Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Mart '12

 
Kategori
Sinema
 

Türk Sineması kimin umurunda?

Türk Sineması kimin umurunda?
 

Bu topraklardaki oluşumları anlatan kaç film var elimizde?

‘Hayatım roman’ ya da ‘hayatım bir film’ gibi söylemleri sık sık duyarız. Yaşamakta olduğumuz kimi durumlar bir film gibi değil mi? Her şeyin birbirine geçmeye başladığı bir toplumda yaşıyoruz. Eski çağların etkilerini silmek çok zor. Kaldı ki yer altında her yıl binlerce arkeolojik eser çıkıyor. Kimi yazıtlar ile açıklanmaya çalışılan kimi semboller ve olaylar nereden nereye gelindiğinin de birer göstergesi ülkemizde.

Bu konuda ilk mağara kültürlerinden ilk köy yerleşmelerine, ilk kentleşme çabalarından Roma, Selçuklu ve Osmanlı çağlarının anıt  eserlerine kadar pek çok eser yazıldı. Ne yazık ki o çağları gerektiği gibi işleyen ne bir kaç roman ne de bir kaç sinema filmi var elimizde. Bu konularda inanın doğru dürüst bir kaç belgesel bile yok. Var olan yüze yakın eser ise ya araştırma noksanlıklarından ya da değişik içerikli kalitesizliklerden dolayı el yüzüne çıkartılabilecek kadar temiz değildir. Söz konusu işler bu topraklardaki kimi zenginliklere dikkat çekmek bakımından ilk görevlerini yerine getirmiş olsalar bile bu işlerin arkasının gelmediğini görüyorum. Oysa başta ABD olmak üzere Batılı pek çok ülke ile Hindistan, Çin ve Japonya dur durak bilmeden sinema filmi çekiyorlar ülkelerinde.

Ne kendi insanımızı ne de anıt eserlerimizi tanıyoruz

Söz gelimi anıt eserlerimizden SELİMİYE CAMİİ'nin Birleşmiş Milletler’in Unesco adlı kendinden menkul uluslararası bir teşekkülü tarafından ‘Dünya Miras Listesi’ne alınışını bez afişler ile kutlanmaya çalışılır da dünyanın en büyük anıtlarından bir olan bu anıtı yükselten Mimar Sinan’ın hayatı ve eserleri konusunda özellikle Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kılı bile kıpramaz. Türkiye Yazarlar Birliği Başkanı Mehmet Doğan’ın 1987’de olsa gerek, yazdığı belgesel drama dizisinden başka elimizde hiç bir görsel eser yoktur.

Oysa Ulusal Sinema Kavgası yazarı ve yönetmen Halit Refiğ (1934-2009)'in MİMAR SİNAN'ın hayatı yanında öncelikle Süleymaniye ile Selimiye Camilerini de anlatan senaryosunu çektirerek, ülkemize kalıcı bir eser bırakmayı düşünebilen bir Kültür Bakanı çıkmadı bu ülkede.

Bu bakımda diyebilirim ki bu toplumda yaşanan milyonlarca hayatın birer bileşkesi olan nice sinema filmi ile belgeselleri yanında anıt eserlerimizi ve el sanatlarımızı tanıtabilecek güzel işler yapılamıyor. Tanıtım bakımından başta TRT olmak üzere özel televizyonlarda yapılan kimi çalışmalar yüreklere su serpse de sunuş biçimlerindeki durgunluk ve anlatımlardaki bilgi yoksunluğu inanın işlerin nasıl bir ivedilikle kotarıldığını da göstermesi bakımından birer gezi magazini olmaktan öte nitelik taşımıyorlar.

Selimiye kaç günde çekilebilir?

Kısa bir anımı da bu araya yazmadan geçmek istemiyorum: 1987’de Ürdün JPC ile TRT ortak yapımı olarak Miras adlı bir dizi için yönetmenim Adnan Ramahi iş dökümümüzde Selimiye için bir (1) gün ayırmıştı. Ben de ‘Selimiye çekimleri için iki (2) gün gerekir ise de sen bilirsin’, demiştim. Edirne’deki çalışmamızın üç buçuk gün sürdüğünü ve birinci günün sonunda Adnan Ramahi’nin: Bütün Arap dünyasında bu kadar görkemli bir cami görmedim. Anlatım metnimi değiştirerek yeniden yazacağım Selimiye’yi, açıklamasını hiç unutamam.

Beni bu görüşümün temelinde lisede Sanat Tarihi okumuş olmamın yanı sıra Mimar Sinan’a karşı olan hayranlığım ve özellikle Halit Refiğ’in Mimar Sinan adlı senaryosunu 1981’de okumuş olmamdı. Söz konusu dizi bu tür eklemeler yüzünden altı bölüm yerine sekiz (8) bölüm olarak yayına girmiş ve 1988’le birlikte başta TRT olmak üzere bütün Arap dünyasında yayınlanmıştır.

Metin Erksan: Sinema bir kültürdür

1979 sonu yayınla giren Sırrı Gültekin’in yönettiği İbiş’in Rüyası adlı diziden sonra 1981’de sinemamızın büyük ustası Metin Erksan (1929) ile Preveze Öncesi 1538 dizisi için yaklaşık bir yıl birlikte çalıştık. Metin Erksan‘a göre ‘Sinema içinde pek çok sanatı da barındıran bir sanattır. Yönetmen renk ve ışık bilgisi yanında belirli bir çağı anlatabilmek için dekor ve kostüm bilgisine de sahip olmalıdır. Yönetmen bu sanatın en yaratıcı kişisidir. O bir kraldır. İnsanı çok iyi bilmek zorundadır. Yoksa onları yönetemez. Psikoloji, sosyoloji ve psikiyatri onun çok iyi bilmesi gereken bilim dallarıdır. Yönetmen insanın da maddenin de özelliklerini bilmelidir. İnansın ya da inanmasın dinleri, mezhepleri de bilmek zorundadır bir yönetmen. Çok bilgili olmak zorundadır. İnsandan maddeye, düşünceden uzaya, anlamlı bir duruştan bir sembole kadar her şeyi bilmek zorundadır. Yönetmen ‘film çeken’ ya da ‘kamerayı oraya buraya yönlendiren bir adam’ değildir. Önüne gelen senaryoyu kendice çekmeye çalışan adamdır yönetmen. Yönetmen yaratıcı olmak, yeni bir dünya kurmak için çalışmalıdır. Bu yüzden sinema her şeyi kuşatan yönleri ile bir kültürdür.’  

Başarılı sinemacılarımız neden ve nasıl unutulur?

Susuz Yaz adlı sinema filmi ile 1964’de Berlin’de Türk Sinemasına ilk olarak en büyük ödülü kazandıran Metin Erksan ile onu peşinden gelen ödüllü sinemacılarımızın ‘yokluğa mahkûm’ bir durumda yüz üstü bırakılmalarını kim, nasıl açıklayabilir? Her televizyon kanalında sık sık döndürülen onuncu sınıf filmler ile kimi gülmeceler yerine onların eserleri için neden özel gösterimler düzenlenmez?

Fuat Uzkınay’dan Ömer Lütfü Akad’a, Mehmet Dinler’den Osman F. Seden’e, Yılmaz Güney’den Şerif Gören’e, Yücel Çakmaklı’dan Salih Diriklik’e, Atıf Yılmaz’dan Yavuz Turgul’a, Şahin Kaygun’dan Yusuf Kurçenli’ye, Metin Erksan’dan Nuri Bilge Ceylan’a kadar gelişen Türk Sineması bu topluma hiç bir şey vermedi mi? Bu sanatçılarımız neden unutulur, bunun hesabını hiç kimseye sormayacak mıyız? Biliyoruz ki bugüne kadar onların hiç birini hayırla yad etmek adına hiç bir tutarlı girişimde bulunulmamıştır. Çünkü Osmanlı çağlarında da söylenegridiği gibi: Ölen ölür kalan sağlar bizimdir!

Ülkemizin yetiştirdiği ilk ve en büyük belgeselcisi rahmetli Süha Arın (1942-2004)’ın Dünya Durdukça Mimar Sinan (1988) adlı özgün eseri neden sık sık televizyonlarda gösterilmez? ‘Bu topraklara ve onun içinde yaşayan insana sahip çıkmak’ düşüncesi ile  pek çok belgesel gerçekleştiren Süha Arın adına da ne yazık ki ne bir fakülte ne bir stüdyo ne bir kültür sitesi ne bir gösteri salonu ne de bir film festivali düzenlenir bu ülkede.

TRT’ye girdiğim 1977’de çalışmalarına tanık olduğum Ahmet Bayazıt ile Tuncay Öztürk’ün çektikleri Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı belgesel drama da benzer bir kadere mahkûm olarak hiç gösterilmez oldum olası.

Türk Sineması ölmeye mahkûm mudur?

Yıllar sonra şu yargıya vardım: Bütün işler ya el yordamı ile ya birilerinin ilgisi yüzünden ya ele güne ayıp olmasın ya oyları alınan kişilerin hatırına ya da birilerinin çıkarı için gerçekleştirilir. Bu yüzden ne sinema ustalarımız ne sinema sanatçılarımız ne de belgesel sinemacılarımız için gerektiği gibi güzel işler yapılmaz bu ülkede. Anladım ki sadece para kazanmak için sinema işlerine kalkışan kimi tüccarlar gibi kimi kurumlar da TRT de temiz iş çıkartan çalışanlarına vefasızlık göstermek konusunda birbirleri ile yrışmaktadırlar.

İyi ki sanattan anlayan ve sanata saygısı olanlarca başlatılan Altın Portakal Festivali (1964), Altın Koza Festivali (1969), Uluslararası İstanbul Film Festivali (1982)ve Safranbolu Altınsafran Film Festivali (2000) düzenleniyor. Kısaca kendimize de bu topraklara da saygısı sevgisi kıt kişilerce yönetiliyoruz. Bu bakımdan dünden bize kalan hiç bir anıt esere de kişiye de anılara da sevgimiz saygımız gelişemiyor. Bir bütün olarak sinema sanatına katkıda bulunan ustalarımız ile bu uğurda canla başla çalışan diğer kişiler için gerekli sevgi ve saygı gösterilmediğinden; bir kaç drama dizisi nedeni ile tanımaya çalıştığım Türk Sineması bana göre ‘boynu bükük’ bir biçimde ölmeye mahkûmdur.

Hollywood Türkiye’ye getirilebilir mi?

İçinde kültürlerin ve uygarlıkların birbirlerine eklenerek ortaya çıkan bugünkü Türkiye’de sinema açısından işlenebilecek nice konu vardır. Mağara insanından ilk köy yerleşmelerine, göçlerden savaşlara, yazılı kayalardan anıt eserlere, en ilkel el sanatlarından çini sanatına kadar uğraşılmış olan bu topraklardaki zenginlik başka hangi ülkede bulunabilir?

Bu yüzden olsa gerek ya nice dev yapımları gerçekleştiren Hollywood’u Türkiye’ye getirmek ya da Türkiye’yi Hollywood’a çok yakın bir yerlere taşımak geçer içimden. Çok soyut değil mi? Ortada acınılası nice durumlar var ise başka ne gibi soyutlamalar düşünmez ki insan? Bu konudaki kimi sancılarımızı dindirmesi için Bir Zamanlar Amerika (Yönetmen: Sergio Leone 1984) ile Bir Zamanlar Anadolu’da (Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan 2011) filmlerine gitmeye gerek var mı bilmem.

Ülkemizde sinemanın başlangıcından beri çok yetenekli yönetmenler, senaryo yazarları ve oyuncular ile bu sanatın diğer emekçileri ne yazık ki gerekli kurumlaşma da gerçekeştirilemediğinden  olması gereken Türk Sineması'nı kuramamıştır. Sermaye kıtlığı yanında her şeye nane sansür yanında kurumlaşamamak da sinemamızın en büyük açmazlarındandır. Bu yüzden tek tük de olsa ortaya çıkan kimi eserler ile kendimizi avutmaya devam ediyoruz. Çok seyrek de olsa kazanılan kimi ödüllerden dolayı da ne kadar sevinsek azdır.

Başarılı televizyon yönetmenleri neden sinema filmi çekmesin

Son yıllarda aramızdan ayrılmaya başlayan ilk usta yönetmenler ile senaryo yazarlarımızın yerlerini doldurabilecek yetenekte ve sayıda gençlerin yetiştirilememesi sorununu ise kim tartışarak bir çözüm yolu bulacak, bu da havada kalacak bir sorudur sanırım. İyi ki bu toprakların gücünden dolayı ona ve üstünde yaşayan topluma sevgi ve saygı ile eğilmesini bilen bazı sanatçılarımız başlarını uzatarak 'ben de varım' diyebiliyor.

Ayrıca çoğu televizyon dizileri yönetmenleri ile oyuncular yanında diğer ekip çalışanlarının ortaya koymaya çalıştıkları eserler de takdire şayandır. TRT dışındaki özel televizyonlarca çekilen bazı televizyon dizilerinin yurt dışına satılmakta oluşu ise başlı başına sevindirici bir olaydır. Türk Sinemasının çok az girebildiği bu alanda Türk televizyon dizilerinin yer alması şimdilik çok sevindirici olsa da geleceğe dönük projelerde özellikle komşu ülkelerin kimi özellikleri de göz önünde tutularak gerekli çalışmalar yapılmalıdır.

Bazen keşke diyorum özetler o kadar uzun tutulmasa nasıl olur. Bir de kimi sahnelerdeki uzatmalar dizinin akışını oldukça yavaşlatıyor. Kimi dizilerde 'dramaturg' görev aldığı halde pek çoğunda bu kadronun boş bulunduğunu anlıyorum. Bu da olayların akışı kadar belirli durumlar karşısında alınması gereken tavırlar ve söylenmesi uygun düşecek sözler ve mizansenler bakımından oldukça büyük sorunlara yol açıyor. Böylece her işin senaryo yazarına ve peşinden de yönetmene kalması sanırım setlerdeki gerginlikleri arttırmaktadır.

'Reklamlar arasında dizi seyretmek' ise kazanç elde edebilmek için başlı başına bir sorun olsa gerek. Yıllardır İstanbul'dan uzak kaldığım için piyasadaki ücretlerin her bir projeye göre nasıl dengelendiğini merak ediyorum. Bütçelerde yazılanlara uymak bakımından umarım kimse kimsenin hakkını yemiyordur. Sanırım Batı'da olduğu bizde de bazı dizi yönetmenleri yakında sinema filmleri de çekerek güzel işler başaracaklardır. Yeterki bu kounda onlara belirli bazı kaynaklardan mali destekte bulunabilme yolları bulunabilsin. Görebildiğim kadarı ile Türkiye'de bu güç var.

Sinema için olması gereken mali desteklerde model sıkıntısı var

Bana göre bu konuda ne TRT ne RTÜK ne MEB ne de KTB dolaylı da olsa gerekli destekleri sağlamaktadır. Sorunun çözümü belirli bir kaç proje için mali destek vermek ya da kimi tekliflere de bağlı olarak bazı yapımları siyasi destekli kimi şirketlere iş vermek yolu ile sağlanamaz. Sinema sanatı ya da sinema sektörü için sermaye temerküzü bir türlü sağlanamadığından ne kurumsallaşma ne de kazançların rasyonel bir biçimde yeniden sinema sanatına aktarılması mümkün olabilmektedir. Bu yüzden devlet kurumlarına büyük görevler düşmektedir. Ne yazık ki bu konuda yukarıda adlarını yazdığım dört kurum da 'model sıkıntısı' çekmektedir. Bu kapsamda RTÜK'nun yayınlanan reklamlardan kendi bütçesi için elde ettiği gelirin en az yarısını Türk Sinemasına aktarsa ne kadar güzel olur değil mi?

İletişim fakültelerindeki sinema televizyon eğitimi ne kadar yeterlidir?

Öte yandan yıldan yıla yaygınlaşan iletişim fakültelerinin başta Sinema Televizyon bölümleri olmak üzeri çoğu bölümlerinde ne yazık ki uygulamadan gelen öğretim üyesi sayısı oldukça düşük. Varsa yoksa kuramsal ya da ezbere dayalı bu eğitimlerin ne gibi sonuçlar verdiğini öğrencilerin stajlarında ve hayata atıldıklarında çok yakından gördüğüm için durumun çözümsüzlüğü için hiç bir kıpırdanış yok ortalıkta. Kimi özel üniversitelerde yer alan arkadaşların sayıları da kuramsal dersler verenlere oranla çok sınırlı.

Dünyanın 17. ekonomisi olmakla övünülen Türkiye Cumhuriyeti bakalım bu topraklarda yer alan nice toplumlar ile onlardan arta kalan nice eserler için göstermelik bir kaç belgesel tanıtım dışında neler yapacak. Unutmayalım ki her türlü devlet desteği yoksunluğuna rağmen yönetmenlerimiz; dün olduğundan daha çok bugün dünya festivallerindeki yarışmalara katılmakta ve filmleri de yabancı ülkelere satılabilmektedir.

İşte bu yüzden yılların birikimi ile şu yargıya vardım sonunda:Oldu bitti bu topraklardaki oluşumlara sevgisi ve saygısı kıt kişilerce yönetiliyoruz. Çünkü onlar sanatı, sinemayı ve belgeseli değil siyaseti seviyorlar. Oysa siyaset her şey değildir, uçar gider. Sanat ise kalır.

 

 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..