Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Şubat '07

 
Kategori
Aile
 

Vatan hasreti (2)

Vatan hasreti (2)
 

Dedemin Anısına

Hasret ve özlemin diğer boyutu da aile bireylerimiz, akrabalarımız ve yakın dostlarımız yaşamımıza anlam katan, bizleri olduğumuz gibi seven, bizim yürekten sevip saydığımız değerli kişilikler… Onların, doğup büyüdüğümüz ve geride bıraktığımız topraklarda kalması, bizlerin gurbetteki çileli yaşamlarımızı daha zor hale getiriyor. İnsan, vatan sevgisini, ailesine ve dostlarına olan sevgisiyle özdeşleştiriyor. Türkiye, evi oluyor bir anda; Atatürk, dedesi; ailesiyse milleti… Benim rahmetli ve sevgili dedem de, gönül bağımız nedeniyle ve yaşamımdaki yeri bakımından hasret duygumun önemli bir kaynağını oluşturmuştu her zaman.

Dedemin ve babaannemin vefat haberlerini aldığımda son bir defa bile olsa ellerini öpememenin ve haklarını helal ettiklerini göremememin üzüntüsünü yaşadım. Özellikle dedemle özel bir bağım vardı. Çünkü, çocukluk yıllarımın en güzel anılarında dedem de içindeydi. Bu bana her zaman onur vermişti. Diğer torunlarından daha farklı bir duygu yoğunluğunda onun tarafından sevilmek güzel bir şeydi. Sanırım, parçalanmış ailelerde, büyükbaba ve büyükannelerin aile içindeki yerleri daha da önemli hale geliyor. Dedem, babamla birlikte, bana çok yakın bir dost olarak, ilk, orta ve lise çağlarımda, yaşamımdaki derin boşlukları doldurmuştu. Farklı bir gönül bağımız vardı. İlk cami maceram, güzelim halılar üzerinde renkli tespihlerle oynayışım onun sayesindeydi. Tanrı inancının yüreğimizdeki yerini, laik ve uygar bir insan olarak, Atatürkçülüğün Türk insanı için doğal bir düşünce olduğunu ve inancın, doğru yerlerde ve doğru amaçlara kullanılmasının önemini ondan öğrendik. İbadetiyle kimseye rahatsızlık vermez, işini yarıda kesmez ya da gösteriş yapmazdı. İnatçı ve katı bir kişiliği vardı ama tutarlıydı, mertti ve çok dürüsttü. İbadetini yüreğiyle ve gönlünde yapardı.

Ailemin köklerini oluşturan ve Atatürk'le beraber Türkiye Cumhuriyeti'nin o zor ama onur ve kahramanlık dolu yıllarını yaşayan tarihi çınarlar ardı ardına devrildi, ne yazik ki. Geçmişimin canlı abideleriydi onlar. "Mimanlar" soyundan gelen ve bir Bulgaristan Türkü olan dedem Ahmet Ömerov (Ömeroğlu Ahmet), 1920'li yıllar yaşanırken Amerika'ya göç etme hamlesinin, yasal kağıtlarındaki bir eksiklik nedeniyle gercekleşememesi üzerine, Varna’dan İstanbul’a gitmek üzere, yakamozlu bir Karadeniz gecesinde, bir kayıkla gizlice yola çıktı ve kaderinde çoktan yazılmış olan ve ömrünün geri kalan yıllarını geçireceği Türkiye'ye geldi.

Bulgaristan'ın, İzmir gibi güzel bir kıyı kasabası olan Varna'sından, önce akrabalarının oturduğu ve o taşı toprağı altın muhteşem İstanbul'a, oradan da 'efeler diyarı', sevda yüklü yaz meltemlerinin okşadığı mutevazi şehir, Ege’nin incisi İzmir'e göç etti, marangoz, sanatçı ruhlu, kültürlü ve dürüst Ahmet Usta… ya da babaannemin onu çağırdığı şekliyle: Ahmet Efendi.

Annesiyle vedalaştıktan sonra, tek başına başladığı umut yolculuğunda yanında bavulundan başka sadece koskaca Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye kalan hatıralarını, Bulgarca ve Türkçesini, Arap ve Latin alfabesini, marangozluk sanatını ve yüreğini getirmişti. İş buldu, cok çalıştı. Ve İzmir'de, eşine asırlık bir ömrü huzur içinde yaşatacak ve üç evlat dünyaya getirecek olan Düriye Hanım'la evlendi. Çocuklarını zamanın o zor şartlarına rağmen en iyi şekilde yetiştirdi eşiyle; sonra da torunları oldu. İzmir’de Elhamra Sineması, Milli Kütüphane gibi toplumu aydınlığa götürecek olan binaların usta marongozluğunu yapmıştı ve daha bir çok bina onun sanatçı ellerinden geçmişti… Nereye gitsek, bana hep bir bina gösterirdi içide sanatı ve emeği olan… Marangozluğun ince bir sanat olduğunu kanıtlamıştı bana…

Acı-tatlı hatıralarla dolu bir ömrü yaşadı… Her şeyin ötesinde eşiyle paylaştı. Önce, Balkan Savası’nı, ardindan Birinci Dünya Savaşını, koskoca Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünü, genç ve dinamik Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu, büyük Atatürk'un vefatını, sonraki yıllarda da çok sevdiği Başbakan Adnan Menderes'in hüzün dolu Yassıada günlerini ve ardından idamını, 1970'lerin sağ-sol mücadelesi adı altında kanlı kardeş kavgasını, 12 Eylül 1980 İhtilalini gördü. 83 yaşında marongozluktan emekli oldu. Aydın bir insandı; lise mezunuydu. Çok okurdu. Bu arada 85 yaşındayken de Victor Hugo'nun iki devasa ciltlik, Arap harfleriyle yazılmış, Sefiller romanını bitirmekten kendini alamamıştı. Romanın kahramanı Jan Valjan hakkında o zamanlar çok sohbetlerimiz olmuştu. Adnan Menderes’i çok severdi; onun döemindeki olayları anlatan çok kalın bir kitabı da büyük bir dikkatle okuduğunu çok iyi hatırlıyorum. Demokrat partiliydi. Rahmetli Menderes’in yaşadığı dramı bir türlü unutamamıştı.

Bulgaristan’daki kışın acımasız soğuğunda, kızarmış ekmeğe kazyağı sürülüp sarımsakla yenildiğini, insanın tükrüğünün havada donduğunu ve balın içine su katılarak “şeker balı” yapıldığını ondan duymuştum. Acı, kırmızıbiber yemeyi severdi.

Bastonu vardı ama kullanmazdı; dimdik yürürdü. Dinçti. Birgün marangozhanede çalışırken, elektrikli testere makinasından gözüne tahta fırlamıştı ve ardından da Buca Hastanesi’nde gözündeki katarak yüzünden de ameliyat olmuştu. Sırtına Alman subaylarının giydiği kalın bir palto giyerdi. O palto o kadar ağırdı ki, bazen onu giydiğimde, sanki yerçekiminin iki katına çıktığını hissederdim. Namaz için ayakkabının içine, çorabın üstüne giydiği meslerini eskidiği zaman ben alırdım ve ayaklarıma orlondan ya da yünden örülmüş patiklerin üzerine onları giyerdim. Ayaklarımı sıcacık tutardı.

Dürüsttü ve bazan üçkağatçıların tuzaklarına düşerdi ve babaanemden de azar işitirdi. Yerde döşekte yatardı. Yanında bir de radyosu hiç eksik olmazdı. Babannem bizi akşam yemeğine çağırmadan önce, onunla balkonda oturup sohbet etmeğe bayılırdım. Yaşlıydı ama ileri görüşlüydü. İyi bir dosttu. Babam, biraz sitemle de olsa, dedemin kendisinden esirgediği sevgiyi bana verdiğini söylerdi. Torunlarını severdi ve onlara karşı hep şevkatliydi.

Bana anlatılanlara gore, kafası kızdığı zaman çok ani kararlar verip yanlış adımlar da atmıştı zamanında. Para tutmasını bilmeyen bonkör bir insandı. Üretken ve yapıcıydı. Yaşlılığında bile kimseye yük ya da muhtaç olmak istemezdi. Yalnızken yemeğini kendi yapar ve bulaşığını muhakkak yıkardı. Her öğlen yemekten sonra uyurdu. Hatta 83 yaşındayken çalıştığı yerde bile, sefertasındaki babaanemin yaptığı güzel yemekleri yer, öğlen tatilinde de tavan arasına çıkar şekerlemesini yapardı. Belki de sağlıklı ve dinç olmasını buna borçluydu. Arasıra beni de yanında işe götürürdü… Ben de, dedemin bana verdiği tahta takozlardan oyuncak yapardım…

Halası, ölmeden önce ona el vermişti. Eliyle dokunup kendisinden yardım isteyen hastaların ağrısını, sızısını alırmış. O da babama aktarmış bu Tanrı vergisi yeteneği. Pek çok insanı sağlığına kavuşturan bu yetenek, ne yazık ki, ne kendi yaralarına merhem, ne de kendi yaşamlarını değiştiren dertlerine deva olmuştu. Bir asırlık koca çınar, yorulmuştu yavaş yavaş, acımasız yaşamın bir yüzyılda biriken yükünü taşımaktan… Çok şeyler yaşamıştı; çok tecrübeleler edinmişti.

Ayaklarındaki romatizmadan yürümekte zorluk çektiği halde, yaptığı, zahmetli, ama o tadı damağımızda kalan yemeklerle bizi besleyen ve evine ne zaman gittiysek karnımızı doyurmadan bırakmayan rahmetli babaannem, dedemin geçirdiği iki zatürre ve bir zatülceme rağmen 99 yıl yaşamasında en önemli nedendi. Babaannem dedeme öyle iyi bakmıştı ki, dedem, babamın bütün fedakarlıklarına rağmen, babaannemin ölümünden bir yıl sonra hayata gözlerini yummuştu

90’lı yaşlarına geldiğinde veda etmek zamanının geldiğini biliyordu. “Ölsem” diyordu. Önce 60 küsür yıllık eşini kaybetti 1995’de. Ve ardından sevgili dedem, Varna'lı Ahmet Usta, 99 yaşındayken 1996 yılında, hayata gözlerini yumup Hakkın rahmetine kavuşmuştu. Vefat haberini, aylar sonra, New York'ta, bir telefon konuşmamız sırasında, babamdan almıştım. Babam, dedemi çok sevdiğimi bildiği için benden gizlemişti onun vefatını. Dedemle nasıl ortak bir kaderi paylaştığımı, şimdi burada daha iyi anladım. Dededen toruna uzanan bir alın yazısı benimkisi…

Türkiye Cumhuriyeti, Ahmet Efendi ve Düriye Hanım gibi iki faziletli vatandaşını daha kaybederken, ben de mezar taşları başında ruhlarına, hiç olmazsa, yıllar sonra okuduğum ‘fatiha’yla ve onlardan geriye kalan yıllarımızı dolduran hatıralarla teselli buluyorum...

Babaanemin sevgiyle pişirip özenle sunduğu bir bardak sıcacık çay ve fırından yeni çıkmış peynirli börekle, cankulağıyla dinlediğim dedemin bir asırlık yaşam hikayesi... Türk insanının içinde yoğrulduğu o değerler zenginliğine... Atalarımızın bize bıraktığı mirasa özlem...

Vatan Hasreti herhalde böyle bir özlemin adı olsa gerek…

Alp İçöz, M.A.
Eğitimci Yazar

Copyright©ALP ICOZ 1995-2007
JOURNALTA
The Journal of Turkish Americans

 
Toplam blog
: 52
: 1767
Kayıt tarihi
: 11.11.06
 
 

"İnsan, aslinda gönül gözüyle görmeli dünyayı. Herşey, o iç dünyanin merkez olduğu kişiliğine şek..