- Kategori
- Siyaset
Türkiyedeki etnik ırkçılık hakkında
"Kürt açılımı" yeni bir düşünce, süreç veya "proje" değildir. I. Dünya Savaşından yenik çıkmış Osmanlı Devleti'ne dayatılan şartlar arasında "Kürt Açılımı" da vardı. Osmanlı hükümetinin 10 Ağustos 1920de imzaladığı 317 maddeden oluşan Sèvres Antlaşmasının 63 ve 64. maddelerinde Kürt aşiretlerinin millet yapılması ve bağımsız bir Kürt devletinin kurulması kabul ediliyordu.
Sèvres Antlaşmasının hiçbir zaman yürürlüğe girmediği yolundaki resmi ve bilinen iddialar doğru değildir. Antlaşma bal gibi yürürlüğe girmiş ve bir çok maddesi uygulamaya konmuştur. Şöyle ki:
Antlaşma hükümlerince, savaştan önce Osmanlı toprağı olan Kafkaslarda Ermenistan devleti kurulmuş (Madde 28), Suriye, Musul, Kerkük vilayetleri elimizden çıkmış, Irak, Ürdün oluşturulmuş, İngilizlere kaptırılan Filistin'de " ulusal bir Yahudi yurdu" kurulmuş (Madde 94-97), yine Osmanlı toprağı olan Hicaz denilen Suudi Arabistan ayrı bir devlet olmuştur (Madde 98).
Böylece, yine eski Osmanlı toprağı olan Balkanlarda yapıldığı gibi Kafkaslar ve Ortadoğu bölgesinde de Osmanlı’nın kaybettiği topraklar üzerinde bir sürü irili ufaklı devlet, devletçik, krallık, emirlik kurulmuştur. Sèvres Antlaşması yürürlüğe girmediyse tüm bu devletler nasıl kuruldu?
Sèvres Antlaşmasının 63 ve 64üncü maddelerine göre ise, Osmanlı Devleti Fırat nehrinin doğusunda, Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan bölgede bir Kürt mahalli muhtariyet (yerel özerklik) projesini kabul edecekti. Bu proje, İstanbul'daki İngiliz, Fransız ve İtalyan işgal kuvvetlerince hazırlanacaktı. Antlaşmanın imzalanmasından bir yıl sonra bölgedeki Kürtlerin büyük çoğunluğu Milletler Cemiyetine başvurarak Osmanlı’dan bağımsız olmak istediklerini talep eder ve Cemiyet bunu onaylarsa Osmanlı bölgedeki tüm haklarından vazgeçecekti. Bu durumda Musul'daki ve diğer yerlerdeki Kürtlerin de bu yapay Kürt devletine katılması engellenmeyecekti.
Tüm bunlar 1920li yıllarda kararlaştırıldı. Yani o kadar uzak bir geçmiş değil.
Peki niye bu yapay devlet hemen kurulmadı da öncelikle Kürtlere "mahalli muhtariyet" yani "yerel özerklik" verilmesi gündeme geldi? Çünkü o yıllarda doğudaki aşiretlerde bir millet olma bilinci, niteliği ve bir devlet kurmak için gerekli altyapı, eğitimli insan gücü, ekipman, kadro, araç, gereç olmadığını işgal güçleri fark ettiler. Onun için önce gerekli alt yapı oluşturulacak, federatif özerklik verilecek, Türk üniversitelerinde öğrenim görecek geleceğin Kürtçü hukukçu ve siyasetçileri yavaş yavaş yetiştirilecekti.
Projenin eğitim ayağı uygulamaya kondu ancak, "Bölgesel Özerklik Projesi" (BÖP) uygulamaya konamadı. Neden? Çünkü o sıralarda Kurtuluş Savaşı başlamış, Türkler ve Kürtler işgalcilere karşı birlikte çarpışıyordu.
Bunun üzerine "proje" ertelendi. Ama iptal edilmedi. Ertelenen "proje" elverişli ortamı bulunca uygulamaya konacaktı. Nitekim öyle oldu. Türkiye içi boşaltılan bir şirket, hortumlanan bir banka gibi haraç mezat küresel tekellere övünçle pazarlandı, satıldı, yağmalandı. "Büyük Ortadoğu Projesi" (BOP) adı altında kendine uyumlu bir eşbaşkan bulan ABD ve AB Sèvres Antlaşmasının son hükümlerini de uygulamaya koydu. BÖP BOP oldu.
Türk aydınları, Jön Türkler, Fransa, İngiltere ve Avrupa'daki demokrasiyi görmüşler, hayran kalmışlardı. Ama, demokrasiyi hangi gücün, hangi erkin, kimlerin nasıl kullandığına, nasıl yönlendirdiğine, nasıl denetlediğine bakmamışlardı. Demokrasiyi denetleyenler ülkelerin asal ögeleri, yapıları ve egemen birimleriydi. Örneğin İngiltere'de, devletin asal unsurlarını oluşturan İngilizlerdi. Hindistan, Güney Afrika ve Mısır Britanya krallık sınırları içinde olduğu halde İngiliz Parlamentosunda tek bir Hintli, Afrikalı, Mısırlı milletvekili yoktu.
Oysa, 17 Aralık 1908de açılan ilk Osmanlı Meclisinde milletvekili dağılımı şu şekildeydi: 142 Türk, 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp, 1 Romen!
275 kişilik bu ilk Mecliste Türk olmayan milletvekili sayısı 133, Türk olanlar 142 idi. Kuşkusuz, Avrupa bu durumdan çok hoşnuttu, çünkü onlar için demokrasi cahili bir meclisi ikna etmek Abdülhamit'i ikna etmekten çok daha kolaydı.
Siyaset bilimcileri, sosyologları olmayan, ekonomi politikadan bihaber, dine dayalı bir devlet olan Osmanlı devletinin genç subaylarının ve aydınlarının Masonik derneklere üye olarak eşitlik, kardeşlik, özgürlük gibi göz kamaştırıcı kavramların peşinden ağzı açık ayran budalası gibi sürüklenmeleri, bu kavramların gelişigüzel kullanımının devlet yapısını temelden sarsacağını fark edememeleri cehalet değilse nedir ?
Günümüzde de değişen bir şey yok! Bir din devletine dönüşme sürecindeki ülkemizde aynı mizansen tekrarlanıyor. Yeni yetme şaşkın aydınlarımız yine bu kavramların körkütük emrinde Avrupa ve Batı’ya yaranma peşindeler. “Daha fazla demokrasi”, "tarihi fırsat", "demokratik açılım" veya “ileri demokrasi” diye tufaya gelenler medya desteğiyle alıştıra alıştıra oluşturulan bir "Kürt Kapanı" ile ülkeyi parçalamanın düğmesine bastıklarını fark ettiler mi acaba?
Öyle bir ülke haline geldik ki, askerlerimiz bol keseden şehit olurken kodamanların oğulları göstermelik askerlik yapıyor, düzmece raporlarla askerden muaf tutuluyor; ülkesi için kanını döken, teröre karşı savaşan komutanlarımız aşağılanıyor, yargılanıyor, iftiralara uğruyor, cezaevlerinde, hastane köşelerinde ölmelerine, intihar etmelerine neden olunuyor; terörü ve bölünmeyi daha da azdıracak etnik dilde yayın yapan TV istasyonları devlet tarafından iftiharla devreye sokuluyor, üniversitelerde Kürt dili bölümleri açılıyor; vatansever bilim adamları, hukukçular, akademisyenler ve aydınlar sindiriliyor; bu da yetmiyor Türk siyasetçiler bölücülerin TV kanallarında görüş beyan ediyor.
Ülke, Osmanlı Devleti'nin son günlerinden daha beter, acınacak bir duruma düşmüş ve düşmeye devam etmektedir. İşgal ordularını İstanbul ve İzmir'de alkışlar ve bayraklarla karşılayanlar ekmeğini yedikleri bu ülkeye karşı ne kadar feci bir ihanette bulunduklarını nasıl ki çok sonra fark edip, ama nasıl ki bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödedilerse, Türkiye’ye kurulan bu küresel tuzağa katkı sağlayan aktörler, kuklalar ve onların yardakçılarının da er veya geç aynı bedeli ödemek zorunda kalacakları kaçınılmazdır.