Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Temmuz '10

 
Kategori
Kitap
 

“Edebiyat hayat memat” üzerine

Sanat Edebiyat: 

Yılları akıp duran kaygılar arasında ömrümüzü sere serpe yaşamıyorsak da süreyi dolduruyoruz. Süre dolarken insan ne yapar? Kimi kişisel, kimi toplumsal, kimi ulusal gereksinmeleri için uğraşır durur. Kimi de bu gereksinmeleri kendine maske edinerek bencilliğini tatmin etmeye çabalar. İşte bunlara ben kapitalist diyorum. Bu ruh eyer toplumda çoğalırsa, devletleşir; adına Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya denir. Ve bu devletler biz istesek de, istemesek de (biz dâhil) herkesi sömürür. 

Bizler, uyuyan ve uyanan, barınmak ve doymak için çabalayan varlıklardan bir farkımız olsun diye çoğunlukla okuyup, ara sıra da yazan ve kapitalist zihniyete karşı çıkan toplumsal anarşistler olarak yaşıyoruz. Bu yıpratıcı süreci doldururken bu günlerde elimde Cevat Akkanat’ın “edebiyat hayat memat” adlı denemelerden oluşan kitabı var. Kitap üç bölümden oluşuyor; “Sanat Edebiyat” , “Edebiyat Hayat” , “Hayat Memat”. Toplam 174 sayfadan oluşan bu eser, bazen kişisel, bazen toplumsal, bazen düşünsel, bazen edebi, bazen sanatsal eleştirilerden oluşan bir eser. Bu eseri bir tanıtımdan çok, bir inceleme biçiminde ele almak sanırım daha doğru olacak kanaatindeydim, ancak o zamanda kitabı okumaya gerek kalmayacaktı. 

Bu yüzden, bazen bir inceleme bazen bir tanıtım, bazen bir çağrışımla bu yazıyı kaleme aldım. Çünkü her bir başlık için söylenecek bir şeyler var. “Sanatçı şahsiyeti” adını taşıyan yazıda bir sanatçının kim olabileceği konusu işleniyor. En çarpıcı olanı ise, kişinin bir eseri vücuda getirirken toplumun gözünde yükselmeyi düşünenlerle, toplumun belirli standartların üstüne yükseltmeyi düşünenler ortaya çıkıyor. Yazar ikinci görüşü sanatkâr olarak kabul ediyor. Bu mantığı “Edebiyattan ‘oyun’culuğa savrulanlar” adlı yazıda da görmek mümkün. Kelimeler… İnsan denen makineyi onaran ve onu bozan kelimeler… Ahlak ve ahlak dışılığı, din ve din dışılığı, kültür farklılığı oluşturan kelimeler… Her şeyi belirleyen aslında kelimeler değil mi? İnsan kelimelerle insanı eğlendirip, oyaladığı gibi, kelimelerle eğitip, topluma yararlı kişiler haline de getirebilir. Deminki mantığa yine dönüyoruz: Sanatkâr toplumun istediği gibi mi olmalı, toplumu görmek istediği yere yükseltmek için mi çaba göstermeli? Ve “Edebiyatta ‘Kıdik’ meselesi”… Kıdik kitapta hayli güzel tanımlanıyor. 

Ben bir Erzurumlu olarak bu kadar çeşitlemeli bir tanımı derleyip çıkarmak için çaba göstermezdim (Bu belki de benim tembelliğimden olsa gerek). Kıdiğin en çarpıcı üç özelliği; çok güzel, çok hareketli, çok inatçı oluşu. On iki eylül nesli diyeceğimiz 80 sonrası yetişen sanatçılar kendilerinden önceki ustaları dikkate almaktan çok, herkesin kendisini usta diye ortaya çıkarma çabası dikkat çekici. Tıpkı kıdik gibi, kimin ne söylediği değil, kendilerinin ne söyledikleri önemli. Kendilerini kendilerinden başka kimsenin önemseyip önemsemediklerinin de bir önemi yok. Zamanı eğlenerek geçirmek… Kimseyi dinlemek değil, dinlememek daha önemli. Bu bölümü özellikle genç sanatçıların üstünde durarak okumalarında fayda olduğu kanaatindeyim. Usta görmeyen bir kişinin usta olması imkânsız denecek kadar zordur. Devam eden yazıda bu kıdikleri yönlendiren -keçi veya tekeler mi diyelim- ağabeyiler devreye giriyor, “ ‘İnce’ geçiş ‘kalın’ duruş”la. Buradaki zihniyet kendi varlığını sürdürmek ve unutturmamak için -unutulacaklarını bilenler- çevrelerinde yeni bir kesim oluştururlar. Bu kesim onlar anacak, kendilerini topluma sunup, varlıklarını tıpkı bir devr-i daim havuzu gibi idame edecekler. Bu hazır ve huzurlu ortamın rahatlığı içinde kişisel hayalleri ile avunup duracaklar. Yazar isim vermesine karşın, bence isimlerin bir önemi yok, sonuç, sanatçı kimliği… “Şiirin Sekr Hâli” ilk kez ölüm gören, ilk kez kurban kesilmesini gören, ilk kez ağır bir hastalıkla yüzleşen çocuk; şair… Bu insanın yüreğinden geçen nasıl sekr halinde olmasın? Bir insan bir günde kaç kez isyan eder, kaç kez tövbe? Ne dersiniz? Şair nedir? Şair kimdir? Şuur nedir? Şuur nerdedir? Şuurla şair aynı bedende buluşurlarsa ortaya bir aydın, bir irfan, bir arif çıkar. Buluşmazlarsa kendinden kopuk, toplumdan kopuk, Tanrı’dan kopuk, kopuk kelimelerle kopuk cümleler kuran bir kopuk çıkar ortaya. Katalog şairlerine “Ağıt” yakılırken insan hayli duygulanmakta… İpe sapa gelir, ama akla hayale gelmez kelimelerle kendini bir yerlere kazıma… 

Aslında bu kadar çabaya gerek yok; nasıl olsa mezar taşına kalıcı olarak falan oğlu filan “…ruhuna El Fatiha” diye zaten yazılacak. Ahmet Erhan bunlara kötü şair demesin de ne yapsın. 10 yaşını 11 yapamayan çocuklar, ne olur biraz büyüseler… Başkalarının ölümüne gölge diye sığınmasalar… “Evcil maymun satışları” ilginç bir yazı… Bu yazı bana şiirden çok Türkiye gerçeğinde dönüp duran ağabeylik ve cemaat bağlarının daha çok benzerlik gösterdiğini çağrıştırdı. Birileri planlıyor, birileri yapılan planları uyguluyor, dergiler, gazeteler, ev gereçleri pazarlaması aklıma geliyor. Türkiye Gazetesi ve Zaman Gazetesi satışları, İhlâs, Samanyolu ve Dünya Pazarlama… Türkiye İşçi Partisi ve Türkiye Komünist Partisi sloganları ve broşürleri filan… Peki, şiir yok mu? Var elbette sanat edebiyat dergilerine bakın bir kere. Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u, Orhan Veli’yi, Nazım Hikmet’i şiire çivileyen ve ters perçinle çıkaramayan bir nesil… “Katalog şairlerine “Ağıt”ta olduğu gibi adını bu şairlerin hizasına yazdırmaya çalışanlar… Bunlardan sebeplenip, kendisine yer edinmeye uğraşanlar… Filan, filan, filan… Bunlar hangi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik hangi hastalığı tanı koyar ve nasıl bir tedavi uygular, bilinmez, ama insan ve ihtiras oldukça bu acayip ilişkilere tanıklık yapmayı sürdüreceğiz gibi görünüyor. Şirket kâtibine “pes” –pâye! Gerçekten boş bir yazı… Kendi varlığından kuşku duyan ve kendine yönelik eleştirileri peşinen kaldıramayacak kadar zayıf bir yazarın bir başka yazar hakkında yazdığı yazıyı gönderip yazardan ona istemesi. Suya sabuna dokunmuyorum, dokunulan yeri varsa çıkar, yoksa sonra söyleyeceklerin beni yıkar, diyecek biri. Gerçek bir kâtipmiş. Sen söyle ben yazayım, yazar diye ortalıkta gezeyim. Filan, filan, filan… Soruya dikkat! Yazısında yazar toplumda kişisel çıkarlarını korumak isteyenleri en bildik ve en açık şekilde tasnif ediyor: “… hayatı, kâinatı bir bütün olarak görmeyenlerin, görmek istemeyenlerin, kaypakların, iki yüzlü liberallerin, göbek bağı menfaatten öteki’yle bağdaşık olanların, hoşgörüyle körleşmiş taş kalplerin, geçici siyasî ‘erk’lerle ortak çanakları paylaşanların…” Tasnif çok hoşuma gitti. Kişiler uzaktan bakınca kimler olduğunu görmekte zorlana bilirler, ama yakından bakınca -tabii bakma cesareti olanlar için- tüyler ürperten manzara ortaya çıkıyor. Bu tasnifle ortak çanak ve siyasî ‘erk’ kavramları bana tuhaf bir anıyı anımsattı, ben de paylaşayım (sözüm meclisten içeri; dışarı dersem kimse umursamaz): Bizim köyde koyun, keçi, körpe (oğlak ve kuzu) ayrı ayrı sürüler halinde otlatılır. Her bir sürüde de iki tane çoban köpeği bulunur. Bu sürüler her akşam aynı yerde buluşur. Tabii köpekler de… Köpeklere toplu halde yiyecek verilir. Köpekler karınlarını doyururken sürekli birbirine hırlar, ama hiç dokunmazlar. İnsan da güzellik çirkinlik izafi bir olgu… Renkler ve tonları gibi benimseyenler ve benimsenenler değişir. Oysa değişmeyen bazı şeyler vardır ki, biz bunları yalnızca inkâr ederiz, değiştiremeyiz, çekiştiremeyiz, değerlendiremeyiz. Ya iman, ya inkâr… O kadar… Bu iki unsuru kabullenen kişiler hem kendilerine, hem toplumlarına karşı hem zararsız hem faydalı insanlardır. Oysa benimle camide saf tutan, başkasıyla devlet malını yutan ya da yutulmuşun bulaşığını çanaktan yalayan varlıklar esas tehlike… Görülüyor ki, tarafsızlık yok. Tek bir tarafsızlık var; o da her hangi bir tarafa zarar vermek değil, fayda sağlamak… “İstanbul’a gün doğmadan ben…” neden insanları mutlu göremem? Çünkü söyleyeni şu anda hatırlayamadığım (başta da söylediğim gibi tembellikten araştırmadığım) bir sözü söyleyeyim: “Dünya insanların ihtiyaçlarına yeter de, ihtiraslarına yetmez.” Herkes ihtirasını gidermeye çalıştığı için ihtiyaç sahiplerine bir şey kalmıyor. Çok üzülerek söyleyeyim; dünkü sosyalistler, faşistler, dinciler, işçiler, memurlar kapitalist oldu. Kimi zorundan, kimi zevkinden… Olmayanlar ya öldü, ya öldürüldü ya da ölü gibi çaresiz bırakıldı. Ülke böyleyken İstanbul nasıl olsun. Aynı… İnsanı yaşatanı elinden alınırsa geriye bir bok kalmıyor. Manzara yine aynı… Bir başka deyişle; “düzen değişiyor, ama düzülenler değişmiyor.” “Cahit Sıtkı’nın ‘sıdkı’” başlıklı yazıda yazar nasıl kolay şiir yazılır, nasıl kolay şair olunur konusuna değinmekte… Bakın aklıma ne geldi. Yıl 1985. şiir yazıyor, ara sıra aralarına katıldığım yerel dergi yöneticilerinden bazen takdir, bazen derece alıyorum. Şimdilerde “Edebiyat Karın Doyurmaz, Çay İçirir” kitabının müellifi Sıddık Akbayır’la hayli samimiyiz. Sıddıkların odun deposunda Erdem Beyazıt’ın Sebep Ey adlı şiir kitabı üzerine konuşuyoruz. Sıddık serbest ölçülü şiir savunucusu, ben de o dönemde hece savunucusuyum. O zaman Sıddık’a demiştim ki, kısa cümleleri alt alta getirmek ya da uzun cümleleri kafiyeye yatkın yerlerinden ayırıp alt alta getirmek şiir oluyor. Serbest şiir yazmada ne var. Bugün dönüp baktığımda piyasada şiirle uğraşan ya da hayli kitabı ve adı zikredilen ne kadar çok şair var. Ya uygunsuz cümleleri uygunsuz yerlerinden kesip alt alta getirerek şair oluyorlar ya da Cevat Akkanat’ın tespitindeki gibi bir şairden şiir otlanıyorlar. İşte marifet otlayanda değil, otlatanda… 

“Muhalif 28 Şubat ve şiiri” adlı yazıda birçok kimsenin konuştuğu, ama yazamadığı ya da yazmadığı, benim de yazıp da yayınlatamadığım ve şimdilerde kitap olarak yayına hazırlamaya çalıştığım şiirler… Uzun yıllar anlayamadığım, hâlâ anlamaya zorlandığım bir şey var; gerçekten toplumsal sorunları kendisine dert edinen (komünist ve sosyalist) şair ve yazarların birçoğu tek partili dönem içinde doğruyu ve gerçeği söylemekten hapse biri girmiş biri çıkmış, ama hiç biri de Halk Partili olmaktan vazgeçmemiş. Sıkıntılar sürmüş de sürmüş. İnsanlar arasında acayip bir söylenti var; siz-biz… Siz kim, biz kim? O bizdense, ne yapsa doğrudur. O sizdense, ne yapsa yanlıştır. Oysa Hz. Ömer bir hutbede; “Ben bir hata yapsam ne yapardınız?” diye soruyor. Aldığı cevap; “Kılıcımla düzeltirdim ya Ömer.” Biz neyi düzelttik, birbirimizi düzeltmek dışında. Hangi iktidar geldiyse onun yardakçıları ( şair ve yazar olduğu ileri sürülen “katalog şairleri” ) onu alkışladı, karşısındakileri de kargışladılar. Tersinde de roller değişti. Şimdi ne değişti, anlayan beri gelsin. Mükemmel bir yönetim, huzurlu bir hayat, sizden ve bizden biri… Siz ve biz kimsek… Hayyam’ın dediği gibi: “Bir elde şarap bir elde Kur’an Bir helaldir işimiz bir haram Şu yarım yamalak dünyada Ne tam kâfiriz ne tam Müslüman” Gerçi yeni nesle göre; siz yapınca haram, biz yapınca helal oluyor, ama… Gelelim “28 Şubat ve Muvafık Şiir”e, şiir insanlığın samimi duygularının ritmik ve ahenkli ve en güzel ifadesi değil mi? Samimiyet, inanç yoksa şiir nasıl var olur ki, bence olsa olsa on beşlik bir delikanlının aşka dair sözleri olur. Susmak, sanırım, bu tarz bir söylemden daha çok haksızlığa karşı çıkış olur. Ama susmamak gerek; “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır”, demiyor mu peygamber efendimiz. 16 Temmuz 2010 Ankara Osman AKTAŞ 

 
Toplam blog
: 74
: 571
Kayıt tarihi
: 24.12.07
 
 

1965 Tortum doğumluyum. Ankara Gazi Üniv. Fen Edebiyat Fak. mezunuyum. T.D.E öğretmeniyim. İki ço..