Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Nisan '13

 
Kategori
Tarih
 

"Ateş"le "Barut"

Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma

Yatakta yatmayı bildiğin kadar

Sayın Tanrı’ya kalırsa seninle yatmak  günah daha neler

Cemal  SÜREYA

"Demokrat parti 1954’te Köy Enstitüleri’ni kapatmıştır.” diye yazılır, söylenir ama gerçek şudur ki, DP bu okulları kapatmamış, yalnızca adını “Öğretmen Okulları” olarak değiştirmiştir.

Nitekim ben, 1953-1954 öğretim yılında Aksu Köy Enstitüsü’ne öğrenci olarak girdim. Okulun adı 1954’te “Aksu Öğretmen Okulu” oldu ama okul kesinlikle kapanmadı. Ve okulun adından başka değişen hiçbir şey de olmadı. Ne müdür değişti, ne öğretmenler... Ne de müfredat programı...

Okul müdürümüz Kemal Aygün’dü;  ikinci ve üçüncü yıl da O’ydu müdür.

Uygulanan yöntemler, kurallar ve geleneklerde de bir değişiklik olmadı.

Şu ya da bu nedenle DP’nin siyasî görüşüne ve kimi uygulamalarına karşı olabilir-siniz. Buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Benim de... Yiğidi öldürelim ama hakkını yeme-yelim.

Gerçekten de altı yıl okuduğum bu okulda ilk yıl ne buldum, ne gördümse, altı yıl sonra da aynı şeyler vardı.

Sözgelişi, akşam yemeğinden önceki bir saatlik etüt (ki biz mütalâa saati derdik o zamanlar) “serbest okuma”ya ayrılmıştı. İsteyen istediği kitabı, dergiyi ya da gazeteyi okuyabilirdi. Ancak hiç kimse; (kontrole gelen nöbetçi öğretmenleri ya da sınıf öğretmeni) “Neden derse çalışıyorsun da kitap okumuyorsun?” diye sormazdı.

Adı “serbest okuma saati” olmasına karşın, arkadaşlarımızın çoğu ders kitabı ezberlerdi yalnızca.

Dördüncü sınıfta iken Mustafa Şanlı adlı bir öğretmen geldi okula.

Aksu Köy Enstitüsü mezunu imiş. Daha sonra Ankara-Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirmiş. Birkaç yıl öğretmen olarak çalıştıktan sonra, açılan bir sınavı kazanarak “Ortadoğu Amme Enstitüsü”ne girip oradan da başarıyla mezun olunca bizim okul atanmış.

Antalya’nın Toros sıradağları üzerindeki bir ilçesindendi. (Sanırım,  Korkuteli...)

Bize de tarih ve coğrafya dersine girdi o yıl. Köylü çocuğu, dahası “yörük” olduğunu söylerdi gururla. Nitekim, şivesinden de açıkça belli oluyordu. Kalın ve gevrek sesi, bir yayla çocuğu olduğunu haykırıyordu sanki.

İlk derslerde oldukça yakın bulmuştum, bu öğretmeni kendime.

Hele hele:

“Ders kitaplarını hafız gibi ezberleyip yazılı ve sözlü sınavlarda bunları olduğu gibi tekrar etmek önemli değil; ülkemizde ve dünyada olup bitenlerden haberiniz yoksa, yorum yapamıyorsanız, hiçbir işe yaramaz karnenizdeki “iyi”ler, “pekiyi”ler. Ders dışı  kitaplar okumazsanız; gazete, dergi okumazsanız; düşünme yeteneğiniz de gelişmez, yorum yeteneğiniz de... Mezun olduktan bir iki yıl sonra tüm ezberlediklerinizi unutur, hiç okula gitmemiş bir insandan farkınız kalmaz.” deyince, sanki benim düşüncemi seslendiriyormuş gibi geldi bana.

Çünkü, ders kitaplarını “su gibi ezberlemek”ten nefret etmişimdir hep. Ve gerçekten de hiç oyun oynamayan, hiç kütüphaneye uğramayan , hiçbir sosyal faaliyete katılmayıp bütün gününü ders kitaplarını ezberlemekle geçiren kimi arkadaşlarımın, sınavlarda yüksek notlar alsalar da çok boş olduklarını fark etmiştim.

Buna benzer sözleri, iş bilgisi öğretmenimiz Musa Okay’dan duymuştum ben yalnızca. Arifiye Köy  Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü mezunu olan bu öğretmenimiz, Mustafa Şanlı gibi Ortadoğu Amme Enstitüsü’nü de bitirmişti sonradan.

Şanlı Öğretmen’in düşünceleri Okay  Öğretmen’in düşüncelerine benziyordu ama karakteri çok farklı idi onunkinden.

Okay öğretmenimiz ne kadar yumuşak, ağırbaşlı,  hoşgörülü ve alçak gönüllü ise Mustafa Şanlı o kadar sert, atak,  hoşgörüsüz ve kendini beğenmiş biriydi.

İlk günlerde, onu çok seveceğimi sanmıştım ama bu yapısı nedeniyle olsa gerek, hiç de kanım kaynamadı. (Günümüzün moda deyişiyle “kimyamız uyuşmadı” desem daha mı güzel, daha mı etkili anlatmış olurdum.)

Sanırım, ikinci dersimize geldiğinde:

“-Bugün sizin genel kültürünüzü bir yoklayalım. Bakalım, ne durumdasınız?” deyip çok sorulu, kısa cevaplı bir yazılı sınav yaptı.

Bir hafta sonraki derste:

“Maalesef, sonuç umduğumdan da kötü... Birkaçınız hariç, dünyadan haberiniz yok... Okumuyorsunuz çünkü.” deyip, notlarımızı okudu.

Gerçekten de 36 mevcutlu sınıftan 5 ve 5’in üzerinde not alan yalnızca birkaç arkadaşımız vardı. (Övünmek gibi olmasın, o birkaç kişiden biri de bendim.)

Bu sınavla, durumumuzu saptadı, genel kültür düzeyimizin çok düşük olduğunu öğrendi ama yükseltip iyileştirmek için hiçbir çaba göstermedi.

Ders kitabı dışında ne başka bir kitap getirdi sınıfa, ne bir dergi, ne bir gazete... “Şu kitabı, şu dergiyi, şu yazarı mutlaka okuyun” da demedi, bu konuda bir ödev de vermedi.

Tartışma da yaptırmadı, yarışma da...

Belki yeterince sevmediği için bizi, yeterince sevilmedi de.

Nöbetçi olduğu bir Pazar günü, birkaç arkadaş kendisinden izin alarak Antalya’ya gittik. “Akşamüzeri, bayrak töreninden önce saat 07.00’de  okulda olacaksınız.” diye tembih etti. Sanırım, bir saat kadar geç döndük okula.

Kendisini bulup “vukuatsız olarak” geldiğimizi haber verdiğimizde, aman efendim, bu ne şiddet, ne celâl!..

“-Geçin bakayım, karşımda sıraya. Ne demiştim, ben size izin verirken? En geç, saat yedide gelmiş olacaktınız. Şimdi saat kaç?”

Bir şeyler söylemek istediysek de: “Mazeret hiçbir şeyi değiştirmez.” deyip sıra ile öyle bir şamar akşetti ki her birimizin suratına...

Altı yıl boyunca, Aksu’da bir öğretmenden yediğim ilk ve son şamardır bu.

Mustafa Şanlı, ağzıyla kuş tutsa, ne yazardı bundan sonra!

O günü, o ânı, utançla anımsadım günlerce.

O andan itibaren, Mustafa Şanlı, “öğretmen” değildi  artık benim için!

O güne kadar, bana hiçbir şey  verememiş, hiçbir olumlu katkısı olmamıştı zaten de, o andan itibaren hiç olamazdı ve olmadı da gerçekten.

                        *                               *                                           *

 “Öğretmen Okulları, Köy Enstitüleri’nin aynısıydı, yalnızca adı değişmiştir.” demek istemiyorum . Benim dediğim şu:

1953’te adı  “Aksu Köy Enstitüsü” olan okulda ne varsa, ne yoksa, 1954’te adı “Aksu Öğretmen Okulu” olarak değiştikten sonra da aynı şeyler vardı, aynı şeyler yoktu. Yani, büyüklerimizden  duyduğumuz ve okuduğumuz 1943, 1945’lerdeki Köy Enstitüleri havası, adı aynı olmakla birlikte, 1953’te çoktan kaybolmuştu.

En önemli, en belirgin fark şuydu ki, kız öğrendi yoktu.  Erkeği kızdan, kızı erkekten ayırma düşüncesi o günlerde de saçma gelmişti bana.

Kız- erkek karma eğitim uygulanan bir “Köy Enstitüsü” ya da “Öğretmen Okulu”nda okusaydım, yüzde yüz farklı bir insan  olarak  yetişeceğime inanmışımdır hep.

Yanarım, yanarım da 12-18 yaşları arasında  bir kız arkadaşımla el ele tutuşarak bir kez halay çekemediğime, bir kez horon tepemediğime yanarım hâlâ.

Yine de şükredeyim ki, hiç değilse ilkokulda, hiç değilse eğitim enstitüsünde  yoktu bu ayrım.

Kadını erkekten, erkeği kadından ayrı görme, birbirinden uzaklaştırma, ayrı alanlarda yaşamaya mecbur etme düşüncesi, bin, iki bin, dahası beş bin yıldan da geri bir düşüncedir bence.

“Ateş”le “barut”un bir arada olmasından daha güzel ne vardır şu dünyada? 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..