Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Mayıs '07

 
Kategori
Anılar
 

" Oğlum, seni seviyorum; annen "

" Oğlum, seni seviyorum; annen "
 

Benim yaşımdaki kadınlarımız, eminim herhangi bir Türk filminde, esas kadının hamile olduğu haberini, esas adama söyleyiş sahnesini izleyip mutlu olmuşlardır. Benim aklımda özellikle Fatma Girik’li olan sahne kalmış; hani mutlu mutlu biraz da nazlanarak ve utanarak, bütün gün heyecanlar içinde beklediği, işten eve yeni gelmiş eşine “hamileyim” dediği sahne. Ve birden, o küçük dünyaları anne adayının çevresinde dönmeye başlar. Esas adam, esas kadını köşelere oturtur, kenarlarına minik işlemeli kırlentler koyar. Bir ara da elini karıcığının karnına koyar, bebeğe zarar vermekten korkarak ki bebek henüz minik bir kabartı bile oluşturamamıştır. Olsun; babalık duygusu bu; kocaman… Sanki anne adayı her kıpırdanışında bebeğe bir zarar verecekmiş gibi, düşme tehlikesi varmış gibi, kıpırdatmaz karıcığını… Esas kadın da kocasının bu özeninden şaşkın ama mutlu, kendisine sunulan sevgiyle kurulur; kendisi için hazırlanan köşeye; sevgiyle.

Tanrım ne güzel, ne hoştur bu özen. Her evlilikte kadın hamile kalınca böyle mutlu olur sanırsınız. İzlerken yüzünüze kocaman bir gülümseme yayılır, hatta eliniz yavaşca karnınıza gider; gebeymişsiniz gibi. Bu yüzden mi evlenip çocuk sahibi olmak istedim acaba? Kimbilir?.. Diğer Türk filmleri gibi bu da etkilemiştir beni eminim. Ama gerçek hayatın böyle olmadığını yaşayarak öğrendim.

Ankara’daydık. Yeniden Ankara’da olmaktan mutsuzdum ve yeni evliydim; bir yıllık. Yeni bir işe başlamıştım, yeni bir evdeydik ve olmayan yeni komşularımız vardı. Henüz varlığından haberimin olmadığı “oğlumun” babası ise işi gereği Diyarbakır’daydı. O sıralar kız kardeşim de, kocasının işi gereği Diyarbakır’daydı. Bir ara izin alıp ben de onların yanına gitmiştim. Gittiğimde kendimi hiç iyi hissetmedim nedense. Gücüm yoktu sanki, sürekli uykum geliyordu ve uyumasam bile uzanıp duruyordum. Kansızlığım vardı, o yüzden sanmıştım. Şehrin havası da yaramamıştı belki. Ben kız kardeşimde kalıyorum diye akşamları oraya gelen Güneş’in babası da; “Buraya yatmaya mı geldin?” tarzında söylemleriyle sitem edip duruyordu. Sanki bütün gün evde koşturuyorum da, gece o işten gelince yatıyormuşum gibi. Nerde… Kız kardeşimle bile doğru düzgün sohbet edemiyorduk oysa. Sonunda beklenen günün geciktiğini fark ettim. Hani derler ya “günüm geçti”, benim de öyle oldu. Hiç aklıma gelmiyor, sıkıntıdan sanıyorum. İlk etkilenen şeydir ya; kadının adet düzeni, öyle sandım. Kendime haksızlık etmişim; psikolojik değilmiş.

Aydın’dan tanıdığım, evlenip ayrılırken geride bıraktığım arkadaşlarımdan birinin memleketiydi Diyarbakır ve abisi kadın doğum uzmanıydı. Ona gittik ve beklenmeyen veya beklenen sonuç; gebeyim…

Oğlanın babası sevinçten havalara uçtu, beni sevgiyle kucakladı hemen, nerelere oturtacağını bilemedi, sonra… dersem koca bir yalan olur. İkimiz de sıkıntılı bir şekilde karşıladık haberi. Ben bir yıllık evli olduğumuz ve henüz bir düzen kuramadığımız için şaşkındım sanırım ve doktor da olsam ilk kez gebe kalıyordum. Hiç de Türk filmlerindeki gibi gitmemişti yaşadıklarım ve ben duygusal bir balık olarak “gebe ve mutsuz"dum.

Farkında olmadığım zaman bile hayatımı etkilemeye başlayan bebişim, hayatımı etkilemeye devam etti. Mide bulantıları, kabızlık, halsizlik, iştahsızlık… Karnım büyüdükçe bel ağrılarım, uyuyamayışlarım, iş yaparken zorlanışlarım… Ve bu etkileyiş, oğluşum giderek büyürken de devam etti ve sonunda şuna karar verdim; bebeği taşımanın o Türk filmlerindeki gibi “ulvi” bir tarafı yok. Ne kadar gayret ettiysem o filmlerdeki duyguyu yakalayamadım.

Sonra bir gün; bir mayıs günü bir farklılık oldu, sanki bebek gelecek miydi ne?

Oğlumu dünyaya getirirken yaşadıklarım sonunda, neden bir sürü evli kadının, kocasını bırakıp, annesinin yanında doğum yaptığını anladım. Benim için acıydı yaşadıklarım ve sevgimin tüketildiği bir deneyim oldu ama deneyim deneyimdir. Bu yüzden bir daha doğum yaparsam annemin yanında yapmaya karar verdim; en azından sevgileriyle beni sarıp sarmalayan, bana neredeyse yapılacak hiçbir şey bırakmayacak olan arkadaşlarım, dostlarım, en önemlisi ailem yanımda olurdu. Ben oğlumun babasıyla aile olabilseydim kendi aileme özlem duymazdım. Ve en önemlisi, hastane önünden son anda alı verilmiş bile olsa vazolar dolusu çiçeklerim olurdu…

Bundan on beş yıl önce; bir mayıs gecesi, saat dokuzu beş geçe oğlum dünyaya geldi. Minik bir şey işte; tamamen bana bağımlı, minik bir şey… Hayatımı etkilemeye hala devam ediyor. Ama ben onu, onun hayatını etkilemeyeceğim bir şekilde “bağımsız” yetiştirmeye çalışıyorum. Onu hep şöyle tanımlarım; benim “ka-de-ve”mdir o. Yani katma değer vergim. Giderek büyüyecek üstelik ki şimdiden boyumu geçti. İyi gitmeyen ve biten bir evlilikten kazandığımdır o benim; kazancımdır. İyi ki bir evlat sahibi oldum diye şükrederim. Babasını tanımayanlar bana benzetirler genellikle, ben de “ o kadar emek verdim, tabi bana benzeyecek” der ve gülümserim; mavi mavi…

Her zaman söylediğim gibi, “oğlum; sevgilerin sonsuz, şansın bol, bahtın açık olsun; doğum günün kutlu olsun”

İlköğretimdeyken, teneffüste sınıfına girip, tahtaya yazdığım gibi; “ Oğlum, seni seviyorum; annen”

 
Toplam blog
: 210
: 3227
Kayıt tarihi
: 29.03.07
 
 

Yazmak... Öyle güzel, öyle hoş ve öyle derin bir eylem ki!.. Olmazları bile oldurabiliyorsun. "Ke..