Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mayıs '22

 
Kategori
Anneler Günü
 

TÜM ANNELERE SAYGIYLA

TÜM ANNELERE MİNNET VE SAYGIYLA
Nane’ye (Anneye) mektup,
“Şefkatle bakan bir yüzün vardı, güneş gibi sıcacık ve aydınlatan gözlerin, gözlerindeki çağla yeşili ışık…”
Yavrucuğum denen bir kelimeyi ilk senden duymuştum. 
Bilmem hatırlar mısın Nane? (Anne) 
Çatısında kalınca mertekler dizili, üzerleri isli ardıç ağaçları olan çok odalı kocaman bir ev. 
Yerleri topraktan. 
Mütemadiyen her sabah ince kalaylı bakır ibriğin nozulundan çıkan terbüzek suyuyla nakışlanarak ıslatılırdı yerler. Bir toprak kokusu yayılırdı ki etrafa mis gibi. 
İnce telekli bir süpürgeyle süpürülürdü her taraf. Bazı yerlerde desenli çullar seriliydi.
Kilim motifi gibi olurdu yerler.
Fırının olduğu odada, ahşaptan kocaman bir teşti dolusu hamuru yoğururdun. 
Önce ince tel elekle tıpır-tıpır elekten dökülen unların bakır teştinin içine dökülen incecik un tepeciğinin nasıl yükseldiğini takip ederdim hayranlıkla.
İnce eleğin içinde biriken bir tutam kepeği bakır bir sahanın içine koyardın. 
Ellerini yemyeşil keskin kokulu defne sabunla yıkadıktan sonra hamur yoğurmaya başlarken; seni seyretmeye doyamazdım. Maharetli ellerinle ılık suyla ıslattığın hamuru başlardın karmaya. 
Çeliğe su verir gibi bir demirci ustalığıyla, çunt-çunt hamur konuşmaya başlardı sanki. 
Sabırla yumruklarınla çatır çatır yoğurduktan sonra hamur öyle bir kıvam alırdı ki kenarlardan aldığın hamuru çekip karşı tarafa kadar sündürüp yapıştırırdın. Hamur teştini çepeçevre döndükten sonra ellerini temizleyip üzerine örtüsünü örterdin.
Nane! 
Niye üzerini örtüyorsun? 
Üşüyor mu diye sorduğumda? 
“Yavrucuğum! bu şimdi mayalanacak, mayalanması için iyice demlenmesi gerekiyor onun için üzerini örtüyorum. Sonra hamur kabarıp çoğalmaya başlayacak, sonrada ekmek olarak fırında pişireceğim diye sabırla bana anlatmıştın. 
Benim yaşım muhtemelen beş falandır herhalde diye düşünüyorum. Çünkü daha mektebe başlamamıştım.
Sofra adabını, yaş hiyerarşisini, daha o zamanlar öğrenmeye başlamıştım. 
Önceden kaynatılmış kırmızı barbunya fasulyelerini ezdikten sonra kavurduğun soğanı içine boca edip içine de su ilave ederek karıştırıp yaptığın barbunya ezmesini pişirdikten sonra, üzerine kırmızıbiberli yağını nakışlayarak üzerinde gezdirdikten sonra kurduğun iki sofraya, kalaylı bakır sahanların içerisinde itina ile dizişin gözlerimin önüne geliyor bazen seni hatırladığımda. 
Yanına da neredeyse bir karış uzunluğunda kehribar gibi sarı acı biber turşusundan toprak küpün içinden çıkartıp bolca tabaklara servis edişin. 
Yeşil domates turşuları, acurların tuzlu tadına ne demeli? Fırından taze çıkmış “Arı Buğdayından” ekmek bembeyaz! Kokusu yayılırdı buram, buram. 
Şelame (yağda kızartılan hamur lokması) gibi. 
Bir sofrada erkekler, diğer sofrada kadınlar oturur; çekilen besmele ile yemeğe başlanırdı ya. 
İşte Nane! 
Ben o sofraların tadını hatırlıyor ve özlüyorum biliyor musun?
Peşinden köy yaşamı malum! 
Herkes üstüne ne düşerse yapılan iş bölümü, günün akışı başlardı ya! 
İşte o anların yılların buruk tadı sinmiş benim içime. Zaman oluyor öyle bir güzel kokuyor ki tadı. 
Ne seksen derece limon kolonyası, nede kırda baharda toplanmış taze “Maraş Dağ Sümbülü” gibi. 
Onun tadı bambaşkaydı.
Bembeyaz tülbendinin etrafında incecik boncuklarla işlenmiş çepeçevre yüzüne nede güzel yakışıyordu başörtün. 
Hep merak ederdim “Nane” saçının rengini ve biçimini. Hiç açtığını da görmemiştim. 
Sadece alnına doğru açılan kısımdan içlerine düşen akların rengi görünürdü. 
Ama yakışırdı. 
Ben saçları beyazlayan insanlar yaşlanır bilirdim. İçimi bir hüzün kaplardı. 
Sendemi yaşlanmaya başladın diye! 
Fakat söyleyemezdim sana üzülürsün diye “Nane.” 
Ya! Sende yaşlanırsan bize kim ekmek pişirip, yemeklerimizi kim yapar diye.
Birde akşamları gaz lambasıyla oturduğumuz akşamlar gelir aklıma bilir misin? 
Hani Lâle gibi sarı ışığıyla mat ve soft sarı ışığının odaya yetmeyen aydınlığında hayal kurardım. Kimi zaman olması imkânsız, kimi zaman da olması muhtemel. 
Giydiğimiz sabun kokulu çizgili pijamaların cepli olanını çok severdim. Yattığımız zaman masallar anlatırdın ya! 
“Nane” 
Her uykudan önce aklıma gelir. Hani yaşlı bir nine, fırında ekmek pişirirken diye başlardı. 
Birde bir horoz vardı! 
Hani ayağına diken batan. 
İşte onu her akşam nüktelerle süsleyerek anlatırdın ya. O kadife gibi sesini büyüdükten sonra bile özlüyorum.
Ah Nane! Ah…
O güzel yıllar hep anılarda, hafızaların nemli loş ışıklarında kaldılar bilir misin? 
Şimdi devir öyle bir değişti ki! Anlatamam. Sağ olaydın da bu günleri bir göreydin. 
Nasıl şaşırırdın kim bilir? 
O kabak kafalı, çil yüzlü, yüzü güleç oğlunun saçlarına aklar düşüp tarumar etti güzelim zümrüt gibi siyah saçlarını. Alnındaki kırışıklıklar çok katlı otoyollar gibi kat-kat oldu. Yüzündeki gülümsemenin şeklide eskisi gibi baharda yeni çıkmış badem salatalıklar gibi taze değil artık. 
Gülüşünde bile yılların derin çizgileri var artık “Kuzey Anadolu Fay Hattı” gibi. O da tam senin öğrettiğin masalları anlattı çocuğuna.
Şimdi dünyanın gidişatı da değişti. Ne mertlik kaldı serde ne de adamlık. 
Herkesin kıçı başı bir başka oynuyor.
Ha birde mikroplu, virüslü bir dünyaya bulaştık ki ne yazsam sen anlarsın, nede görsen anlarsın. 
Kalmadı öyle sizin zamanınızdaki gibi boğmaca, kabak kulak, çiçek, dizanteri gibi hastalıklar. 
Hiç görünmeden ne devlet bırakıyor ne zengin ne de fakir. Yakaladığını öpüp geçiyor, kırıp geçiriyor. 
İyi ki bu zamanda yaşamamışsınız diyesim geliyor. 
Öyle köpoğlu bir dünya düzeni olmuş ki! 
Ne söz kaldı ne sebat. 
Yalanın sayısını bile bilmiyorsun. 
Kör tuttuğunu öper oldu bu zamanda. 
Hani eskiden bir beşibirlik takıldı mı yaşlanana kadar fiyatı aynı kalırdı ya. Şimdi bugün fiyatı bir başka, yarın fiyatı bir başka. Artık okuntu gönderdiler mi çocuklarının düğünleri için, insanlar telaşına düşer oldu. 
Geçim zorlaşıyor gitgide.
Hani ben daha altı, yedi yaşlarında “Fezaya füzeyi Rus Gagarin” fırlattı diyorlardı ya! 
Şimdi Fezaya Füzeyi kimin fırlattığını da bilemiyorsun. 
Cukkanda çil altınların, yeşil dolarların varsa, ensen kalınsa senden insanı yok ha! 
Senin eski zamanın gibi değil artık dünya. Bırak komşunun komşuyu görmesini, aynı karındaşlar bile dişlerini biliyorlar bileyi taşıyla.
Birde kör olası bir dijital dünya başladı ki sorma gitsin “Nane”!
Diyelim ki acıktın!
Hemen avuç kadar cep telefonundan giriyor “Hemen Getir” sayfasına. Parasını da cüzdana el atmadan hemen otomatik ödüyor. 
Ne istersen en fazla on dakikada kapıda. Isıtmak için o eskisi gibi toprak ocağa odunla ateş yakıp ısıtmak yok ha!
Hemen mikro dalganın tuşuna üç kez basıp üç dakika beklediğin zaman hemen ısınıyor. 
Ne sodalı ne de kül ile yıkanan çamaşırlar var artık. Bulaşıklarda ha keza. 
Bazen diyorum Aah “Nane” sağ olsaydı da bu günleri görseydi dediğim olmuyor değil.
“Şefkatle bakan bir yüzün vardı, güneş gibi sıcacık ve aydınlatan gözlerin, gözlerindeki çağla yeşili ışık…”
“Yavrucuğum” denen bir kelimeyi ilk senden duymuştum. Bilmem hatırlar mısın Nane? 
Çatısında kalınca mertekler dizili, üzerleri isli ardıç ağaçları olan çok odalı kocaman bir evimiz vardı. 
Yerleri topraktan. 
Mütemadiyen her sabah ince kalaylı bakır ibriğin incecik nozulundan çıkan terbüzek suyuyla nakışlanarak ıslatılırdı yerler. 
Bir toprak kokusu yayılırdı ki etrafa mis gibi. 
İnce telekli bir süpürgeyle süpürülürdü her taraf. 
Özledim “Nane” özledim o günleri hem de çoook… 
Adil Bozkurt
 
 
Toplam blog
: 58
: 542
Kayıt tarihi
: 10.11.17
 
 

TANIYIN BENİ Yaşım on üç idi resim çektirdim Şimdi aksakalımdan tanıyın beni Ayağımda kara lastik..