Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Haziran '16

 
Kategori
Babalar Günü
 

Tevfik Çavdar...Benim Babam

Tevfik Çavdar...Benim Babam
 

Yazmak… Bilgi sahibi olduğum konuları başkalarıyla paylaşmaktan mutluluk duyarım. Bazı zamanlarda, her yönüyle bilinen bir konuyu anlatmanın, yazmanın zorluğunu da bilirim. Çünkü, ara sıra çeşitli nedenlerden dolayı (okul,iş hayatı vb) sekteye uğramış olsa da dolu dolu yaşanılan bir hayatı dile getirmek, anlatmak, yazmak hem çok kolay hem bir o kadar da zordur. Zorluğu, yaşanmışlıkların fazlalığından kaynaklanmaktadır. Anlatılacak her konu, her ayrıntı bir önce dile getirdiğiniz konu kadar önemli olduğunda, nereden başlayacağınızı neyi anlatacağınızı bilememektesiniz. Kısaca, aradaki çizgi iyice bulanıklaşabilmekte.

Hele de söz konusu olan bir yakınınızı anlatmak ise…Ama, her şeye rağmen bir yerden anlatmaya başlamak lazım.

Tevfik Çavdar Devlet Planlama Teşkilatı’ndan Emekli Planlamacı, İstatistikçi, Araştırmacı-Yazar, Ekonomist, Öğretim Üyesi,1980 sonrası, partili döneme geçişte parti kurulmasında kurucu üye olarak, iki partinin birleşmesi sırasında etkin rol oynamış, sonraki yıllarda Parti MYK’sında bulunmuş, Partinin Genel Başkan Yardımcılığı görevini sürdürmüş kısaca siyasetle uğraşmış, sendika eğitimleri vermiş, çeşitli dergilerde değişik konularda yazılar yazmış, panellere katılmış, TRT radyosuna pek çok defa konuşmacı olarak katılmış, program yapmış. Her zaman emeğe değer verip saygı duymuş, ülkesinin, halkının çok daha iyi yerlere ulaşabilmesi, ileriye gitmesi için gerek düşünceleri gerekse yazı, kitap ve konuşmalarıyla çalışan, emek ve emekçi dostu sosyalist bir kişi…Bu yazdıklarıma bir çok özellik daha ekleyebiliriz. Ya da aklıma gelmeyen, atlamış olabileceğim noktaları…Bunlar Tevfik Çavdar’ın dış dünya tarafından bilinen yanı diğer bir deyimle dış dünyaya gösterdiği yüzü…

Her şeyin iki yüzü olduğu gibi Tevfik Çavdar’ın yaşamının da bir başka yüzü bulunmaktaydı. Evli, iki çocuk sahibi. Kısaca, eş ve baba olan…

Herkesin anne, babası, kardeşleri kısaca ailesi kıymetlidir, değerlidir. Bunun aksini söyleyenler mutlaka bulunur. Ama, bu bilinen, mutlak gerçeği değiştirmez. Bu noktadan yola çıkarak,her şeyin ötesinde aile reisi, eş ve baba olan Tevfik Çavdar’ı anlatmaya başlayayım.

Yaşamımın ilk yıllarını saymazsak ki, o yıllarda babam iş seyahatine çıktığında ateşlendiğim söylenir. İlkokul yıllarımda, okullar kapanıp tatile girdiğinin ertesi günü babam elinde bir sürü çizgi roman ve Ayşecik’lerle eve gelirdi. Çocuk sevinciyle havaya uçar hemen okumaya başlardım. Yine çocuk kafamla bir anlam veremezdim ama pek de umursamazdım. Daha sonra anladım ki babam, bana kitap okuma alışkanlığı kazandırmak amacıyla alırmış bunları. Babam, her zaman kitap okumanın hem hayal dünyamı geliştirmem için hem de farklı yaşamları, dünyaları tanımamda en büyük yardımcım olacağını söyler, aradığım her sorunun cevabının da o konuyla ilgili yazılmış kitaplarda bulabileceğimi anlatırdı. “Aklına takılan sorulara cevap ararken, kulaktan dolma bilgilere, yalan, yanlış yazılan, çizilenlere değil, kitaplara danış” derdi. Gerçekten de, aklıma takılan sorularla ilgili cevapları,konuyla ilgili okuduğum kitaplarda bulmuş, böylece aklımdaki “hangisi doğru, hangisi yanlış” ikileminden kurtulmuşumdur.

Babam, yalan-yanlış verilen bilgileri, ön yargıları sevmezdi. Bir de en çok kızdığı nokta ki bunu neredeyse her yazısında da dillendirirdi. Kitabın silah gibi tehlikeli bir nesne olarak gösterilmesiydi… Haberlerde sık sık rastlarız “… isimli suç örgütü yakalandı. Yapılan baskın sonucunda …adet tabanca,…adet bomba, çok sayıda dergi ve kitap ele geçirildi”.

Ön yargıya, bilmeden karşımızdaki kişi hakkında yapılan değerlendirmelere tahammülü yoktu. Varsayımlarla dolu konuşmalarda direkt olarak “Eleştirdiğin kişi, olay, konu hakkında bilgin var mı” diye sorar. Eğer eleştiren kişiden “Hayır” ya da “Yok” şeklinde bir cevap alırsa “Gerçekleri bilmeden kimseyi suçlayamaz, eleştiremezsin” derdi. Ne yazık ki ilk gençlik yıllarımda böyle bir yanlışa ben de sürüklenmiştim. Yıllar geçmesine rağmen o pişmanlık her zaman içimde sızı olarak kalmıştır.

Hiç kimsenin özel yaşamına ve hareketlerine karışılmasını sevmezdi. Babamın işi nedeniyle yurt dışına gitmiştik. Dönüşte bir gün Paris’te kaldık. Akşam yemeğinden sonra otele giderken, sokakta, gözüme bir çift takıldı. Çocukluk bu ya, döndüm döndüm baktım. Durdu, nereye baktığımı sordu. Ben de arkada kalan çifte baktığımı söyledim. Bunun üzerine, “Başkalarının özel yaşamı ve ne yaptığı seni ve kimseyi ilgilendirmez. Sen böyle dikkatli bakarken belki de o kişileri rahatsız ediyorsun, hiç aklına geldi mi bu” dedi. O günden sonra aradan yıllar geçti. Ama bir daha kimsenin yaptığıyla ilgilenmedim, ilgilenenlere de kızdım. Çünkü, herkesin özel yaşamı kendisinedir.

Lise son sınıfta, üniversite sınavlarına hazırlanmak amacıyla dershaneye gittim. Edebiyat bölümünde okuduğum için bazı derslerim zayıftı. Yine de o günün koşullarında zayıf dediğim dersler, şimdiki eğitim sistemine göre çok iyiydi. Üniversite imtihanlarına az bir süre kaldığında babam bana “Sen şanslı bir çocuksun, dershaneye gidebilme şansın oldu, bunun yanı sıra oldukça iyi bir eğitim aldın. Pek çok öğrenci bu şansa sahip değil, gerek maddi gerekse eğitim konusunda. Bunun her zaman farkında ve ayırımında ol. Belki seni pek çok konuda geçecek öğrenciler, çeşitli nedenlerden, özellikle de yetersizliklerden ve eşitsizliklerden dolayı hak ettiği yerleri kazanamıyor, üniversiteye gidemiyor hatta okuyamıyor” dedi. Bu sözü, hep aklımın bir köşesinde saklı kaldı. Özellikle,çalışma hayatım boyunca babamın bu sözünü doğrulayan tipte kişiler tanıdım. Son iş yerimde, çalışanların içerisinde okuma fırsatı bulabilmiş olsalar çok üst düzeye çıkabilecek, zekasıyla yerli ya da yabancı büyük firmaları peşinden koşturabilecek nitelikte ve seviyede kişiler bulunmaktaydı.

Üniversite yılları, zor yıllar…1980 öncesi, her yer kaynıyor. Eskişehir’de okudum. Ama özellikle de çatışmaların tırmandığı yıllar olduğu için annemin içi tir tir titremekteydi. “Ya yanlış yaparsam”  vb nedenlerden dolayı. Babamın ise sesi çıkmazdı. Ankara’ya geliş gidişimde düşüncelerinden bahsetmez, soru sormazdı. Yaz tatili oldu. Bir gün elimde bir kitap babamın yanına gittim. Görüşlerimi, düşüncelerimi anlattım. “Tam düşündüğüm gibi, ben de senden bunu bekliyordum ama kararı senin vermeni istedim” dedi ve arkasından da “Yalnız, çok okuman ve bilgi sahibi olman gerekli, sadece slogan atarak vb devrimci olunmaz” diye ekledi.

Aradan bir süre daha geçti. Ankara’ya geldiğim bir gün akşamüstü babamla buluşacaktık. Buluşmaya annemle birlikte gittik. Babam bana baktı. “Bu ne berduşluk” dedi. Ben bu soru üzerine kem küm ederken, lafı ağzımdan aldı. “Önemli olan senin ne giydiğin, nasıl yaşadığın değil ne düşündüğün, olayları nasıl değerlendirdiğin, yaşama bakış açındır” dedi ve “Ben öyle kadınlar bilirim ki dış görünümü çok farklıdır ama yaşama bakış açısı ve düşünceleriyle tam bir sosyalisttir” diye ekledi.

Yine kanımın deli deli aktığı yıllarda, Ankara’dayım…Babamla heyecanlı heyecanlı konuşuyorum, mücadeleden söz ediyorum. Babam durdu şöyle bir baktı. “Senin sınıfın ne” diye sordu. “Öğrenciyim” diye cevap verdim. “Yani mezun olduktan sonra, gelecekte ne olacağını bilmiyorsun. Belki zengin belki orta sınıf bir bürokrat belki de işçi olacaksın. Öyleyse senin sınıfın yok şu anda. Oysa mücadelelerin temel kaynağı sınıf mücadelesi en önemlisi de işçi sınıfının mücadelesidir. Sen böyle bir mücadelede onların önüne geçemezsin, lideri olamazsın sadece yanlarında durarak onlara destek verebilirsin” dedi. Haklıydı. O yıllarda ki işçi sınıfının mücadelesine bakıyorum bir de şimdikilere.. Arada dağlar kadar fark var. Mücadeleye devam edenler yok mu, var. Ama 80 öncesi sendikalarda, işveren yanlısı işçi olmak ne kadar onur kırıcı ise şu anda büyük bir çoğunluk işçiden, emekçiden yana mücadele etmek yerine işveren yanlısı “sarı sendika” olmak için adeta yarışmakta.

Emek, emeğin sömürülmesi, artı-değer, işçi sınıfının sınıf mücadelesiyle ilgili değişik zamanlarda çok şey anlattı. Sadece bu da değil, yoksul halkın tek yaşam alanının varoşlar ya da gecekondularla sınırlı kalması. Burada yaşayanların yalnızlığı, çaresizliği…Yoksul ailelerin şehir merkezleriyle olan ilişkilerinin kesilmesi...Hep kendime sorarım. Ne zaman sen-ben, biz-siz, onlar-bunlar demeye, şehirde yaşamayı bir avuç insanın hakkı olarak görmeye başladık. Ne zaman bütünleşmeyi ve birlik olmayı unuttuk.

Babamla pek çok spor karşılaşması, olimpiyatları seyrettik. Bazen bana “Şu kanalda şu saatte bir film var onu seyret” derdi. Genellikle izlememi istediği filmler temelinde belli mesajları olan ve doğru aktarılan yapımlar olurdu. Ortaokul da iken birlikte çok sinemaya gittik. O dönemlerde Amerikan film endüstrisi, film piyasasına böylesine hakim olmadığı için çok güzel yabancı, özellikle Fransız, İtalyan yapımı filmleri rahatlıkla bulabilirdik sinemalarda.

Tarihin, tarihsel olayların çarpıtılmasına, dönem romanlarında anlatılanların, asıl anlatılmak istenilenin reyting uğruna göz ardı edilmesine sinirlenirdi. Haklıydı da. En yakın örnek TV kanallarından birinde bir dizi oynamakta. Kitabı okumuş olmama rağmen tekrar okudum. Dizide anlatılan şey farklı. Birkaç yerde, romandaki bir paragrafa bir konuşmaya atıfta bulunulmuş…Oysa, romanın özünde anlatılan konu çok farklı. Yapmış olmak için, emek harcamadan yapılan her şeye, bu bazen bir film, bazen bir kitap vb olabilirdi, çok bozulurdu.

Son zamanlarda özellikle gazetecilerin bir konu hakkında doğru sorular sormamasına, asıl sorulacak sorunun kenarından kıyısından bile geçmemesine çok içerlerdi. Sessizlik onun hiç hoşuna giden bir hareket değildi. Özellikle de yapılan haksızlıklar karşısında sessiz kalmak…

En büyük zevki tarih ve tarihi olaylarla ilgi kitaplar okumaktı. “Bu tarihsel olayların temelinde, ekonomi ve ekonomiye dayalı ilişkiler yatar. Ne zaman ekonomi kötüye gitmeye başlarsa o medeniyetin, imparatorluğun, çöküşü de yavaş yavaş başlamıştır” der ve “Aklından çıkarmayacağın tek şey olsun. Süslü püslü haberler okusan, duysan bile hep şu soruyu sormayı unutma. Bu karar temelde kimin yararına olacak, kimin işine yarayacak. Ne kadar saklamaya çalışsalar da halkı daha da yoksullaştıran, çaresizleştiren kararların tek yararlananı vardır. O da sermaye sınıfı yani bir avuç insan. Sonuçta darbe öncesi Petrol-İş tarafından basılan “Para Babaları Ne İstiyor” kitapçığında bu konunun üzerinde durmuş, bunu anlatmıştı.

Yıllarını, işçi sınıfının mücadelesine adamış, işçiden, emekten, üretimden yana olan bir kişiydi. Duruşu ve ideali olmayan kişilere kızardı. İnançlarını,düşüncelerini,bilgisini daha çok kazanç sağlayabilmek uğruna hiçbir zaman satmadı. “Ben buyum” derdi. Güzelliklerin de paylaşılmasından, çoğalmasından yanaydı.

Ekonomist olması nedeniyle pek çok siyasi ve tarihi olayı ekonomik gözle değerlendirirdi. Herkes “ağabey o konuda yanılıyorsun” dese bile doğru bildiğini söylemekten kaçmazdı.

Ben, babam gibi ekonomist değilim. Ancak, mesleğim gereği hep üretimin içinde bulundum. Çalışma yaşamımın tamamı fabrikalarda, açık alanlarda geçti. İşçi-işveren ilişkisini, yalan dolan yazılan ve %100 işçi haklıyken haksız duruma düşürecek iş kazası raporları hazırlayan yöneticilerle çalıştım. Ben mühendisim. Ama açık söylemek gerekirse SSK emeklisi olduğum için işçi emeklisiyim. Her ne kadar pek çok meslektaşım bunu dillendirmekten çekinse bile. Babamın, yaşamımın çeşitli dönemlerinde bana öğrettikleri,okuduğum kitaplar,yaşadıklarım, şahit olduğum olaylar…Halktan, emekten, işçiden ve haklı mücadeleden yana olmayı öğretti…

Sonuç olarak, elimden geldiği gücümün yettiği sürece babamdan aldığım bayrağı taşımaya devam edeceğim. Çünkü, bilmekteyim ki halktan, emekten yana olmadıkça haksızlıklar karşısında sessiz kalıp sindikçe daha çok ezileceğiz.

Zaman, korku zamanı değil.

Zaman, haksıza ve haksızlığa karşı haklının yanında saf tutma zamanı.

Zaman, kişisel çıkarları her şeyden üstün tutma zamanı değil. Kimlikler, sıfatlar gelip geçicidir.

Zaman, insan olduğumuzu ve herkesin eşit haklara sahip olduğunu yeniden hatırlama ve “Ben” kelimesinin yerine “Biz” kelimesini koyma zamanıdır.

Zaman, bir çok aydının, düşünürün bize bıraktığı miraslara sahip çıkma, yolun bir kısmında yere düşürdüğümüz bayrağı tekrar alıp yola devam etme zamanıdır.

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 226
: 1337
Kayıt tarihi
: 26.01.07
 
 

1960 İstanbul doğumluyum. Kitap okumayı, yazı yazmayı, resim yapmayı ve yabancı dil'den Türkçe'ye..