Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Mart '10

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Yörünge

Yörünge
 

Karikatür: Ramize Erer


Yörüngesinden çıkmış, rotasını şaşırıp yolunu kaybetmiş bir uzay mekiğiyim sanki. Uzayın ücra boşluklarında savruluyorum. Sağımdan solumdan gök taşları geçiyor ışık hızıyla, üzerime düşecekler diye ellerimi başıma siper ediyorum “Durun! Durun!” kimse duymuyor sesimi. Kimseler yok ki etrafımda nasıl duysunlar? Bir başınayım işte! Uğultulu sessizliğin göbeğinde, sevdiklerim, sevdiğimi sandıklarım, sevildiğimi düşündüklerim… Her birinin hayaleti kortej halinde geçiyor önümden; sırıtıyorlar, kahkahalar atıyorlar, ağızlarını kocaman açıp küçük dilleri gözükürcesine bağırıyorlar ama çıkmıyor sesleri? Öfke patlaması yaşıyorum. Saçlarımı yolup, yüzümü tırmıklayarak avazım çıktığı kadar bağırıyorum “Yeter! Yeter!” çıkmıyor sesim…

Kocama bakıyorum. Onca yıllık hayat arkadaşım. İçime saplanmış kör bıçağım o benim. Uğruna okullar bıraktığım, eve kapandığım... Hani atsam atılmıyor, satsam… Beş para etmiyor. Çok düşündüm bırakıp gitmeyi. Hatta öyle çok istedim ki onun tarafından terk edilmeyi. Fakat yapmadı bir türlü, belki de gücü yetmedi… Tıpkı benim gibi. Yıllar var ki katlanıyoruz birbirimize. Bizimki artık dayanmak değil de, alışkanlığın verdiği bir katlanma biçimi. İki mutsuz kalp… Birbirinin içine geçmiş ucuz simli kartpostallardaki kalplere benzemiyor, aralarında az da olsa mesafe… Var. Yan yana durup duruyorlar. İçleri geçmiş meyveleri andırıyorlar daha ziyade, birbirlerine baka baka çürüyorlar. Ömür tüketiyorlar… Sanki başka şansımız kalmamış. Sanki başka türlüsünü yaşayamazmışız.

Öyle öğretmişler. “Çocuk var”, demişler. “Elin iyisi yoktur” demişler. “Elin iyisinden iyidir kendi kötün” demişler. Belki de kandırmışlar bizi… Kanmak işimize gelmiş bizim de besbelli. Bu sebepledir ki, birbirimizi didik didik ederek, sevip okşamak yerine tırmalayıp yara bereler açarak ruhlarımızda, yıllardır kör topal yürüyoruz işte.

Sevmek? Sahi bir zamanlar seviyorduk değil mi birbirimizi? Heyhat! Nasıl da kumdan kaleymiş sevgimiz, iskambilden kuleymiş… Bir dalga da, bir küçük yel de yıkılıvermiş. Biz ikimiz şimdi… Kocam ve ben yani… Enkaz altında kalmış yüreklerimizi yok sayıp ellerimizi tutmaya dahi çekinerek öylece bekleşmişiz. Neyi beklediğimizi bilemeden. Yeniden birbirimizi sevmeye yeltenmeden. Çocuk için, elin kötüsüne kendimizi kaptırmaktan çekinerek… Zamanın, yılları sırtımıza ıslak halılar ağırlığınca bindirmesine müsaade etmişiz.

Kocama uzaktan bakıyorum. Çok uzaktan. O bunları düşündüğümü bilmiyor. İstese de bilemez. Rotasından sapmış, yörüngesini kaybetmiş bir uzay mekiğiyim artık ben. Bana yardım etmesini beklemiyorum. İnsan ‘Dost’ dediğinden yardım ister evvela. Kocam, hiç benim dostum olmayı becerememiş, denememiş ki…

Yine de işte… İçimde bir yer sızlıyor, hani belki de alışkanlıktan. Kör bıçak kendi ekseninde bir kez dönüyor. Kanatmıyor, acıtmıyor, tesir etmiyor… Dönüşünü tamamlamasını izliyorum o kadar. Sızlama sebebi de kaçıp gitmeyi çok isteyip bırakamamaktan. Yıllarca bu adam benim öyle veya böyle kahrımı çekmiş, ben de ona katlanmışım. Öyle he deyince olmuyor. Hem sonra, o kadar güçlü değilim ki ben? Hem, onsuz yaşamak nasıl bir şey hiç bilmiyorum, denemedim ki? Sudan çıkmış balıklara dönmez miyim? Kalabalıklar ortasında kendimi cıbıldak hissetmez miyim? Çocuğumuz büyüdü, delikanlı yaşında. El âlem ayıplamaz mı, bu yaştan sonra, delirdin mi, diyerek?

Sevgiden, çok sevmekten değil, yok canım, kaybetme korkusu taşıdığımdan da değil. Artık yek dünya olmuşuz biz. Ben başka bir dünya tanımadım ki… Gidemem… O da gitmez… Öyle ise? Soru sormak anlamsız, yeni bir rota bulmaya çalışmak da. Her şeyi kendi haline bırakmalı. O gitsin dışarıda istediği hayatı yaşasın, bana ilişmesin de. Umurumda bile değil kimlerle gezip tozduğu, düşüp kalktığı. Erkek adam canım, yapacak tabi. Karısı onu mutlu etmiyorsa… Başka şansı var mı? Eskiden… Sahi, eskiden kıskanır mıydım? Hiç hatırlamıyorum. Ben bu adamı kıskanmayı bile becerememişim. Salıvermişim ortalık yere. Bir eli ben de olsun da, gerisi mühim değil.

Kocamın suçu yok. Yiğidi öldür, hakkını yeme şimdi. Yitik olan benim. Uzayın karanlık girdapları çekiyor içine içine. Gölgesinden korkan benim. Hayata küsen, yaşamasını bilmeyen, hiçbir şeyden keyif almayan benim!

Kocam? Uzun boylu, yakışıklı adam. Evliliğimizin ilk yıllarında daha da çekici gelirdi, elâ yeşil gözlerine baktığımda âdeta titrerdim. İyi giyinmeyi sever, bazen hafif bir sakal bırakır, güneşte kızıl sarı parlar. Güzel gülümser. Az konuşur. Dışarıdaki herkese saygılı bir bana gereğinden fazla saygısızdır. İnce uzun, kemikli parmaklarını gözüme gözüme tehditkâr salladığında kavgaların başladığı o ilk zamanlar korkardım. O güzel gözlerden nasıl da yalım yalım alevler fışkırırdı bağırdığında. Kedi yavrusu gibi odanın bir köşesine siner ağlardım. Ne vakittir ağlamıyorum bile. O bağırdığında ben de edepsizce kaplan kesilip kükrüyorum. Çocuk odasında ders çalışıyormuş, yok uyuyormuş, psikolojisi bozulurmuş… Ne gam! Kavgaya tutuştuğumuzda gözümüz hiçbir şeyi görmüyor ki. O yavrucak da, bizim hır gürümüz ortasında büyüdü gitti. Hayattan keyif almak mı kaldı bize. Yaşayıp gidiyoruz işte…

Hayır, aslında yaşayıp gidemiyoruz. Kendimi kandırıyorum. Ben kayboldum kendi içimde. Ben yolumu bulamıyorum. Ben hiçbir şeye katlanamıyorum. Korkuyorum. Çok korkuyorum. Sesimi duyan yok mu?

Var. Ben istesem duyacak. Ben duymasını istemiyorum. Kocamdan bahsetmiyorum, hayır. Çok utanıyorum. Çok utanı… Başka bir adam. Ben o adama âşığım. İlk defa, yıllar sonra ilk defa kalbimde bir çarpıntı hissettim, daha onu ilk gördüğümde. Söyleyemem. Yok, yok, adamın kendisi de bilmiyor. Ağzımı açıp bir şeycik demem. Der miyim hiç? Yapamam böyle bir şey! El âlem ne der? Rezillik! Büyük rezalet! Benim âşık olmaya, birini sevmeye hakkım yok. Fakat o kadar cana yakın ki, öyle güzel, sıcacık gülümsüyor ki… Ben hiç böyle olmadım. Kocamı bile böyle arzulamadım! Allah’ım neler diyorum ben? Hiç yakışık alıyor mu? Hayır, hayır! Onu en kısa zamanda unutmalıyım. Çarçabuk. Yemeğin soğanı pembeleşmeden unutmalıyım bu fena düşünceleri. Çamaşır sularıyla dezenfekte etmeliyim içimdeki o ılık ılık akan yeri. Fakat uykularıma giriyor. Rüyalarımda sevişiyoruz. Kocam duymasın! Sakın duymasın! İşte, işte kocamın sesi geliyor içeriden, bana sesleniyor. “Geliyorum gebermeyesice!” Niye böyle dedim şimdi? Kocamın ne suçu var? Ben büyük günahkârım.

Gel de kaybolma. Gel de yolunu bulmaya çalış. Burada, yılların emektarı kocan sana miskin, huysuz davransın; orada adamın eli, -aman ne dediğimi de şaşırdım- elin herifi gözünün bebeğine melül melül baksın, kaybedersin tabii kendini. Ah, kim bilir neler yaşatırdı bana? Onunla buluşacağım vakit narçiçeği elbisemi giyerdim. İyi de, benim narçiçeği elbisem hiç olmadı ki? Hem ben öyle canlı renkler de sevmem. Giyenleri de küçümserim. Ucuz kadınlar giyer öyle şeyler. Bana vereceksin grileri, kahveleri, siyahları. Çocuk bile bazen giyinirken yanıma gelip gülüyor “senin için geçmiş anne” terlikle kovalıyorum “Bak şu terbiyesize! Anneyle hiç böyle konuşulur muymuş?” Büyüdü velet, kazık kadar oldu ya, dil de pabuç mübarek!

Bir keresinde bize geldilerdi. O karısından boşanmış. Kocamın arkadaşı olur kendisi. Almanya’ya gitmiş iş icabı. Bize de iki kutu çikolata getirdiydi. Biri likörlü, öbürü viskili. Aman ne yedim. Hâlbuki sevmem çikolata falan. Koca kutuyu oturdum bir güzel hayaller kurarak sabaha kadar bitirdim. Sonra da karnım ağrıdı. Kocamın yanına sokulduğumda düşüncelerimden utandım da, döndüm sırtımı yattım. Vicdan ne kötü şey Allah’ım.

Peki, ben ne yapacağım şimdi? Bu uzay boşluğunun ortasında dımdızlak kalıverdim. Ay kadar parlak yüzü, iki yıldız tanesi, esamesi okunmayan gözleri, uzayın kuytu karanlığında gelip buluverdi beni! Git başımdan be adam, git! Gün ışımadan unutmalıyım seni… Bu işin sonu yok, anlamaz mısın? Hem görmüyor musun evli barklı kadınım ben! Boyumca çocuğum, saçları kırlaşmış yine de yakışıklı bir kocam var. Ayıp ayıp! Bakma öyle bana!

Mutsuzum… Çok mutsuzum. Bu utançla yaşayamam. Kocamla da yaşamak ağır geliyor artık. Yerin kulağı var hem. Ya duyulursa ilişkimiz? Ne diyorum ben! Allah esirgesin! Ne ilişkisi? Kendi kendime gelin güvey oluyorum işte…

Gene gelin, dedim… Elimi sıcacık tuttu… Tokalaştık. Gözlerime uzun uzun baktı. Elim ateşe dokundu sanki hemen çekiverdim. Yanaklarım yanmaya başladı, midem de habis bir bulantı peydahlandı… O gitti… Saatlerce elimi yıkamadım, kokladım durdum…

Sonra… Pat ettim düştüm!

O gün bu gündür yörüngemi kaybettim… Çıkamıyorum…

Ocak'08

 
Toplam blog
: 19
: 658
Kayıt tarihi
: 16.03.10
 
 

Oyun yazarı. Son oyunu "Yedi Peçeli" Devlet Tiyatroları tarafından incelenmekte. Diğer bütün yazı..