuttu. Rengarenk elbise ve kumaşlar Türkiyeye göre çok ucuzdu. Çarşıyı gezerken Bektaşı'ın dondurmacı dükkanına girdik.  İçerisi tıklım tıklım müşteri doluydu. Çoğu da yabancı müşteri. Sarışın bir Avrupalı turist kız, dondurma kazanının başına geçmiş elindeki kalın tokmakla dövme dondurma yapıyordu. Çünkü dondurmanın içine iç fıstık atılmış ve bunu tokmakla dondurmaya yedirmeye çalışıyorlardı. O kadar kalabalıktı ki yarım saaat bekledikten sonra birer kase dondurma geldi. Hakikaten de yarı yarıya yeşil fıstıkla dolu olan bu dondurma nefisti. Ücret ise yalnızca kişi başı 50 suri ( 1,25 TL )

Hamidiye Çarşısının öbür ucundan  Emevi Camiine çıkılıyor. Bu camii de dünyaca ünlü büyük camiilerden biriydi. Minaresi Arap mimarisine göre yapılmış ihtişamlı bir yapıydı. 

Çarşıda bir caddenin üzerinde ise Selahattin Eyyubi'nin at üstünde heykeli ihtişamlıydı.

"Şurada bir hemşerimiz var." deyip Ali'ye Son Osmanlı Hanedanı Vahdettin'in mezarını da ziyaret etmek istediğimi söyledim. Kim o ? diye bana sordu. Ben de İmparatorluğun son temsilcisi ve Türkiye'den Atatürk iktidarı ele alınca kaçıp İtalya'ya gittiğini, orada  vefat edip Şam'a gömüldüğünü söyledim. Buradaki Türkmenler ne yazık ki Türk tarihinden bihaber. Beni alıp Selahattin Eyyubinin Türbesinin olduğu   bir kenar mahalleye götürdü. Türbe bakımsız ve çevresi yabani otlarla kaplanmış, Kenarında bir  incir ağacı bitmişti. Türbenin o haline üzüldüm tabii ve Ali'ye "Hani beni Vahdettin'in mezarına getirecektin ?" dedim. O da"  İşte bu ya." demez mi . Ben de dedim ki :" Ali, Selahattin değil, Vahdettin, Vahdettin. " "Abi, dedi.  "İnan ben onu bilmiyorum. "

Bu arada Şam'ın dağ kenarına kurulmuş kenar mahallelerini ve sokaklarını da gezmiş olduk ki, bazı sokaklar bir aracın bile geçemeyeceği şekilde daracık ve yokuştu. Ayrıca labirent gibiydi.

Neyse beni tuttu bir inat.  Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde Atatürk'ün mücadelesini desteklememe rağmen, içimde garip bir duygu, "Niçin buraya kadar gelmişken buraya defnedilmiş bir Türk'e fatiha okumayayım ki ?" diye düşünüyordum.

Yine bir camiinin avlusunda mezar taşında Türkçe isimleri yazılı  iki şehit Türk pilotunun mezarıyla karşılaştım. Onlara da fatiha okudum.

Ali beni kırmayarak Vahdettinin mezarını bir taksiciye sordu. Taksici ise çok kısa bir mesafe bizi götürüp Sultan Süleyman Camii yanında bıraktı. Ali işte bu camiinin avlusundaymış dedi. Tam da öğle zamanı. Camiideki bir görevliye sorduk. O da eliyle avlunun bir köşesini göstererek olumsuz konuştu. Meğer öğle yemek zamanı orası ayrı bir bölüm olduğundan öğle aralarında kapısı kitlenirmiş. Kapıya baktık ki ufacık bir demir kapı ve bir asma kilitle kitlenmiş. Ali orada bir odada Müdüriyeti buldu. Müdür ise yeşil elbiseli yüksek rütbeli bir subay. Ali, Türkiye'den misafir geldiğimi ve zamanımın kısıtlı olduğunu, önemli bir kişi olduğumu vs. söylemiş olmalı ki komutan ,emrederek kapıyı açtırdı.

Neredeyse başımızı eğerek içeri girdik. Camiinin avlusunun bir köşesinde sanki bilinçli olarak gizlenmiş izlenimi veren etrafı duvarlarla çevrili bu mezarlık 200 m2 kadar bir yer. Bir köşesinde iki görevlinin bulunduğu bir kabin mevcut. içerde zannetttiğimin aksine sekiz on irili ufaklı mezar bulunmakta. Bunlar Vahdettin'in aile efradına ait vefat edenlerin mezarları imiş. Biz girince iriyarı olanı Vahdettin'in  mezarı başına bizi götürdü ve anlaşılır bir Türkçeyle onun son dönemlerine ait yaşam hikayesini anlatarak   övücü sözler söyledi. Emredercesine dua etmemizi belirterek bizi yalnız bıraktı. Orada bir kaç fotoğraf aldım.  Ama ilgimi çeken, Vahdettin'in mezarı başındaki zerdali ağacı çok yaşlı olmasına rağmen yaprakları ışıl ışıl yanıyordu.  Mermer mezar taşının üzerinde Arapça yazılar vardı. Dua edip görevlilerle vedalaştıktan sonra oradan ayrıldık. Zerdali ağacının gölgelediği garip bir Türk mezarı beni hüzünlendirdi. Zaten özellikle görmek istemeseniz mezarlığı görmeniz bile mümkün değil.

Vakit öğleyi geçmiş ve karnımız acıkmıştı.  Oradan işlek bir lokantaya girdik. Ali, garsona "Bize sıkma getir."dedi. Ben anlamadım. "Sıkma nedir Ali ?" dedim. "Şimdi görürsün." dedi. Meğer sıkma denilen kıyma kebabı imiş. Yanında salata, humus, közlenmiş biber ve ekmekle sıkmalar geldi. Sohbet ederek yemeğimizi yedik.

Ali, yemekten sonra burada  askerlik yapmakta olan oğlunu görecekti. Beraber oraya gitmek üzere bir cadde üzerinde epeyce dolmuş bekledik. Güneş sanki yere inmiş gibi ortam sıcaktı. Dolmuşlar hep dolu geçiyordu. Neyse bir dolmuşa binerek Şam'ın yüksekçe bir noktasında olan bir yere gittik. Biraz yürüdükten sonra bir kapının ziline basan Ali oğlunun biraz sonra geleceğini söyledi. Oğlu bir konutta sivil olarak askerlik yapıyordu. Zannederim birkaç komutanın lojmanıydı. Bir süre sohbet edip fotoğraf çektirdikten sonra tekrar şehir merkezine döndük ama sıkma gerçekten beni sıkmıştı. Sıcaktan bunalmış neredeyse çatlayacak gibiydim. " Ali, bu sıcağa dyanamıyorum acele birşeyler yapalım." dedim. O da "Ağabey, burada zaten işimiz bitti hemen otogara gidip Halep'e dönelim."dedi

Otogara girenler aranıyor. Bir kontrolden geçtik. Suriye öyle bir yer ki bakarsınız sizi birileri durdurmuş, valizinizi üstünüzü, başınızı , kimliğinizi kontrol eder. Otogarda biletleri almamızla otobüse atlamamız bir oldu. Otobüs Türk malı ve klimalı. Hareket saatine bir saatten fazla olmasına rağmen otobüse sığındık ki içerde hayat var. "Aman Ali dünya varmış." dedim. İşte Türk Malı  klimalı bir otobüsün içinde serinliyorduk. Neyse otobüs Halep'e doğru hareket edince rahat bir  nefes aldık. Anlaşılan Ekvatora yaklaştıkça Suriyenin Güneylerinde yazlar çekilmez oluyor.

 
Toplam blog
: 123
: 1874
Kayıt tarihi
: 02.07.12
 
 

68 kuşağındakileri iyi bilirim. Çalışmam ziraat üzerine. İnsanların ana dilleri ile konuşmalarını..