Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Nisan '13

 
Kategori
Anılar
 

Uzun Yol daha güzeldir!

Fevkalâde memnunum dünyaya geldiğime

Toprağını, aydınlığını, kavgasını ve ekmeğini seviyorum.

Nâzım HİKMET

Köy Enstitüleri’nin mimari İsmail Hakkı Tonguç’un, Arifiye Köy Enstitüsü kurulurken, okul müdürü Edip Balkır’a yazdığı mektupta:

“Köylerden gelen çocukları hazır dersliklere, yatakhanelere, barınaklara almak yok. Doğayla baş başa bırakın onları, yaratıcılıklarını kullanarak güçlükleri kendileri aşsınlar.” diye yazmış... (*)

Bu cümleleri okuyan kimileri:

“Yahu, köy çocuklarına düşman mı bu adam? Sadistçe bir ruh taşıyor da onlara eziyet etmekten hoşlanıyor mu yoksa? Kolayı varken, niçin zoru gösteriyor ki?” diye düşünebilir.   

Size bir anımı anlatacağım önce:

Yıl 1954... Yani, Köy Enstitüleri adının  “Öğretmen Okulu” olarak değiştirildiği yıl... Ben Aksu’da birinci sınıf öğrencisiyim.

Mayıs sonunda dersler bitti, okullar kapandı. Babamın benim için özel olarak kendi elleriyle yaptığı tahta bavulumu alıp manifatura dükkânları olan dayılarımın bulunduğu Manavgat’a gittim. O sırada, babam da seyyar ayakkabı tamircisi olarak orada bulunuyordu.

On iki yaşındaydım. Sekiz aydır yüzünü görmediğim, sesini duymadığım annem ve  kardeşlerim burnumda tütüyordu. Onun için, bir an önce Akseki’ye, köyüme, evime kavuşmak  istiyordum.

Dayılarım, babamı karşılarına alıp:

“- Osman Enişte, nasıl gitmeyi düşünüyorsun?” diye sordular.

Ne biçim soruydu bu? Nasıl gidileceği var mı? Elbette otobüse binip önce Akseki’ye gideceğiz, sonra da dört-beş saat yürüyerek köyümüze... Uçakla, trenle, vapurla gidecek halimiz yoktu ya!..

Nitekim, babam da aynen böyle söyledi.

Ancak, Kemal Dayım hiç de böyle düşünmüyordu:

“-Bak, Osman Enişte, dedi; sen iki aydır burda çalışıyorsun. Örsünle, çekicinle üç beş kuruş kazanıp evine bez, tuz, gaz almak için... Şimdi ikiniz de otobüsle gitmeye kalkarsanız, kazandığın üç-beş kuruşu bilet parası olarak vereceksin. Akseki’ye gitmekle köyünüze varmış olmuyorsunuz ki... Beş saat yürüyeceksiniz. Ben derim ki, otobüse vereceğin para cebinde kalsın. Yarın sabah, erkenden çıkın yola, gece dağda yatarsınız, ertesi gün öğleye doğru varmış olursunuz köye. Ne dersin?”

Dışımdan hiç belli etmedim ama içten içe öyle bir kızdım ki dayıma. Kısa ve kolay bir yol varken, niye uzun ve zor yolu gösteriyordu ki bize? Şaka mı yapıyordu yoksa? Evet, evet... Şaka yapıyordu mutlaka!

“-Ben yalnız olsam, elbette senin dediğin gibi yapardım  kayınbirader de...” dedi babam,“ancak, çocuk var yanımda, onun için zor olmaz mı?”

Oh be!.. Aslan babam benim!.. Oğlunu düşünecek elbette.

Bu kez Kerim Dayı’m aldı sözü:

“-Sırtında heybe ile bu dağları kaç kere aştın sen enişte? Ben diyeyim elli, sen de yüz kere... Bırak, bir kere de  yeğenimiz Hüseyin aşsın. Böylece, görsün senin üç kuruş kazanmak için ne sıkıntılar çektiğini. Görsün ve anlasın da dört elle sarılsın derlersine . Okulunun ve okumanın kıymetini daha iyi anlasın. Ben de Kemal Abi’m gibi düşünü-yorum. Boş ver otobüsle gitmeyi!”

İki dayım da böyle söyleyince: “Biraz zor olacak ama öyle yapalım” deyiverdi, babam da.

Beni adam yerine koyup da kimse bir şey sormadı zaten bana.

Ertesi sabah, ezanla birlikte çıktık yola.

Manavgat, üç-dört bin nüfuslu küçücük bir kasabaydı o zamanlar. (Elli atmış haneli köyümle kıyaslayınca, çok çok büyük görünüyordu elbet bana.)

Beş-on dakika sonra, bir patika yoldan, aşılması imkânsız gibi görünen Toros Dağla-rına doğru yürüyorduk. “Dağ ne kadar yüksek olsa, yol onun üstünden aşar.” sözünü bilmiyordum henüz. Yaklaştıkça, gözümde büyüyordu Toroslar.

Elimizi, kolumuzu sallayarak gitsek neyse de... Babamın heybesi var… İki gözü de dolu... Benim, içinde kitaplarım, defterlerim, giysilerim olan tahta bavulum...

Güneş yükselmeye başladıkça sıcaklık da arttı. Baktım, boncuk boncuk terlemekte babam.

O, onca yük altında ezilirken, benim elimi kolumu sallayarak, bir gezintiye çıkmış  gibi güle oynaya yürümem doğru muydu? Ah bu düşünce, ah bu duygu!.. Nerden de geldi aklıma?

Evet, evet... Hiç de güzel, hiç de doğru, hiç de hakça değildi bu durum. Gerçi bu yolu seçen, “ille de buradan gidelim.” diyen ben  değildim ama...

Ah dayılarım, ah!..

Akseki yolundan gidecektik, ne güzel.

Dahası, Akseki’ye çıkmadan, Geriş ya da Emirâşıklar köyü sapaklarında iner, üç-dört saat yürüdükten sonra, çabucak varırdık evimize.

Oysa, şimdi... Üç- dört saattir yollardayız, henüz eteklerine bile ulaşamadık Toroslar’ın.

Git, git, yol bir türlü bitmek bilmiyor ovada. “Aha, şuracıkta” dediğiniz dağlar, siz onlara doğru yürüdükçe, onlar biraz daha uzaklaşıyor sanki sizden.

Bir köyden geçiyordu yolumuz. “Buz gibi soğuk suyu olan bir pınar var bu köyün çıkışında. Hem elimizi yüzümüzü yıkar, hem biraz soluklanırız.” dedi babam. “Hem acıkmışsındır sen. Bir şeyler de yeriz çınarın gölgesinde.”

Gerçekten ihtiyacımız vardı biraz dinlenmeye. Ben neyse de, iyice yorulmuştu babam. Bu konuşmayı fırsat bilip:

“-Baba, dedim, bir şey söyleyebilir miyim sana?”

“-Tabiî oğlum, söyle.”

“-Yalnız, baştan söz ver, ‘hayır, olmaz’ demeyeceksin.”

“-Gücümün yettiği, yapabileceğim bir şeyse, hiç ‘hayır’ der miyim sana yavrum?”

“-Evet, çok kolay yapabileceğin bir şey. Üstelik, ‘tamam, istediğin gibi olsun’  dediğin zaman, yükün artmayacak, azalacak.”

“-Tamam öyleyse, söz.... ‘Hayır’ demeyeceğim. Söyle bakalım şimdi, nedir benden istediğin?”

Biraz meraklandırmak için, cevap vermedim hemen.

“-Haydi, söyle ama”

“-Söylüyorum işte! Sırtındaki iki yükten birini bana ver.”

“-Yani?”

“-Yanisi şu ki, ya heybeyi, ya bavulu ben taşıyayım.”

“-Olur mu yavrum? Etin ne, budun ne senin!”

“-Ama söz vermiştin...”

“-Ben, başka bir şey isteyeceksin sanmıştım ama.”

“-Söz verdin bana bir kere. Caymak yok.”

“-Ağır gelir, kıyamam sana.”

“-Ben senin oğlunsam, sen de benim babamsın. Ben nasıl kıyayım sana?”

“-Tamam, tamam... Söz verdik bir kere. Ama sen oyuna getirdin beni. Yalnız, sen de bana söz ver. Yorulunca, kendini zorlamadan geri vereceksin.”

Anlaştık sonunda. Heybeyi alıp sağ omzuma astım. Vay be!.. Göründüğü gibi değilmiş, ağırmış epeyce. Her adım atışımda biraz daha ağırlaşıyordu sanki. Yüz adım gittim gitmedim, sağ omuzum çöküyor gibi geldi bana. Sol omzuma aldım zorla..

Adımlarımın gittikçe yavaşlamasından, anladı babam yorulduğumu.

“-Ben sözümü tutum, dedi; sözünü tutma sırası sende. Sağ ol, dinlendirdin beni. Ver bakalım şimdi benim heybemi!”

Doğrusu ya, daha fazla da götürmeyecektim zaten.

Ara sıra, yalvararak yine aldım heybeyi. Ancak, yamaçlara doğru tırmanırken, belki yüz metre bile ilerleyemiyordum

Güneş batmak üzereyken, birkaç sıradağ aşmış, Manavgat Ovası ve deniz çoktan görünmez olmuştu artık.

Gece konaklamaya uygun bir yer bulduk. Azık olarak ne varsa heybemizde çıkarıp karnımızı doyurur doyurmaz da uyuduk.

Ertesi gün, yine makiler arasından patika yollar bulup birkaç  sıradağ daha aşarak köyümüze ulaştık.

O gün, çok kızmıştım dayılarıma ama onlar hayatımın en büyük iyiliğini yapmışlar meğer bana.

Tonguç’un ne demek istediğini, ne yapmayı düşündüğünü daha iyi açıklayabilmek için anlattım ben bu öyküyü.

Bana sorarsanız, uzun yol,  engebeli yol, virajlı yol, inişli çıkışlı yol daima daha güzeldir!

 

 


(1)   Kuşatılmış Yaşam-Günaydın Aşk, Mehmet Başaran, Cumhuriyet Kitapları, 2006

       Tel: (0212) 343 72 74

 

   

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..