Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Mayıs '11

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Yuvacık Barajı'nda bir gün

Yuvacık Barajı'nda bir gün
 

Cennetten bir köşe gibi


Arkadaşlarımla ne zamandır özellikle doğanın içinde güzel bir gün geçirmek istiyorduk. İstanbul civarındaki yerleri ezberlediğimiz için biraz daha dışına çıkmayı düşündük ve aklımıza Yuvacık Barajı geldi. Hemen kararımızı verdik, fazla plan yapmaya da lüzum görmeden bir sabah erken denilebilecek bir saatte arabaya doluştuk. Güneş de sıcacık yüzümüze gülüyordu. 

Pendik'ten çıktık yola, İzmit’e vardıktan sonra Gölcük istikametine doğru döndük, bir müddet körfeze paralel ilerledikten sonra, Yuvacık tabelasını görüp, sola saptık. Bu yol yukarı doğru ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla giden bir yol. O güzelim yola girince zaten yavaş yavaş doğanın içine girdiğimizi anladık. Tek tek bahçeli evleri ve mahalleleri ardımızda bırakarak keskin virajlı yolda ilerledik. Bir dönemeçten sonra baraj gölü göründü. 

Baraj, İstanbul Anadolu yakasından 70 km. uzakta olup iki büyük derenin birleştiği vadide, Yuvacık beldesi yakınlarında inşa edilmiş. Bu baraj Kirazdere çayı üzerinde kurulduğu için adı Kirazdere barajı. Fakat yakınlardaki Yuvacık beldesinin adını aldığı için Yuvacık Barajı olarak anılıyor. 

Kısa bir duraklama yapıp, göl kenarına indik. Şakıyan kuşlar ve rengârenk çiçekler eşliğinde gözlerimiz ziyafet çekerken güzel fotoğraflar da çektik. Tekrar yola koyulduk göl kenarını izleyerek. Giderek daha koyu yeşillikler içine girdik. Yolun iki tarafı da bin bir renkte bitki örtüsü ile kaplanmış, yeşilin her tonunu görmek mümkün. Kıvrıla kıvrıla yükselen bir yolda yukarı çıkarken, her dönemeçten sonra başka bir manzara karşıladı bizi. 

Yol üzerinde dere kenarına dizilmiş bazı yemek tesisleri var. Bunların hepsi birbirinden güzel, birbirinden keyifli alabalık çiftlikleri. Dere bazen eğimli yerlerde şelale olmuş akıyor, bazen uslu uslu kendi yatağında süzülüp gidiyor. Hangisine gireceğimizi şaşırdık, tercih edemedik. Önce bölgenin her tarafını görelim keşfedelim ki ayak basmadığımız yer kalmasın 

Yol bir müddet temiz asfalt olarak ilerliyordu fakat bir müddet sonra yer yer bozulan asfalt daha sonra yerini tozlu çakıllı toprak yola bıraktı. Bu yolda biraz zorlandık. Baraj ve körfez manzarası eşliğinde çıkılan dik yokuş sonunda, geçilen bazı tepelerden sonra birkaç köy gördük. Bunların hepsi sanki şehre yakın kurulmuş değil de karadenizin yayla köylerine benziyordu. 

Durakladığımız köy Aytepe köyü idi. Kendimizi birden doğal köy ortamında ve sıcak köy insanlarının içinde bulduk. Yörede yaşayan köylülerin çoğu Karadeniz kökenliymiş. Bu durum güler yüzlü insanların hala değişmemiş şivelerinden ve bahçelerindeki tabelalardan da anlaşılmakta. (Üstelik hepsi Rize Çayeli’liydi) Evler geniş bahçeler içinde ve seyrek konuşlanmış. Her birinin bir şeyler ektiği tarlaları var. Buralarda daha çok evin yaşlı erkekleri ve kadınları çalışıyorlar. 

Evlerin bahçelerine girdik, sahipleri bizleri sanki misafirleri gelmiş gibi karşıladı. Onlarla sıcak sohbetler ettik, konuştuk, güldük. Bahçelerindeki ağaçlara kurdukları salıncaklarda sallandık. Çocuklar gibi neşelendik. 

Burada otantik köy yaşamı hala sürdürülüyor. Bahçelerindeki selenderleri (ahşap ayaklı kilerler), ki bunları Karadeniz yayla resimlerinde görürdüm, büyük baş hayvanları, yaşamları, yabancı misafirlere davranışları hep bizim anadolumuza yakışır sevimlilikteydi. 

Bir yanda sapsarı kır çiçekleri ile bezenmiş uçsuz bucaksız çayır, bir yanda bembeyaz papatyalarla süslenmiş kırlar. Bir renk armonisi içindeydi baktığımız her yer. Öyle bir toprak ki, üzerindeki her çeşit bitki örtüsünden kendi rengi gözükmüyor. Üstelik kulaklarımız her türlü teknoloji seslerinden uzakta sadece doğanın kendi sesleriyle bütünleşmiş bir halde içimiz sevinçle doldu. Bir huzur ve dinginlik vardı burda. Bu kadar güzel bir doğa parçası varmış hemen yanı başımızda ve biz bilmiyormuşuz. Ayrıca bir türlü işten güçten kendimizi alıp buralara gelemiyormuşuz. 

Yürüyüş parkurlarında uzun doğa yürüyüşleri yaptık hep beraber. Uzun zaman sonra acıktığımızı anladık, artık yemek zamanı gelmişti. Midelerimiz çığlık çığlığa bunu haber veriyordu zaten bize. Gelirken önünden geçtiğimiz tesislerden birine gitmek için arabaya doluştuk ve aşağı indik. 

Tesislerden birini seçip girdik. Yine kesif bir orman içinde bulduk kendimizi. Şimdi buraya yeşillik demek az gelir. Öyle ki, yaprakların arasından geçmek isteyen güneş ışınları yere ulaşmak için çabalıyor. Bir dere kenarı ve su orada şelale olmuş akıyor. Bazı yerlerde taş ve kaya yükseltilerinden hoplayarak giden su üzerinde ahşap balkonlar yapmışlar yemek yemek için. Bunlardan birine oturduk. Karşımıza yine Karadeniz yemekleri çıktı. Balık veya et yanında Karadeniz’e özel çeşitli yemekler eşliğinde akşamı ettik. . 

Hamaklarda uzanıp yattık, gün boyu çaylarımızı yudumlayıp ayaklarımızı buz gibi suya da soktuk. Taştan taşa sekerek dere boyunca da yürüdük. Orman içindeki patika yolları keşfettik. Hem damaklarımız bu muhteşem lezzetlerle bayram etti, hem ruhlarımız müthiş bir dinginlikte dinlendi. 

Çok güzel bir gün geçirmiştik, tadı damağımızda kalmıştı. Ciğerlerimiz aldığı bol oksijenle şımarmış ve bayram yapmış, bütün hafta yetecek oksijeni depolamıştı. Yürümekten şişen zavallı ayaklarımızı daha fazla isyan ettirmeden evlere döndük. Tekrar böyle bir gün geçirmek dilekleriyle ayrıldık. 

Şükran Demirtaş 

 
Toplam blog
: 249
: 3042
Kayıt tarihi
: 19.03.11
 
 

Doğup büyüdüğüm şehirde, İstanbul'da yaşıyorum. Emekliyim. Gezmeyi, görmeyi, keşfetmeyi sevdiğim ..