Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ekim '06

 
Kategori
Sinema
 

Yeşilçam

Yeşilçam
 

''Toplumsal ortak paydamız Yeşilçam sineması mı acaba?'' diye düşünüyorum ara sıra. Naif senaryolarına, klişe repliklerine, teknik yetersizliklerine, hep aynı rolü kesen oyuncularına ve iki elin parmaklarını geçmeyen starlarına rağmen, en sevdiğimiz, en çok seyrettiğimiz, kendimizi en çok bulduğumuz, adını Beyoğlu’nda bir sokaktan almış o sihirli dünya...

Televizyonu açtığım zaman bütün kanalları dolaşıp illa da bir eski Türk filmi bulmaya çalışıyorum. Eğer rast gelirsem kumandayı bırakıp öteki işlerime dalıyorum. Gösterilen filmi kimbilir daha önce kaç defa seyretmişimdir, hatta sinemada izlediklerim bile vardır. Ama açık televizyona bakmasam bile ara sıra filmden yansıyan seslere kulak kabartır, bazı sahnelerine göz atarım. O filmin içinde olduğumu hissetmem yeter; kaçırdığım yerleri nasıl olsa başka bir gösteriminde izlerim.

Bağımlılık denebilir mi bilmiyorum ama TRT 1’de Cumartesi sabahları altı buçuk gibi erken saatlerde başlayan siyah-beyaz filmleri izlemek için bile uyanıyorum. Biraz nostalji, biraz şaşkınlık, biraz hüzün, geçmiş günlerden buruk bir tad, ama herşeyden fazla gülümseme, zaman zaman da kahkahayla... İşin tuhafı Yeşilçam öyle bir sinema ki, çekildiği dönemde ağır bir dram, acıklı bir aşk öyküsü olarak seyirciyi gözyaşına boğan bir filmi bugün resmen komedi olarak izleyebiliyorsunuz!

“Yeşilçam sinemasının bu sihri nereden geliyor” diye düşünmüşümdür sık sık. Kendimce bulduğum, belli belirsiz cevap kısaca şudur: “Yeşilçam biziz!”...

Bu, subjektif bir vargı, ya da benden önce keşfedilmiş bir fikir olabilir. Olsun; itirazım yok.

Yeşilçam sinemasının konuları bellidir. Hangi starın hangi rolde oynayacağı da... Çoğu filmin senaryosu hemen hemen aynı şablonla üretilmiştir. Öykülerde kötü sona pek az rastlanır. Zengin kızına aşık olan yoksul delikanlının önüne çıkan sınıfsal engeller bir bir aşılır ve sonunda sevenler kavuşur. Kör olan gözler bir darbeyle ya da pahalı bir ameliyatla açılır. Kötüler mutlaka yaptıklarının bedelini öder. Yeşilçam filmlerinin şimdilerde sık sık alay konusu edilen bu ayırt edici özellikleri gerçekte ona asıl kimliğini veren temel motiflerdir. Ama bu çizgiler öyle yeteneksiz senaristlerin, açgözlü yapımcıların, çapsız yönetmenlerin elinden çıkma saçmalıklar değildir. Gerçekte o senaryoları yazan da, yazdıran da, oturup seyreden de biziz.

Yeşilçam’ın anlattığı hikâyeler bizim hikâyelerimizdir. Ancak gerçek yaşamımızın bire bir anlatımı değil. Öyle olsa o büyüye bu derecede kapılmazdık. Biraz idealize edilmiş, “olan”dan çok “olması hayal edilen” öyküler. Yeşilçam filmlerinde gösterilen hem bizizdir hem de bizimle hiç alakası olmayan bir dünya. Oradaki bizizdir ama gerçekteki değil, “olmak istediğimiz biz”... İyi, fedakâr, paylaşımcı, vefalı, cesur, yakışıklı, güzel vs... Hep omuzundan vurulan; yirmi kurşun yese bile ölmeyen; mermisi hiç bitmeyen, şarjörü boşalmayan; gözleri bir şokla kör olup bir darbeyle açılan; metalik gri soba boyasıyla boyanmış tahta kılıçlarla düşmanı alt eden; kalenin bir burcundan ötekine atlayabilen; sokakta rastladığı kimsesiz kızı evine alıp ondan yararlanma onursuzluğuna sapmayan; tedavisi ancak yurtdışında yapılabilecek hasta mahallelisi için ameliyat parası temin eden...

Çoğumuz “Hababam Sınıfı” gibi sınıflarda okuduk, okumayanlarımız bile o sınıfta okumak istedi. Kara Murat serisinin bir sahnesindeki gibi “Kara Murat” biz, hepimizdik. Yılmaz Güney avantür filmlerinde kabadayı yanımızı; kır/köy filmlerinde geçirmekte olduğumuz toplumsal metamorfozu gösterdi. Hulusi Kentmen, Nubar Terziyan, Kadir Savun merhametimizin simgesi oldu. Cüneyt Arkın’la eğreti donanımlı bir yerel süperkahraman olarak bir hamlede altı yedi düşmanı yere serdik. Tarık Akan yakışıklı, Kadir İnanır maço, Türkan Şoray, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik güzel yanımızdı. Aydemir Akbaş’la Kâzım Kartal’la, Zerrin Egeliler’le cinsel açlığımızı bastırdık. Tüm anneler Adile Naşit’ti. Kemal Sunal’ın şahsında “Şaban”, “Hüsnü”, “Rıfkı”, “Şakir” gibi isimler altında hiçbir becerisi, yeteneği, cesareti olmayan sıradan adam olarak çoğu zaman tesadüflerin ve şansımızın yardımıyla Gar Fuat’ların, Karamürselli Hamdi’lerin, Kız İsmet’lerin ve daha nice namlı kabadayıların, anasını babasını kesmiş azılı, sinsi katillerin hakkından geldik. (Rahmetli Sunal’la bir zamanlar yarım bıraktığı yüksek öğrenimini tamamlamak için döndüğünde Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden okul arkadaşlığı yapma şansına sahip olmuştum; nur içinde yatsın. Parantez içinde değinmeden geçemedim).

Şimdi o filmleri çok özlüyoruz, çok seyrediyoruz. Bu özlemin içinde biraz da o yitirdiğimiz zamanlar var. İstanbul'un henüz dev bir metropol olmamışlığı var. Karşılık beklemeden yapılan saf iyilik var; masumiyet var; toplumsal dayanışma var. Paranın, zenginliğin tek değer olarak benimsenmemesi var; var da var...

Yazıyı bölmek hiç huyum değildir ama blogum bu kez her zamankinden de uzun oldu. O yüzden sizi sıkmamak için iki bölüm halinde yayımlamak istiyorum bu defa; devamı hazır.

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..