Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Mart '08

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

Yakmayalım... Söndürelim... Ormanları...

Yakmayalım... Söndürelim... Ormanları...
 

İnanmazsanız bakın. Benim köyüm. Dağlara yeşil yakışır. Çıplaklık değil. O kadına yakışır:))


Arkadaşlar: Biliyorsunuz mamut’un deyimiyle tayyareci, genel deyimiyle havacı arkadaşımız Talip Bölükbaşı’nın başlattığı bir kampanya var. Üstünde “Milliyet Blog Yangın Söndürme Uçağı” yazacak bir girişim. Madem o kadar konuşuyoruz, duyarlılıktan bahsediyoruz, madem bu kadar duyarlısınız haydi sıvayın bakalım kolları da duyarlılığınızı görelim, çorbada sizinde tuzunuz bulunsun kampanyası.

Yani lafla peynir gemisi yürümez. İcraatınızı görelim kampanyası. Kısaca hani o hepimiz için çok değerli olan çocuklarımıza, devraldığımız kadar olmasa da en azından daha güzel, daha yaşanılası, nefes alınası bir dünya bırakalım kampanyası.

Öncelikle dedim ki. Bana ne ya. Biz şimdi ekeceğiz dikeceğiz, “biliyorsunuz bir başka değerli blogcumuz Yusuf Aysan’ da çok güzel bir kampanya başlatarak, MB blog ormanı projesini hayata geçirmişti” yangın söndürme helikopteri, uçağı alacağız.., bizi korusun, çocuklarımızı korusun, geleceğimizi korusun diye seçip bir yerlere gönderdiğimiz, kırmızı koltuklara oturttuğumuz insanlar da bize sormadan danışmadan ormanlarımızı bir gecede çıkardıkları yasalarla yapılaşmaya açacaklar. Bu arada birileri bir hayli yolunu bulucak, beş yıldızlı, kim bilir belki de yedi yıldızlı oteller dikilecek, al sana tüm köylülerin, keçilerini, tavuklarını toplasan veremeyecekleri zararı bu bir gecelik kararla verecekler. Eeee öyleyse… Biz niye orman söndürme uçağı alalım.

Biz ormanı dikeriz, adımızı da koruz, yirmi sene birileri daha gelir bu bizim ormanın yerine oteller diker, yine birileri köşe döner, bizim zavallı bir helikopterinde bu tür bir yangını söndürme olasılığı tabii ki imkânsız. Bu yangın başka yangın:)) Peki o zaman neden dedim. Sonra da oturup düşündüm. Hani çok bilinen bir hikâye vardır. Deniz yıldızının hikayesi.

Şair ve bilim adamı Lauren Iseley , bir gün sahilde yürüyüş yapıyordu. Uzakta danseder gibi hareketler yapan bir adam dikkatini çekti. Merak edip hızlı hızlı ona doğru yürüdü. Yaklaşınca bir gencin yerden bir şey alıp denize attığını , sonra birkaç adım koşup aynı hareketi sürekli tekrarladığını gördü. Biraz daha yaklaşıp genci selamladı ve aralarında şu konuşma geçti:

- Ne yapıyorsun böyle ?

- Okyanusa denizyıldızı atıyorum.

- Denizyıldızı mı ?

- Evet.... Güneş yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları hemen suya atmazsam az sonra ölecekler.

- Ama görmüyor musun ki, kilometrelerce sahil var ve baştan aşağıya denizyıldızı ile dolu, ne fark edecek ?

Genç adam eğilerek yerden bir denizyıldızı daha aldı, denize fırlatırken:

- Bakın. Onun için fark etti!

Bu hikaye aklıma geldi ve eğer onlar böyle yapıyor diyerek biz de bir şeyler yapmaktan feragat eder, vazgeçer, meydanı tamamen onlara bırakırsak onlar kadar suçlu oluruz. Belki koca bir deryada küçücük bir inci gibi alınacak bir helikopter ama belki de ilerde yalnızca bir kabilenin hayatını kurtararak insan soyunun devam etmesini sağlayacak. Schindler'in Listesi: gibi. Hani şu ünlü Yahudi soykırımını anlatan film! Nazi Almanya’sını!!!

Gerçi yıllardır Filistin’e bomba yağdıran ve bütün dünyanın gözü önünde adeta soykırım politikası uygulayan Yahudilerin kurtulması insanlığın yararına mı oldu zararına mı o da ayrı konu ama biz ormanları koruyalım yine de. Bunu çocuklarımıza borçluyuz. Mademki onları dünyaya getirdik. Öyle değil mi? Birileri bu sorumluluğu yüklenmese bile. Her şeyi devletten beklememek lazım değil mi?:)) Biliyorsunuz ormanlarımızın en önemli işlevlerinden biri de erozyonu önlemek. Bakın bu konuda araştırma yaparken neye rastladım. Harika bir kaynak. Harika bir sunum. Biraz uzun ama soluklanarak okuyun. Söz siz okuyup bitirinceye kadar başka blog atmayacağım:)) Eğer siz de bu kampanyaya katılmak ister ve “Orman Yangınlarının söndürülmesinde, bir damla da olsa suyumuz bulunsun.” derseniz tek yapmanız gereken tüm GSM operatörlerden yangın yazıp, 3919’a göndermek. Bedeli 6 YTL’dir. Belki sizin için çok küçük olabilir ama… Ülkemize katkısı, yemyeşil ormanlar, önlenecek toprak erezyonu ve tabii ki su olacak. Haydi, ne duruyorsunuz. Top star, pop star, hop hop star yarışmalarına gösterdiğiniz ilginin onda birini gösterseniz bile:)) bir değil beş uçak alınır öyle değil mi Talip Bey.

Kısaca biz yaşayalım. Ormanlar yaşasın. Çocuklarımız yaşasın. Arkamızdan bu atalarımız da ne düşüncesizmiş. Yakmış, yıkmış, bize nefes alacak bir metre kare bile yer bırakmamış demesinler değil mi? Yoksa mezarımızda rahat uyuyamayız bakın. Dua yerine beddua ederler bize. Bed dua. Bed dua. Bed dua. Niye tekrarlıyorum bilin bakalım. Okunuşunu ile İngilizceden geçmiş bir sözcük gibi değil mi? Biliyorsunuz İngilizcede bed kötü demek. Eeee bizde de kötü dua anlamına geldiğine göre sorun yok demektir. Değil mi Mesut hocam, Sevgili Murat Ertaş. Ve tabii ki diğer dilbilimciler.

Unutmayın: Bir Cumhuriyet Kurumu olan THK’na üye olun. Rejime ve Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkmanın bir yolu da, rejimin ve Cumhuriyetin kurumlarına sahip çıkmaktan geçer.

Aşağıdaki kaynağı da okuyun dediğim gibi. Bakın bulduk, buluşturduk sizin için. Kafamı bozmayın:)) Dedim ya harika bir kaynak, harika bir sunum. Yukarıdakilere dua etmek için içinizde dayanılmaz bir istek duyacaksınız çünkü okudukça. İnanın bana. Duanın şeklini ve rengini size bırakıyorum tabii:)) Yok öyle uyanıklık. Yarın bir şey olur neme lazım. Kim nasıl dua etmiş bir araştırın bakalım derler. Tepemizdekiler. Bed dua edin desem biliyorum daha ilk sorguda adımı verir bütün suçu üstüme yıkarsınız. Yok öyle. Pışşıkkk. Emin olun ki benim anam daha güzel. Köy güzeli. Boncuk boncuk gözleri var. Pempe pempe gülüşleri var. Eeee. Ne de olsa 25 senesi yemyeşil bir doğanın içinde geçirmiş. Köyümde. Köyüm, köyüm. Ahh köyüm… Bütün yeşilliğini ona borçlu. Gözlerini bile… İnanmıyorsanız gidin bir ay yaşayın. Gözlerinizin yavaş yavaş yeşile döndüğünü göreceksiniz. Yanaklarınızın ise pembeleştiğini. Bahçedeki al yanaklı, kiraz dudaklı elmalarımız, kirazlarımız, şeftalilerimiz gibi. Amma da uzattım ha… Sanırım ekle birlikte rekorumu egale ettim. Sevgiler. Saydılar. Ne yapayım söz köyden ve yeşilden açılınca kendimi tutamıyorum. Kekik dedemin kekikyağı kokularını unuttum bak. Dereleri bir de. Hepsini ormanlar borçluyuz inanın bana.


Makaleyi gönderen: TMMOB - Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği

Doğal Kaynaklar, Orman, Çevre ve Maden

DOĞAL KAYNAKLAR

Doğal kaynaklar; hiç bir topluluk, sınıf veya katmanın emeği karşılığı üretilemeyen, bu nedenle de herhangi bir gerekçeyle kimsenin sahiplenme hakkı iddia edemeyeceği kaynaklardır. Dolayısıyla da tanımı gereği bu kaynakların tasarruf hakkı toplumundur. Toplum bu kaynakların insanlık hizmetine nasıl sunulacağına karar verme hakkına sahip olmalıdır. Bu hakların nasıl kullanılacağı anayasa ve yasalarla belirlenir. Demokrasi açısından önemli olan toplumun bu hakkının bir ön şart olarak teslim edilmesidir. Bireylerin temel hak ve özgürlüklerine getirdiği kısıtlarla insan hakları konusunda sıkıntılar yaşanan 1982 Anayasası, 43. 44. 45. 46. 47. ve 168. maddelerinde doğal kaynakların mülkiyeti ve kullanımı konusuna yer vererek korunmasını öngörmüştür.

Ancak ne çelişkidir ki demokrasinin en temel göstergesi toplumsal örgütlenmeye anayasal gerekçelerle izin vermeyen otorite bu tutumun doğal sonucu totaliter yapılanmayı gerçekleştirirken doğal kaynakların mülkiyeti ve kullanılması konusunda var olan anayasal ilke ve yaptırımları uygulama gereği duymaksızın talanı ve yağmalanması için tüm olanaklarım seferber etmiştir. Anayasal ve yasal yaptırımların işlemediği, yasaların anayasaya aykırı uygulandığı bir ülke hukuk devleti ve sosyal devlet özelliği taşımadığı gibi yönetim biçiminin demokrasi olduğu da söylenemez. Bir ülkenin varlığı sahip olduğu doğal kaynakları su ve toprağın alansal içeriğinde üzerinde ve altında bulunan diğer kaynakları ve bu oluşumun içinde yer alan, en ilkelinden gelişmişine canlı materyali ile ifade edilebilir. Doğal kaynaklardan su ve toprak diğerlerinden farklı özellikler taşımakta, yaşamın sürdürülebilmesi için alternatifi olmayan, yeniden üretilemeyen, çoğaltılamaz nitelikleriyle ekonomik olarak kıt, politik olarak gıda ve kullanım bakımından stratejik konumda bulunmaktadır. Ülkemizin doğal kaynak potansiyeli su ve toprak - yerüstü, yer altı suyu, deniz, göl, akarsu, ıslak alanlar, orman, çayır, mera, yayla, maden rezervleri ve buna bağımlı tarım, enerji ve çevre; sektörel ve kaynak olarak ciddi tehlike boyutunda yok edilmektedir.

Emperyalist güçlerin çıkar ilişkilerinin YDD olgusuyla sürdürdükleri sıcak savaşlar yanında ekonomik tanımlanabilen soğuk savaşlar dünya barışını her geçen gün biraz daha tehdit ederken gözlenebilen bu görsel terör, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin doğal kaynakları üzerinde yaratılan ulusal ve uluslararası kaynak terörünü gözden uzak tutmayı başarmaktadır. Ülkelerin doğal kaynakları üzerinde oynanan oyunlar, terörün bir göstergesi ve bir bakıma paylaşımın nedenini oluştururken toplumsal çıkarları göz ardı eden ülkenin duyarsız ve sorumsuz yöneticileri karar ve uygulamalarıyla bu yapıya hizmet etmekte direnmektedirler. Bu direniş, toplumu çaresiz bırakabilmek için demokratik örgütlenmeyi sınırlamakta, su-toprak ve insan ilişkilerinin düzenlenmesini önleyerek, yüzey su kaynakları-deniz, göl, akarsu, ıslak alan-yer altı suyu kaynakları, topraklar, ormanlar, çayır, mera, yayla ve madenler, mülkiyeti, üretken ve mekansal kullanım hakları, ekolojik dengenin korunması, yeryüzünün üretkenliğinin ve yaşanabilirliğinin sürdürülmesini ortadan kaldırmaktadır. Küresel anlamda dönüşümlü olarak miktarı değişmese de, doğal kaynak niteliğindeki suyun bugünkü koşullarda kıtasal, bölgesel ve yerel ölçekte sıkıntısının hissedilir şekilde artması, gelecekteki nüfus ve ihtiyaçların karşılanması bakımından ülkeleri bugünden ekonomik kullanımı için yeni arayışlara, araştırmalara ve işbirliğine yöneltmiştir. Su konusu, artan nüfusun çeşitlenen ihtiyaçlarının giderilmesi bakımından kısıtlı bulunduğu ülkemizin de yer aldığı Ortadoğu Bölgesi'nde, yakın gelecekte, ulusal ve uluslararası boyutta siyasi ilişkilerin en önemli belirleyicisi olmak durumundadır.

Siyasal, tarihsel ve hukuksal sonuçlar su kaynaklarının, ülkelerin ortak çıkarları doğrultusunda birleşerek bir güç oluşturabileceğini ya da çıkarları açısından savaş nedeni olabileceğini göstermekledir. Yapılan hesaplamalar kişi başına su potansiyeli komşu ülkelere göre daha düşük olan ülkemizin, su kısıtı olan ülkeler arasında yer aldığını, gelişim trendinin 15 yıl sonra su sıkıntısı yaşanan ülke konumuna geleceğini kanıtlamaktadır.

Bu gerçekleri görmeyen, rakamları büyüterek çok iş başardığını sanan ülke yönetenleri hiçte yeterli olmayan su kaynaklarımızı "çok bol" çığırtkanlıklarıyla YDD'nin dikkatine sunmuşlar, Dünya Bankası ve yan kuruluşları su kaynaklarımızın yönlendirilmesi ve yönetimi konusunda yaptırımlar talep etmeye başlamıştır. GAP'nin uygulanması da sınır ötesi su konusunu uluslararası gündeme yerleştirmiştir. Suyun ekonomik ve doğru kullanılmasıyla ilgili yöntem ve sistemleri uygulamayan kirlenmesini önleyici tedbirleri almayan yetkili ve sorumlular sorunlar büyüdükçe dış güçlerin kararlarına daha çok uymak zorunda kalmıştır. Ülkemizde su kaynaklarıyla ilgili yasalar birbiriyle çelişmekte, su konusu 30'dan fazla yasada yer almaktadır. Anayasa doğal kaynakların mülkiyeti üzerinde devleti egemen kılmaktadır. Mülkiyetinin sahiplenilmesinin tartışılamayacağı suyun kullanım haklarının kamu yararına aykırı olması da mümkün değildir. Oysa uygulamada, yasalar, Anayasa'ya aykırı hükümler içerirmişçesine su, özel hukuka ve özel mülkiyete konu edilmiştir. Umuma ait sular üzerinde ise, "özel mülkiyet konusu olmayan, devletin hüküm ve tasarrufunda kullanım koşulları kamu hukuku açısından düzenlenir" öngörülmüştür.

Bir başka çelişki de, su anlaşmazlıklarının halen adli yada idari yargıdan hangisinde çözümleneceği ve özel hukuk ya da kamu hukuku konusu olup olmadığının tam olarak çözümlenmemiş ve tartışılır olduğunun bilinmesidir. Bu sorunlar ağırlaşarak yaşanırken, VII. BYKP' da yer alan, çözüm için öngörülen, sorumlu ve ilgili kuruluşları belirlenen SU YASASI çıkarılması çalışmaları halen başlatılmamış, bu yönde hiç bir çaba gösterilmemiştir. Su kaynakları konusu, uluslararası hukuk alanında "sınır ötesi suların paylaşılamaz, eşitlikçi, mantıklı ölçülerde anlaşmalar yapılarak kullanılabilir olduğunu, suyun da petrol ve madenler gibi doğal bir kaynak olup bunlara sahip ülkelerin egemenliğinde olduğunu" tanımlamıştır. İç ve dış ilişkilerde kullanım hakları ve korunması yaptırımları, artan nüfusun ihtiyaçlarının karşılanması su kaynakları konusunun ciddi çalışmalar gerektirdiğini göstermektedir. Bu durum acilen ülke su kaynakları envanterinin çıkarılmasından başlayarak, su kullanım amaçlarının talepleri belirlenerek planlamasının yapılmasını, standartlarının belirlenmesini, hizmetlerin yürütülmesinde bütünlük sağlayacak kurumsal dönüşümün gerçekleştirilmesi, su kirlenmesini önlemek ve kontrol altına alınması bakımından, su kullanımıyla ilgili yasal, yönetsel, örgütsel yapının oluşturulmasını gerektirmektedir. Yanlış yönetim ve yönlendirmelerin sonucu önemli ölçüde parasal kaynak kıtlığı ve kaynak yaratma bakımından çıkmazların yaşandığı ülkemizde, yıllar itibariyle bütçeden önemli pay alarak gerçekleştirilen sulama yatırımlarının üretim ve verim artışına bağlı ulusal ekonomiye katkı için, yapılan yatırımlardan optimal yararlanma koşulları sağlanmalıdır. Katrilyonlar harcanan devlet sulama yatırımlarının katma değerinin 2.8 düzeyinde kalması, devletin sulamaya açtığı alanlarda çoraklaşma ve erozyon acilen sorgulanmalıdır. Yeraltı su kaynaklarımız fazla çekim, kaçak kuyuların artması, denetimsizlik orman alanlarının azalması, erozyonun hızlanması atıkların arıtılmadan YAS havzalarına verilmesi, tarımda yanlış ve bilgisiz girdi kullanımının getirdiği sonuçlar olarak hızla kirlenerek kalite ve nitelik olarak temiz su özelliğini kaybetmektedir. Biyolojik olarak temizleme olanağı olmayan YAS'nin bazı bölgelerde içme ve kullanma suyu olarak insan sağlığını tehdit ettiği bilinmektedir. Kentleşme, konut ihtiyaçları ve talepleri bir bölgesel planlama içermediğinden, yerleşim için toprak kaynaklan yok edilirken, su kaynaklarının rezerv olanakları da dikkate alınmadığından çarpık kararların çarpık sonuçları doğal kaynakları tamamıyla yararlanılamaz hale dönüştürmektedir.

Denizler, göller, akarsular, ıslak alanlar gibi diğer su kaynaklarımız için de durum farklı değildir. Ekosistemin sürekliliğinde su varlığına bağlı çok yönlü yararları unutulan ıslak alanlar devlet eliyle projelendirilerek kurutulmakta böylece birçok gen kaynakları ve sediment toplama havzaları yok edilmektedir. Ekolojik dengenin gözlemlenebilir derecede bozulması evrensel boyutta çevre kavramıyla ülkelerin gündemine girmiş kamu ve gönüllü kuruluşlarca yürütülen hizmetler uluslararası yaptırımları geçerli kılmıştır. Dünyadaki bu gelişmelerin zorlaması ile halen çevre konusunda yapılanmalarla oyalanan ülkemiz bürokratik yapısı farklı hizmet alanlarına konu olan su kaynakları konusunda birbiriyle çelişir kararlar alarak çözümü ortadan kaldırmaktadır.

Ülkemizde kullanıma bağımlı kirlilik sorunu yanında 4046 sayılı yasada mülkiyetinin devredilmesi satılması olarak açıkça ifade edildiğinden ulusal varlıklarımızın iyeliği elden çıkarılmaktadır. Hidroelektrik üretim tesislerinin devredilmesi dolaylı olarak doğal kaynaklarımız üzerinde dış ülkeleri söz sahibi yapmaktadır. Oysa bu tür konularda yasal öngörüye uyularak kamu kurumu niteliğinde demokratik kitle örgütü meslek odalarının kararların alınmasında onayı ve denetim mekanizması olarak haklı yerini almasının en doğru çözüm olduğu düşünülmemektedir. Ulusal seferberlikten ulusal talana geçişte üzerinde her türlü faaliyetin gerçekleştiği toprak kaynakları en çok etkilenerek üstüne düşen payı almıştır. YDD'nin küresel süreci, para- finansman-teknoloji rantını yaratabilmek için toprak rantını onun niteliklerini ortadan kaldırarak acımasızca kullanmış amaçlarına araç etmiştir.

Mülkiyeti devletin olan toprak kaynaklarını, onun üzerinde yaşayanların, onu üretime dönüştürebilmelerine olanak tanıyan, kullanım hakkı veren TOPRAK REFORMU'nu kamuoyuna rejimi tehdit eder unsur olarak benimsetmeye çalışan ülke yöneticileri, toprağın öncelikli olan niteliklerini hiç önemsemeden turizm, konut, sanayi alanlarına hiç sıkılmadan sunarak ulusal varlığımızı tehdit eder yapılanmayı da başarı olarak sergileyebilmiştir. Ülkenin geleceği ve kamu yararı düşünülmeksizin oluşan ortam sonucu, kırsal alanda çağdaş demokratik yaşam, üretim ve verim koşullarından uzaklaşılmış, açlık ve yoksulluk plansız göçleri hızla arttırarak kent yaşamını da bozmuş toplumsal doku çürürken yanlış ve amaç dışı kullanımı sonucu toprak erozyonu, bu kullanımın sağladığı rantla zenginleşen, üretime hiçbir katkısı olmayan demokratik rejimi çökerten, sömürü yapılanmasına hizmet yönetimini güçlendirmiştir. Anayasal yaptırımları hiçe sayan, TOPRAK YASASI çıkarmayan parlamenter sistem, toprakların korunarak kullanılması ve geliştirilmesi konusunda hizmet veren kuruluşları da kapatarak zorlanmadan amaçlarına ulaşan yapıyı oluşturmuştur.

Su, rüzgar, sulama, doğal bitki örtüsünün kalkması, ormanların yakılması, tarıma açılması gibi bir çok olumsuzluk, Avrupa ülkelerinde 20 yılda görülen EROZYON değerlerinin ülkemizde l yılda gerçekleştiğini göstermektedir. Su-toprak-insan ilişkilerinin düzenlenemediği ortamda ekolojik denge hızla bozulmakta sadece akarsulardaki sediment ölçümlerine dayanan yıllık toprak kaybı miktarı 450 - 500 milyon ton, alan olarak 25 cm kalınlığında 1.5 milyon ha/yıl olarak verilmektedir. Toprağı işleyenin sahiplenmesini, bölgelere göre ekonomik işletme birimlerinin saptanmasını, belirlenen işletme ölçeğinde arazi toplulaştırmasının yapılmasını, entansif tarım işletmelerinin oluşturulması, üretim ve verimliliğinin arttırılmasını, orman, çayır-mera arazisinin tarıma açılmasını önleyen, mer'a anlaşmazlığını çözümleyen, hayvancılığı geliştirmeyi hedefleyen, ürünün üreticinin içinde yer aldığı örgütlerce pazarlanmasım, kredinin ve girdinin doğru koşullarda ucuza sağlanmasını, mekanizasyonun yönlendirilmesini, arazi vergilendirmesinin düzenlenmesini, tarım nüfusunun sadece hammadde üreten konumdan çıkarılarak içinde yer aldığı sanayi yapılanmasının desteklendiği, üreticinin sermayenin aracı olmaktan çıkarılmasını kırsal gelişme merkezlerinin kurulmasım, emeğin değerlendirilmesini, yoksulluğun giderilerek kente göçün engellenmesiyle sosyal sorunların azaltılmasını, kırsal nüfusun sosyal evrimini geciktiren yapıyı ortadan kaldırarak çağdaş yapıyı oluşturan demokratik örgütlenmeyi öngören

TOPRAK REFORMU sorunların çözümlenmesinin ön koşuludur. Doğal kaynakların varlığının korunması ve tarımsal gelişme ile ilgili birçok sorun toprak reformunun gerçekleştirilmesiyle giderilecektir. Ancak, Anayasal yaptırımların işletilebilmesi için ;

- Ülkenin mülkiyeti toprakların "kamu arazileri" olarak tanımlanan bölümü ve l., 2., 3., 4. sınıf tarım arazilerinin ulusal bilinçten yoksun ülke yöneticileri tarafından yargı kararlarına rağmen yağmalanmasına göz yumularak engellenemediği ortamda, üstelik destekleyici ve ödüllendirici tutum ve açıklamaların yer aldığı anlayış değiştirilmediği sürece sorunların çözümlenmesi ve kullanma hakkı özel mülkiyete konu olmuş toprakların doğru kullanılması yaptırımlarının uygulanmasını beklemek sadece düştür.
- Toprak envanterlerinin çıkarılması, niteliklerinin belirlenerek 1.2.3.4. sınıf tarım arazilerinin SİT ALANI ilan edilmesi , tarım alanlarının korunması ve kullanılması yasası, tespit, tahsis ve amacına uygun doğru kullanımı öngören

MERA YASASI'nı çıkarılması

- Toprak koruma, sulama, drenej, tesviye, arazi toplulaştırması, gölet, havza ıslahı, toprak İslahı ve tarla içigeliştirme hizmetlerinin verildiği TOPRAKSU teşkilatının yeniden kurulması, ÇED raporlarının her türlü faaliyette ve talepte yer alması, tarla içi geliştirme ve alt yapı hizmetlerinin birlikte tek bir kuruluş tarafından verilmesi konusunda ulusal bilinç ve irade doğrultusunda acil kararlar alınması gerekmektedir.

Subtropik bölgede farklı ekolojik zenginliklere sahip 78 milyon hektar alana sahip Türkiye, Avrupa - Asya üzerinde köprü olarak göçler ve ticari ilişkiler sonucu bitkisel çeşitliliği fazla, tür endemizmi yüksek, bir çok bitki cinsinin orijin ve çeşitlilik merkezi olarak üzerinde üç fitocoğrafik kuşağın birleştiği ılıman kuşakta yer alan tüm ülkelerin çeşit geliştirme programlarının genetik materyal kaynağını oluşturan bitkisel çeşitlilik ve bitki gen kaynakları bakımından dünyada tek, bilinen bitki gen merkezlerinden üçü (Avrupa, Sibirya, Yakındoğu ve Akdeniz) üzerinde birleşen bitki türü ve tarımsal ürünün orijin ve çeşitlilik merkezidir.

Henüz çok azı değerlendirmeye alınmış parasal olarak değer biçilemiyecek toplanmış genetik materyalin sadece elde edilen sonuçları bugüne kadar yapılan harcamaları karşıladığı gibi gelecek yılların bütçelerine kaynak yaratabilecek durumdayken, koruma yönetim ve denetim mekanizmalarının oluşturulamaması sonucu kolaylıkla yurtdışına çıkarılmakta, ulusal çıkarlarımız giderilmesi mümkün olmayan zararlara uğratılmaktadır. Halen Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bünyesinde bitki gen kaynaklarını sahiplenecek bir ünite mevcut değildir. Bitki gen kaynakları için varolan bu durum hayvan gen kaynakları için de geçerlidir. 1980'li yıllardan sonra, dışa bağımlılığı arttırmak amacıyla alınan kararlarla yürütülen hayvancılık politikalarının sonucu, ülke hayvancılığı yok edilmiş, toplum artan fiyatlarla hayvansal protein ihtiyacını karşılamaktan yoksun daha sağlıksız yapıya dönüştürülmüştür. Su ve toprak kaynaklarında olduğu gibi bitki ve hayvan gen kaynaklarına ait envanterlerin çıkarılmadığı, bir çaba sarfedilmediği düşünüldüğünde hem ekolojik hem de gelecek için olası yararlarından vazgeçildiği görülmektedir. Nesli tükenen ya da tehlike altında olan hayvan ırklarının melezleme kapsamı dışında tutulması, belirli miktarda koruma sürüleri saklanarak kolleksiyon sürüleri oluşturulması, tek yönlü seleksiyon çalışmaları engellenerek her ırk için yetiştirme ve koruma önlemlerinin alınması, yerli ırkların bölgeleri, mevcutları, morfolojik ve fizyolojik özelliklerinin, verimlerinin saplanması ve arttırılması, ekosistem içinde bulunan gen kaynağının ekosistemin denge unsuru olduğunun bilincinde bu doğal kaynakların yok edilmesinin sonun başlangıcı olduğu görülmelidir.

ORMAN

Ülkemizde yasama görev ve sorumluluğunu üstlenmiş parlementonun halkın aydın ve üretken bireylerine kısıt koymuş seçim ve siyasi parti yasalarıyla seçilmiş parlementerleri, oy potansiyeli olarak gördüğü sömürüye uygun orman köylüsünü siyaset arenasına destek sağlamanın önemli bir aracı olarak görmektedir.

Bu görüş doğal kaynaklarımızın en önemli unsurlarından ormanların, talan ve yağmalanmasını onaylayıcı konumda, toplum yaranına olan sosyal faydaları değil, ekonomiyeplan katkıları ve kâr unsurunu ön planda tutmaktadır. Ülkemizdeki sorumsuz anlayışın olanaklı kıldığı bireysel çıkar yağmalaması yanında dünya üzerinde de orman kaynaklarının yok edilmesi, son yıllarda insanların ilgisini ormanların sosyal katkıları üzerineyoğunlaştırmış ve orman tanımını farklılaştırmıştır. Orman ve orman toplulukları, "Canlı süreç" olarak kendisini etkileyen pek çok sayıdaki doğal ve sosyal faktörle denge halindedir.

Ormanlar; doğal dengenin korunmasına olan katkıları yanında sosyal ve ekonomik gelişmeye paralel sürekli artan orman ürünleri ihtiyacını karşılamaktadır. Ormancılık sektöründe 20 yıldan az olmayan üretim süresi, bazı ağaç türleri için 200 yıla kadar çıkmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet ormanlarının işletilmesi, taahhüt ya da imtiyaz yolu ile yerli ve yabancı özel kişi ve şirketlere bırakılmış, bu uygulama ormanların büyük ölçüde bozulmasına neden olduğu görülerek, 1937 yılında 3116 sayılı Orman Yasası ile devlet ormanlarının devlet tarafından, devletten başkasına ait ormanların da devletin denetim ve gözetimi altında işletilmesi hükmü getirilmiştir. Bu ilke ve anlayış 1961 ve 1982 Anayasalarına da yansıtılmıştır.

Ancak ormanların devlet mülkiyetinde olması, başta yasamanın yasalara aykırı ek geçici maddeleri ve kararnameleri olmak üzere, orman alanlarının küçülmesinin önüne geçememiştir.Yasaların yetersiz olması yanında mevcut yasaların yaptırımlarının uygulanmaması ve gerekli önlemlerin alınmaması sonucu, usulsüz kesimler, aşırı hayvan otlatılması böcek ve mantar arızı, rüzgar ve kar devirmesi, asit yağmurları, açma, yerleşme, yangın ve düzensiz işletme gibi biotik ve abiotik nedenler ve yasal düzenlemeler sonucunda ormanlarımız nitelik ve nicelik olarak sürekli azalmıştır. 1961 Anayasa'sının 131. maddesi, orman sınırlarında hiçbir surette daraltma yapılamayacağı yaptırımını ortaya koyarken, 17.04.1970 gün ve 1255 sayılı yasa ile 131. madde de değişiklik yapma yoluna gidilerek, 1982 Anayasa'sı ile "Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiç bir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerlerle..." ilgili olarak 1961 Anayasa'sında "orman sınırları dışına çıkarılacak" yerler için "15.10.1961" sınırı 31.12.1981'e kaydırılmıştır.

Bugün; 1981 yılından önce üzerinden ağaç örtüsü kaldırılmış tüm orman alanları, ormanların yaptığı fonksiyonlar dikkate alınmaksızın orman sınırları dışına çıkarılmış ve çıkarılmaya devam edilmektedir. Bu yolla ormanlarımızın bütünlüğü bozulmuş, küçük parçalara bölünerek yamalı bohçaya döndürülmüş, korunmaları ve işletilmeleri zorlaşmıştır. 1980 dönemi ile ormancılığımızda ikinci talan dönemi başlamıştır. Dönemin Başbakanı, "Parlamentoda 300 oyu bulsam, ilk yapacağım iş Anayasa'da ki ormanlarla ilgili maddeleri değiştirmek olacaktır" ifadesiyle dünyadaki orman koruma gelişmelerinin aksine yapılanmaların önünü açan anlayışı savunması sürecinde , 2634 sayılı Turizmi Teşvik Yasası, 1983 yılında 2986 Sayılı Yasa, 1986 yılında 3302 Sayılı Yasa, 1987 yılında 3373 Sayılı Yasa, 1991 yılında 3763 Sayılı Yasa ve nihayet 1995 yılında 4127 Sayılı Yasa ile orman yağması hızlandırılmıştır. 1982 Anayasa'sının 169. maddesinin "Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zaman aşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz..." hükmü 2634 sayılı yasa ile delinmiştir. Bu yasa ile ülkemizin en güzel ormanlık alanları yağmalanmıştır. Verilen 49 yıllık izinlerin 99 yıla uzatılabilmesi ile, zaten ormanı orman yapan sistemlerin kaybolması sonucu "orman olma" özelliğini kaybeden bu yerler üstü kapalı olarak özelleştirilmiştir. Görüldüğü gibi ülkemizdeki ormanların %99'u devlet mülkiyetindedir. Ancak Anayasal hükümlere ve cumhuriyetin ilk yıllarında görülen gerekliliğe rağmen, devletçiliğe inanmayan siyasal iktidarlar ve parlamentoca ormanlık alanlar sürekli olarak daraltılmakta, açık ve gizli olarak özelleştirilmektedir.

Özellikle 1983 ve 1991 yılları arasında Orman Genel Müdürlüğü Devlet Arsa Ofisi gibi çalışmıştır. Bu dönemde bir yandan devlet ormanları özel kişi ve kuruluşlara devredilirken; diğer yandan yetişkin eleman sıkıntısı, araç gereç eksikliği, parasal sıkıntı söz konusu olmazken orman amenejman planlarının yapılması, orman kadastrosunun yapılması, orman yolları şebeke planının yapılması, orman yollarının bakımı, son zamanlarda ormanların bakım işleri olarak işletmeciliği özel kişi ve kuruluşlara verilerek ormancılık hizmetlerinin özelleştirilmesi yoluna gidilmiştir. Başta Orman Mühendisleri Odası olmak üzere, ormancı Demokratik Kitle Örgütleri ve TMMOB ormanlarımızın küçülmesine yol açan yasal hükümlerin kaldırılması için kararlı bir mücadele yürütmeli ve bu yolda kamuoyunu bilinçlendirme görevlerini yerine getirmelidir. Bu yasal görevini yerine getirebilmesi için, kararların alınmasında etkili ve yetkili kılınması gerekmektedir.

TMMOB'nin bu bakış ve sorumluluk bilinciyle talepleri şunlardır;

1. Anayasa'nın 169 ve 170. maddelerindeki ormanların daraltılmasına yol açan hükümleri (orman olarak muhafazasında yarar görülmeyen" "31.12.1981 tarihinden önce orman niteliğini tam olarak yitirmiş ifadeleri vs.) çıkartılmalıdır.

2. 2634 sayılı Turizmi Teşvik Yasası yeniden düzenlenmelidir.

3. 6831 sayılı Orman Kanunu'nun l. maddesindeki orman tanımı, ormanların çok yönlü yararları göz önünde bulundurularak, bilimsel ölçütlere dayandırılmalıdır. Orman Yasası'nın 2. maddesi ve 7-12, 16-18, 57. maddelerinde özel ve tüzel kişilerin devlet ormanları içinde "özel orman statüsünde" orman yetiştirmelerine olanak veren ve 115. madde kaldırılmalı ya da ormanların yok olmasını engelleyici düzenlemeler getirilmelidir. 31, 32, 33 ve 34. maddeler günün koşullarına uyarlanmalıdır.

4. 2873 sayılı Milli Parklar Yasası'nda değişiklik yapılmalıdır. Milli Parklar ve Av Yaban Hayatı Genel Müdürlüğü'ne Milli Park, tabiatı koruma alanı, tabiat parkı, tabiat anıtı, çadırlı kamplar vs. yerlerin kurulması görevi verilirken, bu alanlardan yararlanmanın düzenlenmesinde, Turizm Bakanlığı, Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı vs. kuruluşlara da yer verilmiştir. Hizmetin aksamasına neden olan bu durum düzeltilmelidir.

5. Diğer yasalardaki ormanlık alanların küçültülmesine yol açan hükümler ayıklanmalıdır.

6. VII. BYKP'na göre, odun hammaddesinden yakacak olarak yararlanma, Dünya ortalaması %5 iken, ülkemizde % 68 olduğunu belirtmektedir. Yakacak olarak odun kullanılmasının alternatifleri geliştirilmelidir.

7. Talanı için yaptırımların güncelleştirilmesi yerine sözde sorunlarla amaçlı geciktirilen orman kadastro çalışmalarını ivedi olarak bitirilmelidir.

Ülkenin jeolojik yapısı bakımından genellikle eğimli olan arazileri erozyona uygundur, Arazilerin 2/3'ünde, eğim % 15'den fazladır, fiirim alandan taşınan toprak miktarımız Kuzey Amerika'nın 8, Afrika'nın 22, Avrupa'nın 17 katıdır. Toprakların, akarsu ve sellerle taşınmasıyla tarım alanlarının yok olmasının yanı sıra, taşınan topraklar, barajların kısa zamanda dolmasına ve verimden düşmesine neden olmaktadır. Örneğin, Keban barajına akarsularla her yıl ortalama olarak 32 milyon ton toprak taşınması nedeniyle 1974 yılından bu yana 736 milyon ton toprak birikmiştir. Toprak erozyonu, toprakların bulunduğu sahadan su ve rüzgar etkisiyle taşınarak kaybolmasıdır. Toprakların ve ana maddenin aşınması, arazinin dengesini bozmaktadır. Nitekim toprakların aşındığı sahada toprak-bitki-su dengesi alt üst olmakta, doğal ortamın potansiyeli kaybolmaktadır. Prof. Dr. Ahmet Hızal'a göre "toprak kendini yenileyebilen bir varlıktır, diğer bir anlamda toprak alttaki ana materyalden sürekli oluşmakta, diğer bir taraftan da sürekli taşınmaktadır. Ancak aşınması ve oluşması sürecindeki dengesizlik ve ülkemizde belirlenen miktarı yılda 450 milyon ton toprak erozyonuna karşı, l cm3'nün oluşumu için 1000 yıl süre belirlenmesi doğal kaynakların korunması bakımından, EROZYON ciddi kararlar ve yaptırımlar gerektirmektedir. Hızlanan erozyonda, toprağın alttan oluşumu üsten taşınma miktarından daha az olduğundan, bu taşınmadan ötürü üstte toprak bırakmayan toprak erozyonu, su, deniz dalgaları, rüzgar gibi hangi etkenle oluşursa o şekilde adlandırılmaktadır. Ancak ne şekilde adlandırılmış olursa olsun, erozyonun oluşabilmesi için bitki örtüsünün ortadan kalkması gerekir, insanların bilinçsizce orman eko- sistemine müdahaleleri ile hızlandırılmış erozyon oluşmaktadır. Yağmur yağdığında ilk olarak bitki örtüsü ile karşılaşıyorsa yağmurun hızı azalır ve toprağa yavaş düşer. Böylece toprağın suyu emme gücü çoğalır, eğer toprak üstünde bitki örtüsü yoksa su yüzeyden akar ve toprağı götürür. Orman içi ve orman kenarı köylüler tarımsal amaçlarla eğimli yerlerden açtıkları tarlalarda tarımsal faaliyetlerinin karşılığını bulamayınca, daha çok ürün elde edebilmek için daha çok orman açmakta, ancak kısa sürede bu açtıkları yerlerde de erozyon nedeniyle umduklarını bulamamakta ve bu yineleme sürdürülmektedir. Ülkemizin 2/3'sinin %15'den fazla eğime sahip olması ve toprak yapısının erozyona uygun olması yanında, toplumsal çatışmalar da uygun olmayan arazilerin yerleşime ve tarıma açılmasına yol açmış, başta dinsel kökenliler olmak üzere ekonomik ve siyasal çatışmalar, göçler, ulaşımı zor olan yerlerdeki orman ve meraların amaç dışı tarım ve hayvancılığa açılmasına neden olmaktadır.Özellikle Türkler'in Anadolu'ya akınıyla birlikte yaygınlaşan göçebe hayvancılık geleneğinin sürdürülmesi, aşırı, erken ve düzensiz bir otlatma sisteminin hüküm sürmesini, toprağı değişim değeri olan bir "doğal kaynak" olarak bakılması, mülkiyetini elinde tutan kişi ve kuruluşların toprağı istediği gibi kullanmasına hiçbir kısıtlama getirilmemesi toprağı tanıyıp anlama kültüründen yoksun olma, devletin; topraksızlaşma, nüfus artışı, verimlilik azalması gibi nedenlerle "köyden kente göç" olgusunun yol açabileceği toplumsal kargaşaları, en kolay ve en maliyetsiz olarak önlemenin yolu olarak, yayla ve meraların tarıma açılmasını görmesi sonucu, amaç dışı kullanımlara hiç bir engel koymaması, tarıma traktörün girmesiyle yayla ve meraların tarıma açılmasının hızlanması, erozyonun en büyük engeli diri örtünün bilinçsizce yok edilmesi, çoğu zaman nedeni saptanamayan yangınlar, yanan yerler her ne kadar ağaçlandırılıyorsa da geçen süre, yanan yerlerin bir kısmının taşlık ve kayalık olması nedeniyle ağaçlandırma yapılamaması erozyonu ve artmasının gerekçelerini oluşturmaktadır.

Toprak erozyonu ve çölleşme süreci Türkiye'de ekolojik koşulların yanı sıra ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal oluşumların sonuçlarından birisidir. Türkiye'deki erozyon ve çölleşme düzeyi, herhangi bir "sivil toplum kuruluşu"nun tek başına durduracağı boyutları aşmıştır. Bu doğrultudaki çalışmalar çoğu yörede büyük ölçekli yatırımları gerektirmektedir. Kaynağın aktarılmasında devletin, dolayısıyla siyasal iktidarların ilkeli olması gerekmektedir. Diğer bir deyişle, sorun siyasaldır. Devlet küçüitülmeli diyen zihniyetle bu sorunun çözümlenmesi mümkün değildir. Toprak erozyonu ve çölleşme sorununun, arazilerin yanlış kullanılması, yanlış işlenmesi, bitki örtüsüzleştirilmesi, tarımsal girdilerin, özellikle de gübre, ilaç ve suyun yanlış kullanılmasının bir sonucu olarak gündeme geldiği ve önlenmesine yönelik teknikler, doğru toprak işleme tekniklerinin tarımsal girdilerin nasıl kullanılabileceğinin neler olduğu çoğunlukla bilinmektedir. Ancak arazilerin neden dirençle yanlış kullanıldığı, işlendiği, bitki örtüsüzleştirildiği, tarımsal girdilerin doğru kullanılmadığı, söz konusu önleyici tekniklerden neden gerektiğince yararlanılmadığı sorularına, üzerinde çoğunlukça uzlaşmaya varılabilmiş yanıtlar verilememektedir. Dahası böyle bir çabaya gerektiğince girilmemektedir. Dolayısıyla da tartışmalar, çoğunlukla bilinenlerin yinelenmesi, sorunun yol açtığı ya da açabileceği yıkımlardan yakınılması düzeyini aşamamakta; ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının olanaklarının artırılması ya da yeni kurum ve kuruluşların örgütlenmesi türünden teknik çözüm önerileriyle yeğnilmektedir. Bu bir kısır döngüdür ve artık, kesinlikle içinden çıkılmalıdır.

ORMAN VE ÇEVRE

Çevre, canlıların içinde bulunduğu, klimatik, edafik, fizyografik ve biotik faktörler topluluğu ortamını ifade etmektedir. Çevre sorunları, insanlar tarafından yaratılan ve bütün canlıların yasama temellerini ortadan kaldırma tehlikesi yaratan, doğal dengeden yoksun, antropojen süreçlerdir.

1. Orman ekosistemlerinin çevre etkileşimi

Ormanlar yüksek derecede ekonomik değer taşıyan doğal kaynakların başında gelmektedir. Ürettikleri odun hammaddeleri dışında tüm canlıların yaşamında önemli yeri olan ekolojik süreçler bakımından da büyük değerlere sahiptir. Yakın zamana kadar orman 2000'den çok kullanılış yerleri olan odun hammaddeleri için eşsiz bir doğal kaynak olarak algılanmaktaydı. Günümüzde ise ormanın çevresel etkileri ön plana çıkmıştır. Toprak koruma ve erozyonu önleme, su ekonomisini düzenleme yağışları artırma, yeraltı sularını düzenleme, suları temizleme ve niteliğini iyileştirme, oksijen üretip, karbondioksit tüketme, şiddetli rüzgar, kar fırtınası, toprak kayması ve ekstrem sıcaklık zararlarına karşı çevresini koruma , hava hareketlerinin yönünü ve hızını değiştirme, havanın tozlarını süzerek havayı temizleme, iklim rejimini düzenleme, insanların ruh sağlığı ve dinlenmeleri için ortam oluşturma, gürültüyü önleme özellikleri ormanların çevreye olumlu etkilerini oluşturmaktadır.

2. Çevrenin ormana olan etkileri.

Ormanlar, yetişme ve gelişmelerini sağlayan, onları sürekli olarak etkisi altında bulunduran bir ortamda varlıklarını sürdürmektedir. Bu ortam "orman yetiştirme ortamı" olarak tanımlanmaktadır. Fiziksel, kimyasal ve biyolojik faktörler bu yetiştirme ortamını tek tek ya da ortaklaşa etkilemektedir. Orman ve çevre arasındaki karşılıklı ilişkilerin kaynağı olan faktörler arasında "insan" en etkili faktör olarak görülmektedir. Gerçekte insan, neden olduğu orman yangınları, aşırı otlatma, orman ürünlerinden aşırı derecede ve plansız yararlanma, tarım alanı ve yerleşim mekanı kazanmak için yaptığı orman bozumu ile dünya çapında orman azalmasına neden olmuştur. Ülkemizde çevre faktörlerinin ormanlar üzerindeki zararlı etkileri, özellikle termik santraller ve endüstriyel kuruluşlar etrafında meydana gelmektedir. Ülkemizdeki 14 termik santralden 13'ünün çevreye zarar verdiği zamanın (l 992) Çevre bakanı tarafından bildirilmiştir. O nedenle ülkemizdeki termik santraller ve fabrika bacalarından çıkan gazlar, özellikle kükürt dioksit, bazı bölgelerde, Murgul-Göktaş-çevresindeki ormanlar, Yatağan çevresi gibi, ormanlara önemli derecede zarar vermiş ve vermektedir. İstanbul'daki Belgrat ormanı Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, 15.000 hektar genişliğindeydi. Bundan yaklaşık 50-60 yıl sonra 2/3'ü yok edilerek, alanı 5.000 hektara düşmüştür. Bu süre içinde ormanı ortadan kaldıracak hiçbir afet yaşanmamıştır. Sonuç olarak; ormanların sosyal faydalan çok büyüktür. Ormanların mülkiyeti kimin olursa olsun, ormanlar tüm toplumun malıdır. Hatta dünya insanlığının ortak değerleridir. Tahrip olan, ortadan kaldırılan her orman parçası, bütün canlıların yaşam temellerinden birçoğunu beraberinde götürmektedir. Önemli olan bu bilincin kitlelerde oluşmasıdır. Kentliler için orman köylüler kadar önemlidir. Ne yazık ki kentliler, kent ormanlarını oluşturma ve var olan ormanlarının talan edilmesine karşı mücadele ederek, bu ormanları koruma konusunda yeterince duyarlı davranmamaktadırlar.

http://tmmob.org.tr/modules.php?op=modload&name=Sections&file=index&req=printpage&artid=112

 
Toplam blog
: 669
: 1503
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

Bir on dört mart sabahı güneş henüz arz-ı endam ederken üzeri yongalarla kaplı, küçük pencereli, ..