Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Eylül '07

 
Kategori
Blog
 

Yitik bir aşkın perisi

Yitik bir aşkın perisi
 

Eğer, kırmızı İran halısının üzerinde yan gelip yatmış ve şu anda hain bakışlarıyla beni süzen siyam kedisinin acıkıp da beni afiyetle yemesinden ya da kokuşmuş bedenimi umursamayıp evimi talan etmeye kalkışacak ve bin bir zahmetle topladığım, çoğu ünlü, yüzlerce yazar tarafından imzalanmış yedi yüz seksen dokuz kitabıma paçavra muamelesi yapacak harami komşularımın açgözlülüğünden korkmasaydım; bu gece, altmış dördüncü yaşıma girdiğim bu ilk saatlerde, gözüm arkada kalmadan Azrail’i selamlayabilirdim. Cesaretimi bir kılıç darbesiyle ikiye ayıran sadece korkularım değildi kuşkusuz: İçimde bir yerlerde saklı, onulmaz bir yaşama bağlılık güdüsünün yanında, birilerinin çıkıp beni bu hassas günümde hatırlayacağı umudunu taşıyordum hâlâ.

Çok değil, bundan tam bir sene önce de aynı duygularla iki şişe uyku hapını alıp masamın başına oturmuştum. Açık pencereden içeri süzülen akasya kokusu yüklü ilkbahar rüzgârı beni mest ederken, şişeyi kafama dikmem için kendime biraz daha zaman tanımama sebep olmuştu. Yavaş yavaş farklı korkuların içimi doldurmaya başladığını fark etmiştim sonra: Herkes gibi ben de, toyluğumda onu aramaya başlamış, gençliğimin doyumsuz ve başına buyruk dönemlerinde ona isyan edip, ağza alınmayacak küfürler savurmuştum, hayatın en tatlı günlerinde artık onu tamamen unutmuş ve zaman yokuş aşağı hızla akmaya başlayıp, beni karanlık bir boşlukta sendeletirken, onu, Tanrıyı yeniden hatırlayıp, Yaradan’a koşulsuz bir itaatle bağlanmıştım. Gazetelere yıllarca, kiramı ödeyebilmek için takma isimlerle yazdığım erotik hikâyeler Kutsal Kitap’ta anlatılan günahlardan sayılır mıydı, bilmiyorum. Ama yüzünü unuttuğum yüzlerce orospunun kokusu hâlâ üzerimdeyken ve gençliğimdendir yapmış olduğum iyiliklerin birini bile hatırlayamazken, böyle ağır yükler altında intihar etmek, ben yaşlardaki birinin yapabileceği talihsiz bir aptallık olsa gerekti.

Elimdeki kitabın sayfalarını okuyan gözlerimin cümlelerin arasında boş boş gezdiğini ve aslında beynimin kitaptan çok, başka şeyleri düşünmeye başladığını çok uzun bir süre sonra fark ettim. Masamdan kalkıp pencereyi açtım, serin akşam rüzgârı yüzümü yaladı. Kediye sütünü vermek için mutfağa geçtim, keyifle ardımdan geldi. Kedim, benim gündüzleri uyuyup geceleri uyanık kalmama alışmıştı. Tembelce karşımda yayılıp kâh kitap okurken, kâh yazarken beni izliyordu. Bundan beş sene evvel, yağmurlu bir akşamüstü onu kapımın önünde miyavlarken bulmuş, içeri almıştım. Havluyla simsiyah tüylerini kurulamaya çalışırken elimi tırmalamıştı. Öfkeyle onu o an kapı dışarı edivermiştim. Sabah kahvaltılık bir şeyler almak için dışarı çıktığımda yine kapının önünde onu buldum. Soğuktan titriyordu. İçim vicdan azabıyla dolup taşıverdi. Koşup yanıma gelince kendimden utanmıştım. O gün bugündür yanımda kalıyor. Onu kapı dışarı etmemin kiniyle bir daha hiç kendisini sevmeme izin vermedi. Ben de tekrardan tırmalanma korkusuyla o siyah tüylerine dokunma niyetinde değilim zaten. Yıllardır, sevgisiz ve nedensiz bir zorunlulukla kavgalı iki karı-koca gibi birlikte yaşıyoruz.

Yazmak için masamın başına geçiyorum. Yazmak çok zor bir uğraştı; senelerdir kelimelerle haşır neşir olmama rağmen, bir türlü ahengi yakalamayı başaramamıştım; cümleler bazen sigaranın ilk nefesiyle birlikte kağıda akmaya başlıyordu, bazen de boşalan sigara paketini hırsla buruşturup kediye fırlatana dek tek kelime bile yazamadan kalkıyordum masadan. Günlerdir üzerine elle tutulur tek bir cümle bile yazamadığım defterime takılıyor gözlerim, yetisini kaybetmiş yazarını aşağılayan pervasız bir gülüş takınmış, önümde öylece duruyor; kapağını hızla kapayıp ayağa kalkıyor, odanın içinde gidip gelmeye başlıyorum. Olmuyor, yazamıyorum. Işığı kapatıyor, gidip kanepeye uzanıyorum.

Gecenin karanlığında birkaç yıldız göz kırpıyor bana. Usulca penceremin tıklatıldığını duyuyorum bir an. İrkiliyorum, biri geliyor, karşıma, masaya ilişip beni izlemeye başlıyor.

“Kimsin sen?” diye soruyorum ürpererek.

“Ben senin İlham Perinim, ” diyor. Sesi, Cihangir’in askerlerinin düşmanlarına korku salmak için attıkları çığlık kadar yırtıcı, aynı zamanda bir kalp atışı kadar usuldan geliyor.

“İyi de, ben perilere inanmam ki!”

“Aslında ben de senin bir yazar olacağına inanmıyordum, ama...”

İroniyle iliklenmiş bir küstahlıkla bana cevap veriyor, her sanatçının hayatının birçok seferinde mutlaka belleğinin loş bir odasına sökün etmiş ve mutlaka bir eserine konu olmuş, ancak hiçbirinin tam olarak tanımlayamadığı ilham perisi. Fakat şimdi karşımda, kanlı canlı. Beyaz teni ruhumun karanlığında ay gibi parlıyor. Sırtına inen simsiyah saçları, iri mavi gözleri, yay gibi uzanan kaşları, ay parçası teni insanda doyulmaz bir izleme isteği uyandırıyor.

“E, aması neymiş?”

“Lütfen, bunları tartışacak vaktim yok. Gitmem lazım?”

“Madem gideceksin, neden geldin o zaman?”

“Sana O’ndan haber getirdim! O’nu buldum.”

Bacaklarım kasılıyor, kanepede hızla doğruluyorum, beynim zonklamaya başlıyor.

“Ne dedin? O’nu buldun mu?”

“Dur, fazla heyecanlanma! Kalbin şiir yazdığın yıllardaki kadar genç değil artık.”

“Nereden tanıyorsun O’nu, çabuk söyle bana!”

“Sen, herkes uyuduktan ve aydınlık dünyanın bir diğer tarafına kaydıktan sonra, masanın başına geçer, onu düşünerek yazmaya başlardın, yazar! Kâh oflayarak bir sigara içer, kâh önündeki kağıdı hırsla buruşturup atarken, pencereden uyuyan şehre bakarken, kahveni yudumlarken hep onu anımsardın ve bazı geceler yatağına girip sessizce ağladığını görünce kahrolurdum. Yazılarına anahtar olacak o ilk cümleyi kulağına fısıldadıktan sonra yanı başında kokunu en derinlerimde duyumsayarak kaleminden kağıda akan o kızı okumaya başlardım. Hasedimden içim içimi yerken hangi gücün bir insanı böylesine tutsak edebileceğini kendi kendime sorar, yitirdiğin aşkını bir gün mutlaka senin için bulacağıma kendime söz verirdim.”

“O şimdi nerede? Ne olur söyle bana, geceme doğan güzel Peri!”

“Söyleyeceğim, ” dedi. Masadan kalkarak yanıma geldi oturdu.

O’nun, ilk aşkımın, yüreğimin devinimlerindeki sıcaklığın, saçları altın sarısı kuzenimin ismini perinin ağzından duyunca, ses kulağımdan beynime oradan tüm bedenime garip bir titreme yayarak dağılmıştı. Yıllar yıllar sonra, acı dolu zamanların öğütülüp rüzgâra savrulduğu günlerden çok uzakta bir gece yarısında işte, tekrar karşıma çıkmıştı. Her gece pencerenin kenarına oturur, hüznün şarkısını dinler, her esintide onun sesini işittiğimi sanırken, bir gün kavuşabileceğimiz umuduyla yalnızlığımı rafa kaldırılmış anılarımızla besleyerek tam kırk sene geçirmiştim.

Babam hastalığından dolayı yatağa mahkum olmuştu, elleri ve bacakları beyninin komutlarına cevap vermeyen et yığınlarına dönüşmüştü. Annem geceleri sabaha kadar dikiş dikiyor, gündüzleriyse babamla ilgileniyordu. Bense, bir lokantada işe başlamıştım. Fabrikada çalışan ablam yine fabrikadaki bir ustabaşıyla evlenince evin yükü benle annemin sırtına binmişti. Gençliğimin o şatafatlı zamanlarını dolu yaşamaktan uzak, gündüzlerim lokantanın kirli mutfağında yağlı tabakları yıkamakla geçiyordu, ama babamın içler acısı hali ve annemin iğnenin devinimlerinden artık iyi görmemeye başlayan gözleri aklıma geldikçe, insanın ailesine karşı verdiği kişilik sınavını en iyi şekilde ifa edebilmek için bunu pek de dert etmiyordum açıkçası. Kafka gibi, gündüzleri çalışırken akşamüzeri yorgun argın eve döndükten sonra odama çekilip, eski Siemens dikiş makinesinin tık tıklarını duymamak için kulaklarıma pamuk tıkayarak yazmaya başlıyordum. Aklımda, belleğimin her hücresinde, yüreğimin kuytu karanlığında hep o vardı. Sarı saçlarını dalgalandırarak, inci gibi dişleriyle etrafa ışıklar saçarak beni ziyarete gelişi, kirli önlüğümle utana sıkıla karşısına çıkışım, aşağılayıcılıktan uzak, sevecen mavi bakışları karşısındaki kendinden geçen, aptallaşan benliğimi anımsıyordum. Anımsıyordum her an, her saniye, her dakika O’nu bir kez daha görebilmek, O’na dokunabilmek, sesini duyabilmek, O’nu aşkımdan haberdar edebilmek için nasıl alevler içinde tutuştuğumu! Önümüzdeki engeli aşamıyorduk: katı yürekli ailelerimiz birbirleriyle değil konuşmayı, yüz yüze gelmeyi bile reddediyorlar, konu her açıldığında lanet yağdırıyorlardı.

Çalıştığım yerin iki cadde aşağısındaki parkta buluşuyorduk. Ben işten kaytarıp parka gelene kadar kitap okuyarak zamanını geçiriyordu. Klasiklerden başkasını eline almıyordu. Kapalı günlerde Dostoyevski, güneşli günlerde Balzac, Flaubert; esintili günlerde Tolstoy okuduğunu fark etmiştim hayretle. Durmadan sigara tüttürüyordu. Onunla buluşmalarımızı sıklaştırıp, lokantadaki işleri aksatınca patron işime son verdi. Bu hayatımdaki dönüm noktalarından biri oldu diyebilirim. Gündüzleri de yazabiliyordum artık, ancak şimdi karşıma parasızlık sorunu çıkıvermişti. Haftalık çıkan Şehir Postası gazetesine yazılarımı gönderip gazetede bana bir iş verip veremeyeceklerini sordum. Bir hafta sonra aradılar: yazılarımı beğenmişlerdi. Benimle görüşmek istiyorlardı. Böylece şehrin en çok satan gazetesinde kendime bir yer edinmiştim. Aşk üzerine yazılar yazıyordum. Kısa süre içerisinde yazılarım, evde hiçbir şey yapmadan oturan kadınlar arasında popülaritemi arttırıvermişti. Her gün yüzlerce mektup ve telefon geliyordu gazeteye, benimle tanışmak isteyeninden tutun da, evlenme teklifi edenine kadar. Fakat hiçbiri umurumda bile değildi. Aklım hep O’ndaydı. O’nu düşünüyor, O’nun için yazıyordum. Bir gün mutlaka onunla evlenecek ve bu kara günlere bir son verecektim.

Bir gün annem elinde bir zarfla odadan içeri girdi. “Sana gelmiş!” Ellerim titreyerek açtım. Öykülerimi yolladığım editör, yazılarımı çok beğendiğini, hemen önümüzdeki hafta görüşmek istediğini yazmıştı. Mektubu kaç kez okudum bilmiyorum. Sevinçten havalara uçuyordum. Bunu ilkin babamla paylaştım, sevinci gözlerinden okunuyordu. Oğluyla ilk kez gurur duyuyor olmanın sevincini yaşıyor olmalıydı. Artık sefalet olmayacaktı. Babamı tedavi ettirebilecek, annemin geceler boyu çalışmasına hiç mi hiç gerek kalmayacaktı. Mektubu ceketimin iç cebine koyup neşeyle O’na gittim. Sevinçten bana sarılıp kutladı, bedenimi kor alevler sarmıştı. Tam zamanı olmalıydı. Elini tutarak ona olan aşkımı itiraf ettim. Şaşırdı. Hiçbir cevap vermeden tedirgin bir edayla sustu kaldı. Ardından özür dileyerek erkenden eve dönmesi gerektiğini söyleyip beni ağır sancılarla oracıkta bırakıp gitti.

Gizliden buluşmalarımızı öğrenen babası, yani eniştem onu eve hapsetti. Dışarı çıkmasına asla izin verilmiyordu, ve ben hâlâ ondan bir cevap bekliyordum. Aradan iki ay geçti. Bir sabah uyandığımızda babamı yatağında ölmüş olarak bulduk. Hayatımdan bir parçanın eksildiğini hissetmiştim. Ağlamamak için kendimi tutmaya çalışmıştım, ama çabalarım sonuçsuz kalmıştı. Anneme artık kendini beğenmiş kadınların dikiş işlerini almamasını, evde rahat bir şekilde çalışmadan yaşaması için elimden geleni yapacağımı söyledim, -evdeki otoritem babamın ölümünden sonra yavaş yavaş kendini hissettiriyordu- Gözleri artık eskisi kadar iyi görmüyordu. Bu teklif ona da cazip geldi ve hemen kabul etti. Aradan iki uzun ay daha geçmişti. Artık dayanamayacağımı anlayınca konuyu anneme açtım. O ahlaksız kardeşiyle bir daha karşılaşacağına ölsündü daha iyi! Hele o kocası olacak, koca göbekli kendini beğenmiş herif!.. Unutmalıydım bunu! Bana O’ndan daha güzel bir kız bulacaktı. Böylece kafamız da rahat olacaktı... Bağırıyor çağırıyor beni dinlemiyordu. Aileler arasında bu işin halledilemeyeceğini anlayınca işi kendim çözmeye karar verdim. Gazeteden gelen para ev giderlerini az çok karşılıyordu, hem artık kitabı basılmış bir yazar olacaktım. Bu yeni bir gelir kaynağı demekti. Gazeteye kitabımın reklamını ücretsiz koyabileceğimi teklif etmişti patronum. Editörün de desteklemesiyle üç ay sonra ilk kitabıma kavuştum. Büyük yankı uyandırmamış olsa da, ilk haftalardaki satışı yayımcıyı memnun etmeye yetmişti. Benim için yüklü sayılabilecek bir avans da almıştım. Keyfime diyecek yoktu doğrusu. Kitabımdan kazandığım parayla el altından eski bir tabanca satın aldım. Kitabımın bir kopyasını da alıp eniştemin işyerinin yolunu tuttum. Beni karşısında görünce rengi attı, ne yapacağını şaşırdı. Kitabımı ona göstererek, artık bir işim olduğunu, kızını çok sevdiğimi ve onunla evlenmek istediğimi, artık ikimize de lütfen eziyet edilmemesini söyledim ona. Çınlayan bir kahkaha kulaklarımı tırmaladı.

“Kitap yazmak ne zamandan beri iş sayılıyormuş? Şu kitabı al ve çık git buradan. Kızımdan da uzak dur! Sana verecek kız yok bende! Anladın mı?”

Belimdeki tabancayı çıkarıp ona uzattım. “Lütfen geçmişteki düşmanlıkları unutunuz. Eğer aşkıma ve samimiyetime inanmıyorsanız, yaşamamın da bir anlamı yok, öldürün beni lütfen!”

Oyunum işe yaramamıştı. Az sonra polisler işyerini basmış, beni silahla yakalamışlardı. Eniştem, emniyetteki nüfuzunu kullanarak günlerce bana eşek sudan gelinceye kadar dayak attırdı. Neyse ki, bu kadarı yeter ona, deyip, silahı hasır altı ettirerek bir hafta sonra serbest bırakılmamı sağladı.

İki gün sonra apar topar onu Londra’ya, halasının yanına gönderdi. Orda üniversiteye başladıktan sonra geri dönmedi. Ne ondan aşkıma karşılık gelecek cevabı alabilmiş, ne de bir daha onunla görüşebilmiştim. Beni tamamen unuttuğunu düşünüyordum, yoksa neden aramasın, neden yazmasındı ki? Ancak ben onu ne kafamdan ne de yüreğimden söküp atabildim. Bu yüzden hiç evlenmedim.


“Haydi Peri! Yorgun kalbimin daha fazla dayanamayacağını biliyorsun. Ne olur söyle bana!”

Narin elini uzatarak buruşmuş, yılların lekelediği elimi tutuyor: “Yalnızlığın ve hüznün sen masanın başında oturmuş yazarken içini doldurup seni boğmaya başladığı anlarda yazacağı şeyleri İlham Perin olarak kulağına fısıldarken, seni sevdiğimi kulağına fısıldamayı, ve bir perinin yazarına âşık olabileceğini bilmeni o kadar çok istedim ki!”

“Âşık yalnızca maşukuyla sevişmelidir ki, sevişmenin tadına varabilsin; sevişmenin bedensel bir oyun değil, iki ruhun bütünleşmesi olduğunu anlayabilsin. Üzgünüm Peri, ama ben hâlâ ona âşığım! O, beni unuttuktan sonra hiç evlenmedim. Hep onu bekledim, ve ölünceye dek de ondan, bir yıldız gibi havada asılı kalmış olan o cevabı bekleyeceğim.”

“Şayet çekip gidersem, bir daha yazamayacaksın, bunu biliyor musun?”

“Onunla gezerken, gözlerine bakarken, konuşurken, eli elime değsin diye beklerken içimde hep onun sıcaklığını duyumsadım. Onun yanından sarhoş bir şekilde eve dönünce masama oturup hep onu düşünerek yazılarımı yazdım. Ve sen şimdi, Peri, bana o yazıları yazdıranın sen olduğunu iddia ediyorsun. Ne olur kızma ama, o cümlelerin ilham kaynağı sen değilsin, O’dur.”

Ağlamaklı, ayağa kalkıyor: “Peki öyleyse! O’nu, hayallerinin başladığı ve bittiği yerde bulacaksın! Orada hâlâ seni tüm sevgisiyle bekliyor olacak mı, bilmiyorum, ama beni bir daha bulamayacaksın, yazar!” Titreyen sesi karla kaplı dağların doruklarından süzülüp gelmişçesine bedenime ürpertici bir soğukluk yayıyor, ilkin yüreğim sonra tüm bedenim titreyiveriyor. Geriye doğru, pencereye bir adım atıyor, ben sustukça o benden uzaklaşıyor, pencereye doğru dönerken içeri süzülen ay ışığında yüzündeki gözyaşı damlalarının parıldadığını fark ediyorum, ve bir müddet sonra peri gecenin karanlığında geldiği gibi aynı usullukla gözden yitiveriyor.

Perinin de dediği gibi yazma yetimi kaybetmiştim. Yazamadığım sancılı günlerde defterimle kavga edip durmuştum. Belleğim ağırlık yapan, lüzumsuz gördüğü şeyleri pervasızca eteğinden döküyordu artık. Çoğu zaman geçmişe döndüğümde beni sinirlendirdiği kadar korkutan karanlık bir boşlukla karşılaşıyordum. Aradan intihar etmek istediğim ve yine vazgeçtiğim bir hüzünlü doğum günü daha geçmişti. Altmış beş uzun sene! Geçen zaman içerisinde bir türlü O’nun yanına gidecek cesareti kendimde bulamamıştım. Yıllar sonra ruhlar aynı kalsa da, onulmaz bir şekilde değişime uğramış, kırışmış, sarkmış bedenler birbirine yine aynı tutkuyla bağlanacaklar mıydı? Korkuyordum. Beni yine eskisi gibi sevecek miydi? Ve bu karamsarlık buhranında perimi aramaya başlamıştım. Sırf üslubu bana benziyor diye kâh acıyan, kâh alaysı gözlerle bana bakan birçok yeniyetme yazarın kapısını çalıp perimi sordum onlara, lakin bir türlü onu bulamadım.

Bir gecenin sonunda, tan yeri ağarırken, hayallerimin başlayıp bittiği yere gitmeye karar verdim. Gidip onu bulacak, eskiden altın sarısı olan saçlarına hasretle dokunacak, kokusunu içime çekecek, ve muğlak ruhuma ıstırap çektiren o sözcükleri duyabilmek için orada, önünde diz çökecektim.

Güneşin sıcaklığı etkisini arttırırken ben çantamı hazırlamış, en sevdiğim siyah takım elbisemi, kolalanmış beyaz gömleğimi giymiştim bile. Artık hayallerimin başlayıp bittiği yere gitmeye hazırdım. Kapının arkasından kartal başlı bastonumu aldım, ardım sıra koşturan huysuz kedimle dışarı çıktım. Onu eve aldığımdandır ilk kez böylesine sevgiyle peşimden geliyordu. Eğilip şefkatle tüylerini okşadım, mutlu mırıltılarla karşılık verdi. Barışmıştık galiba! Avlunun kapısından çıkıp, caddenin karşısına geçene kadar beni takip etti. Hemen sonra durdu, gerisin geri hızla koşarak karşıya geçti, avlunun kapısının önüne oturup patilerini yalamaya, ağır aksak uzaklaşan, sancılı gecelerde arkadaşlık ettiği ihtiyar ev arkadaşını izlemeye koyuldu.

 
Toplam blog
: 5
: 983
Kayıt tarihi
: 23.06.07
 
 

1982 yılında dogdu. Tarihçi...