Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Nisan '18

 
Kategori
Dünya
 

Terörün ve Teröristin Evrimi

Terörün ve Teröristin Evrimi
 

Acayip bir dünyada ve memlekette yaşıyoruz. Ben doğmadan 3 yıl önce başlamış. 27 Mayıs 1960 Darbesiyle…

Rahmetli Uğur Mumcu sıklıkla söylerdi.

Darbeye “teşebbüs” suçtur, darbenin kendisi değil. Ancak, zamanla, başarıya ulaşan darbelerin de suç sayıldığına tanıklık edecektik.

60 darbesi, teşebbüs aşamasını geçmiş. Yönetime geldiler. Başbakanı ve iki bakanı idam ettiler.

Ve bu darbeyle birlikte kaos, kargaşa başladı, halen sürüyor.

Neler gördük neler…

Yine ben doğmadan biraz önce. Bu kez Talat Aydemir tarafından iki darbe teşebbüsünde bulunuldu. 22 Şubat 1962 tarihli ilk girişimden cezalandırılmama koşuluyla vaz geçti. Bu darbenin faturasını, eylemde kullanılan harbiye öğrencileri okullarından atılarak ödediler.  20 Mayıs 1963 tarihli, 8 kişinin yaşamına mal olan ikinci kanlı darbe teşebbüsünde başarısız oldu ve arkadaşı Fethi Gürcan’la birlikte idama mahkum edildi.

İdamlar gerçekleştirildiğinde ben artık 1 yaşındaydım.

Dünya Sosyalist Blok ve Batı Bloğu olmak üzere iki kutupluydu.

Fransa’da başlayan “sosyalist” gençlik hareketleri bütün dünyayla birlikte Türkiye’ye de yayıldı.

Bu tarihten itibaren başlayan şiddet belki dünyanın her tarafında görülecekti. Ancak, hiçbir yerde, hatta, Afganistan’da, Irak’ta bile, kesintisiz şekilde bizdeki kadar, yani yarım asırdan da uzun sürmeyecekti.

ABD’nin 11 Eylül’ü bile hikayeydi.

Türkiye kanlı şiddetin yaşam alanı olacaktı.

Bir yandan, amacının dışına taşan kitlesel işçi ve öğrenci hareketleri ve öte yandan öğrencilerle devlet ve de öğrenci grupları arasında şiddet olayları baş gösterdi.

Sosyalist gençler ve onları bastırmak için örgütlenen karşı güçler arasında başlayan silahlı çatışma ve cinayetler iklimi yeni darbelere zemin teşkil edecek istikamette geliştiyordu.

Ve silah kullanan örgütler furyası başladı.

Silahlı suçlara karışan kişilere o dönem “anarşist”, “komünist” gibi isimlendirmeler yapılıyordu.

İlk başlarda bu suçları işleyenlerin tamamına yakını öğrenciydi.

Oluşan iklimde önce 12 Mart 1971 darbesi oldu. Bu darbe de “teşebbüs” aşamasını başarıyla geçmişti.

Binlerce öğrenci çeşitli örgütlerden tutuklandılar. Yakalanma aşamasında pek çoğu çatışmalarda öldü. Diğerleri yargılandılar. Yeni idamlar oldu.

İdamlar yeni düşmanlıkların tohumlarının ekilmesinde ve yeşertilmesinde çeşitli iç ve dış odaklar tarafından başarıyla istismar edildiler.

Ve mezhep farklılıkları keşfedildi.

Toplum, sağ, sol, alevi, sünni, birbirine düşman edildi, çatıştırıldı, kan gövdeyi götürdü. Artık silah kullananlar sadece öğrenciler değildi. Her toplumsal kesimden ve meslekten kimseler gerilimlerde taraf oldular. Fabrikalar, okullar işgal ediliyor, mahalleler, şehirler parselleniyor, çatışmalar kitleselleşiyordu.

Adeta iç savaş yaşanıyordu.

Bu gerilimler daha çok büyük şehirlerin bugün varoş olarak adlandırılan gecekondu semtlerinde keskinleşmişti.

Taraflar, yek diğerini “faşist” ve “kominist” olarak isimlendiriyorlardı. Devlet ise ortamı “anarşi” olarak niteliyordu.

Ve bir darbe daha hayata geçti. 12 Eylül… Olaylara karışan tarafların tamamını topladılar, hapse tıktılar, karıştırıp barıştırdılar. Bu arada pek çok idam, işkence, insan hakları ihlalleri yaşandı.

Ortalık durulur gibi oluyordu ki, “Asala” cinayetleri başladı.

Yurt dışında örgütlenen, başarıyla cinayet işleyebilme hususunda teşvik ve göz yumma desteği aldıkları anlaşılan bu kanlı örgüt diplomatlarımızı peş peşe öldürüyordu.

Onlarca cinayet işlediler. Tamamına yakını “mülkiye”daşım olan çok değerli pek çok diplomatımız görev başında şehit edildiler.

O dönem, bu örgüt elemanlarına “tedhiş örgütü” dendiğini anımsıyorum.

Yıllarca süren bu cinayetler serisi, örgüte karşı içeride ve dışarıda yapılan operasyonlarla sonlandırıldı. Sonlandırıldı ama başımızdaki musibetten kurtulmuş değildik.

Bu kez PKK sahneye sürüldü.

Bu sahneye çıkış öylesine vahşi ve öylesine acımasızdı ki, kendilerine karşı olan aşiretlerden ve ailelerden yaşlı, genç, çocuk, kadın, erkek, silahlı, savunmasız… demeden kitlesel katliamlar yapmaya başladılar. Öğretmen, doktor, asker, polis… kamu görevlilerine suikastler yapıyorlardı. Yıllar içinde on binlerce kişiyi katlettiler. Bu arada kendileri de pek çok kayıp veriyorlardı.

80’li yılların ikinci yarısında bu suçlulara “eşkıya”, “şaki”, “haydut” dendiğini anımsıyorum.

Sonra bunların karşısına “Hizbullah” isimli bir başka örgüt çıktı, veya çıkarıldı. Onlar da gündüz gözüyle şehirlerin işlek sokaklarında satırla veya belli marka silahlarla enselerinden vurarak insan öldürüyorlardı. Türkiye, “domuz bağı” işkenceleriyle öldürüp kendi yaşadıkları evlerine gömen dehşet yapılanmasına tanıklık etti.

Cinayetlerle hedeflendiği anlaşılan Kürt-Türk çatışması bir türlü çıkarılamadı. Yurttaşlar etnik temelli düşmanlıktan özenle uzak durdu.

Bu arada Atatürkçü aydınlara dönük cinayetler serisi de başlatıldı. Uğur Mumcu’yla başlayıp Necip Hablemitoğlu’na varan katliamların failleri ve arkasındakiler halen ortaya çıkarılmadı.

Bu saldırılarla hedeflenen laik-antilaik çatışması da kotarılamadı.

Ve artık tüm bu cinayetlere “terör”, canilere de “terörist” denmeye başlanmıştı.

Öcalan’ın yakalanmasıyla başlayan PKK suskunluğu El Kaide katillerinin bombalı araç katliamlarıyla biçim ve boyut değiştirdi.

Irak ve Suriye karışıklıklarıyla bölgede boy göstermeye başlayan “dinci” örgütler ülkemizi kan gölüne çeviriyorlardı.  

On yılı aşkın süre bu saldırılara maruz kaldık. Bu dönemde bazı kişiler ve çevreler yaklaşmakta olan bir başka tehlikeye, “Fethullahçı” yapılanmaya dikkat çekmeye çalıştılarsa da dikkate alınmadılar.

PKK terörü ve IŞİD terörü saldırdıkça saldırıyordu.

Ve yarım asırdır süren bu saldırılar artık bir koca Milletin, Türk Ulusunun sabrının sınırlarına dayanıyordu.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bir 15 Temmuz gecesi bu kez devlet içinde yapılanmış bir grup, bulundukları makamların ve mevkilerin kendilerine görevleri icabı sağlamış olduğu olanakları, silahları, uçakları, tankları, tüfekleri Devlete, Millete, Meclise… çeviriverdiler. Bir gecede yaklaşık 250 kişiyi şehit ettiler, binlerce insanı yaraladılar. Cumhurbaşkanı’na suikast yapıp iç savaş çıkarmayı amaçladıkları kısa sürede anlaşıldı, her biri tek tek derdest edildi.

FETÖ Terör Örgütü adındaki örgüte üye olarak bu saldırıya doğrudan ve dolaylı katkı sağlayan insanların ünvanları, eğitimleri, görevleri… dudak uçuklatıyordu.

Dünyada ve özellikle belki yarım asırdır terör saldırısı altında olan Türkiye’de o güne kadar böyle bir şey görülmemişti, bundan sonra görülür mü, onu da Allah bilir.

Generaller, profesörler, valiler, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay üyeleri, hakimler, savcılar, kaymakamlar, emniyet müdürleri, her ünvanda askerler ve polisler, siyasetçiler, öğretmenler, gazeteciler… akla gedik, gelmedik kimleeer, kimler… Binlerce, onbinlerce insan… Sözüm ona okumuş, iş güç, makam mevki sahibi olmuş koca koca adamlar… Düşmüşler ilk okul mezunu dahi olmayan ama elin Amerika’sında yirmi yıldır saraylarda yaşatılan  bir cahil vaizin peşine, onun aklıyla darbe yapıyorlar… Gördünüz mü darbeyi…

Ömrüm tüm bunlara tanıklık etmekle geçti.

Ve nihayetinde çıldırttıkları devlet ve millet “yeter artık” dedi, önce bölücü terör “hendeklere”, FETÖ’cü terör cezaevlerine gömüldü, ardından bataklığın kurutulması için Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarına girişildi.

Anlaşılıyordu ki hedefte artık sadece “teröristler” değil, arkasındaki güçler de vardı.

Kökünün kazınmasında son aşamasına gelinen terörün evrimi böyleydi. Ve şu satırları karalarken Atatürk’ümüzün emaneti Cumhuriyetimizin ilelebet yaşayacağına olan inancım artık kesinkes sonsuzdu.

Mehmetçiğimize ve şehitlerimize şükranla…

 

Kenan IŞIK

 

 

 
Toplam blog
: 432
: 2964
Kayıt tarihi
: 16.05.07
 
 

Mülkiye mezunuyum. Emekli müfettişim. Ankara'da yaşıyorum. S'oligarşi isimli kitabı yazdım. Kitap..