Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Eylül '13

 
Kategori
Deneme
 

Üç Esmer bir mutluluk

Üç Esmer bir mutluluk
 

Nina, Ella, Buika...


Gözlerimizin rengi farklı olsa da gözyaşlarımız hep aynı renk…

Irkçılığın karşısında kale gibi duran bu cümleyi niye mi söyledim? Başlıktaki esmer kelimesine bir dipnot tekelinde. 

Üç esmerden kastım benim hayatımda hep var olan ve dinlemeye doyamadığım üç kadın. Kim mi bu kadınlar?

Tabiî ki ilk olarak Nina Simone diyorum. "Don't Let Me Be Misunderstood"  dediği anda dünyadaki bütün kötülükler şeffaflaşıyor; kadife bir dokunuş sakinleştiriyor beni. Hele ki “Feeling Good” nidasıyla iyi hissetmemek mümkün değil. Simone Amerikalı, şarkıcı, şarkı sözü yazarı aynı zamanda piyanist ve başka bir minvalde insan hakları savunucusu. Birçok müzik dalında yetenekli olsa da en çok jazzla severim ben onu. Jazzdır onu o yapan. Asıl adı Eunice Kathleen Waymon iken o İspanyolca’dan “kız” anlamına gelen Nina’yı ve hayranı olduğu Simone Signoret’ten de Simone’u alarak sahne adını oluşturur. İlk albümünü ise 1958 yılında yapar. Irkçılığa ve savaşa karşı bir tutum benimsediği için Amerika’yı terk ederek Avrupa’ya geçer. Birçok Avrupa şehrini dolaştıktan sonra Fransa’ya yerleşir. Ve bu insanı sakinleştiren olağanüstü sesli kadın göğüs kanseri ile yedi yıllık bir mücadeleden sonra 2003 yılında, yetmiş yaşındayken hayata gözlerini yumar. Bize ise bu olağanüstü sesin kayıt altına alınmışlarıyla avunmak kalır.

İkinci esmerim de denizaşırı kentten, Amerika’dan. Ella’dan bahsediyorum. Ella Fitzgerald’dan. Evet evet o da bir jazz vokalisti. Nina kadar olmasa da o da beni yatıştıranlardan, ruhumu gıdalayanlardan. Sesini bir trompet gibi kullanabilir ve bu ses üç oktavı aşan bir aralıktadır. Luis Armstrong ile düetleri dinlemeye doyulmaz. Hele ki “Dream of dream tonight” çalmaya başladığı anda bütün kavgaları, kötülükleri, fesatlıkları bıçak gibi kesebilecek bir güç ortaya çıkar. İyiliğin ve olağanüstülüğün gücüdür bu. Jazzda Simone’dan önce gelir ve Jazzın annesi lakabını da elinde tutar. Hatta bize ondan kalan şöyle bir söz vardır; hatırlayınca tebessüm ettiren. “İtalya'daki bazı çocuklar bana "Mama Jazz" (Jazz Anne) diyor; bence bu çok tatlı. Tabiî "Grandma Jazz"(Jazz Büyükanne) demedikleri sürece.” Olağanüstü yetenekli bu sesin de biçilmiş bir ömrü var ki 1996 yılında bizlere veda etmiştir.

Gelelim üçüncü esmere. Bu kez Amerika’ya gitmiyoruz. İspanya’ya İspanyol çingelerinin farklı bir o kadar da imrendirici dünyasına. Bu dünya hiç sıkıcı gelmez onlara ya da sıkıcı taraflarını hiç görmezler. Flemenko’yu onlarla öğrendik, tattık ve sevdik. Concha Buika da işte İspanyol Çingenelerinin renkli dünyasından çıkmış olağanüstü seslerden biridir, belki de en iyisidir. Gitar, bas, çello, piyano ve gibi birçok enstrümana hakimdir. O bir “nina de fuego”dur. Yani “ateşin kızı.” Buika “no habra nadie en el mundo” diye seslenmeye başladığı anda Nina gibi Ella gibi dünyayı durdurabilir ve sizi başka kapıların ardına itebilir.

Hepimiz hayat enerjimizi bir yerlerden alıyoruz. Ama öyle ama böyle çirkinlikler etrafımı sardığında bulduğu en ufak çatlaktan ruhuma sızan ezgiler de benim bu dünyaya direnç gösterebilmem için aldığım enerjinin diğer adları. Dünyada bariz olup da uzak durmak için çabaladığımız kötü duygularla arama set çeken ezgiler. Ne kadar kötü duygularla aramda ezgilerden bir set oluşturmuş olsam da veya “kıskançlık cehaletten beslenir” diyenler de olsa Nina, Ella ve Buika gibi kadınları kıskanmamam mümkün değil. Sanırım bu dünyada muazzam bir sese sahip olmak için çikolatadan bir ten, kalınından bir dudak ve kıvırcığından bir saça ihtiyaç var. Muazzam ses bu üç özellik olmadan kendini gizliyor maalesef. Güzel ses oluyor da bunlar olmadan, muazzam ses olmuyor.

 

 

 

 
Toplam blog
: 37
: 1229
Kayıt tarihi
: 18.06.12
 
 

Farkındalığı fark ettirmenin amaçlı yolcusu. ..