Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Temmuz '10

 
Kategori
Kitap
 

“Edebiyat hayat memat” üzerine

Edebiyat Hayat: 

“Haydi, oğlum kumda oyna!” Ben hiç kumda oynamadım. Oyna diyen de olmadı. Bu sayıklama kötü bir anı gibi. Öğrenilmiş bir duygu gibi. Ben ne Paris’te doğup büyüdüm, ne de Londra’da… Cevat Akkanat nasıl Dursunbey’in bir dağ köyü olan Işıklar Köyü’nde doğmuşsa, ben de Tortum’un Demirciler Köyü denilen bir dere köyünde dünyaya ilk kez baktım. Uzun süre de dünyayı bizim köyden ibaret sanarak… 

Şimdi anılar çoğaldıkça çoğalıyor, ama anlatmaktan kaygılanıyorum. Cevat Akkanat okuduğunda diyebilir ki, ‘Al işte ben köy hayatından ve anılardan söz ettim, Osman Aktaş da aynı şeyi anlatıyor. 

Oyunlar, dedik… Değişen dünya şartlarında değişen oyunlar… Kumda oynayan çocuklar, artık çocuk yuvalarında halıflekslerde, internet sayfalarında, playstation başlarında… Ne oyunu oyun olarak görebiliyoruz, ne de zamanı zaman olarak… 

Çocuklarımızın her şeyini paylaştığı -sanal hediyeler yolladıkları sanal arkadaşlar dışında- kaç gerçek arkadaşları var? Ne dersiniz? 

Babasına, anasına yardım istenmeden yardım eden kaç çocuk var? Bir otobüse bindiğinizde, sorgusuz sualsiz, bir büyüğüne yer veren kaç çocuk var şunun şurasında? Burasında medya, orasında rehberlik servisleri, psikologlar… Ver coşkuyu, ver coşkuyu… Amerikan filmlerinden fırlayan zenci çocukları gibi sokaklarda yürümekte çocuklarımız. Tarkan, Kara Murat, Karaoğlan, Malkoçoğlu, Battal Gazi, Köroğlu olan çocukluğumuz var, çocuklarımız yok. Çocuklarımız Amerikan kavgalarını medyaya taşıyıp, bunu bir spor sayıp, bize iteleyen ve her lüzumsuz cümle için bir bahane ile kanal kapatan RTÜK’ün görmediği ya da kanaldan sayıp kontrol etmediği fox’ta yer alan acayip yaratıklara benzemeye çalışan çocuklarımız… Ya okullar! “Hayat Bilgisi” adı altında külhanbeyi bilgi ve görüntüsü veren o garip diziden sonra kravatla gömleğin eşeksırtına atılan çula döndüğü ve bunu özgürlük, güzellik diye görmeye çalışan milli eğitim… Milleri büyüteçle bile göremediğimiz eğitim, törel değerleri hiçe sayan, değil öğretmene, kendi ana babalarına bile saygısı olmayan AB istemli çocuklarımızı nereye hazırlıyor… Acaba… 

Medya, siyasiler, bürokratlar ve bunları istedikleri zaman, istedikleri kıvama getirenlerin oyunları… Oyunları artık onlar oynuyor. Bizler onların oynadıkları oyuncaklar… Belki bir kaçımız cyborg filmlerinden asi oyuncaklarız, o kadar… 

Şimdi hangi oyunu oynayalım? Oynanan oyunları göstermek dışında… Çünkü köre parmakla yön gösterilmiyor. 

“Benim sinemalarım” En sevdiğim Türk aktörler; Cüneyt Arkın, Serdar Gökhan, Yılmaz Güney, Tamer yiğit, Türkan Şoray, Meral Zeren, Belgin Doruk, Fatma Karanfil, Arzu Okay, Aysun Güven. Ecnebi aktörler; Bruce Lee, John Liu, Charles Branson, Antony Quin, Jan Paul Belmando, Alain Delon, Client Eastwood, Lee Marvin, Brooke Shields. Bunları niçin saydım, bilmiyorum. Ama şunu biliyorum her seyrettiğim film, kötü ile iyinin savaşı… Ve iyi olmak ve insanlara yardım etmek… 

Kara Murat, Malkoçoğlu ile vatan için savaşılması gerektiğini, Battal Gazi, Çağrı, Ömer Muhtar ile Allah yolunda ölmenin ne büyük bir saadet olduğunu, Hakanlar Çarpışıyor, Tarkan ve Karaoğlan filmleriyle devletsiz bir düzenin kurulamayacağını, Şeyh Şamil filmiyle tutsaklıktan kişi olarak değil, toplum olarak kurtulma gerekliliğini, Türkan Şoray, Meral Zeren ve Brooke Shields ile güzellik ve aşkın da insan yaşantısında gerekli olduğunu, kovboy filmleriyle iyi silah kullanmanın gerekliliği, doğayla bütünlüğün gerçek mutluluk olduğu, Kızılderililerin cana yakınlığı, hayvanların, yani ecnebi faşistlerin altın ve deri için neler yaptıklarını kafama kazımış gibiler… Kimler? Bilinmez ki… 

Şiir ve edebiyat insan şeklinin ses ve simgeye dönüşmüş hali değil mi? Ben de Cevat Akkanat’ın “Benim sinemalarım” adlı yazısının bir tür edebiyat tarihi olduğu kanaatindeyim. 

“Benim İstasyonum: mezitler, mezikler, melse…” Bu yazı bana Adalet Ağaoğlu’nun “ Yüksek Gerilim” adlı öyküsünü çağrıştırdı. Oysa aralarında hiçbir benzerlik yok. Birisi köy yaşantısını, diğeri gecekondu yaşantısını işliyor. 

Her neyse… Benim esas üstünde durmak istediğim her edebiyat ve sanatın arkasında bu anıların oluşturduğu bir film şeridi var. İnsan yüzleri, hayvan sevgileri, doğa güzellikleri, ilk tanık olduğumuz ölüm, ilk yediğimiz dayak, anamızın bizi ilk yuvarlandığımızda bağrına basması, vatan sevgisi, Allah sevgisi, devlet ve baba ilişkisi, en sevdiğimiz arkadaşımız, ilk ayrılık acısı, hasret, en sevmediğimiz insan, en sevmediğimiz olay, ilk okuma isteği, ilk namaz, ilk korku, teknik gelişimlerin insanı nasıl yozlaştırdığı ve kişilik bunalımına soktuğunu fark etmemiz vs… Bunlar ve bu gibi anı ve duygular bizi birer sanatkâr ve kelime mimarı yapmadı mı? Yazılan her yazı -eğer yazı niteliği varsa- bizi farklı bir anımıza götürmedi mi? Hep o öğrendiğimiz ve yaşadığımız duyguların bir tepkisi, o öğretileni bir koruma güdüsü içinde şiir, yazı ve öykü yazmıyor muyuz? Biz hep genzimizi yakan asfaltın sıcağına maruz kalırken, bir masalın, bir ninninin, anamızın sevgi çeşmesini andıran dudaklarından dökülüşünü ve yüreklerimizi serinletmesini, rahatlatmasını duyumsarken, kendi kimliğimize uygun bir hayat yaşayıp, çevremize bunları yazarak, konuşarak paylaşmıyor muyuz? Anılar insanın kimlik hücreleri ki, biz de bu sayede Cevat Akkanat’ın bir bölümünü tanımış olmuyor muyuz? 

“Tozu dumana kattım” adlı yazıyı okuyunca bakın aklıma ne geldi: ben segirtme kavramının Erzurum-Kars yöresinde kullanıldığını sanıyordum, ama Balıkesir civarında da kullanıldığını öğrenmiş oldum. 

Koş kelimesi ses değişimine uğramadan gelmiş, ama anlam genişlemesine uğramış. Koş, İslamiyet öncesinde eşleme anlamıyla kullanılıyor. İki unsuru aynı işte, birbirine yardım eder halde, beraber kullanma. Anadolu halkı bu anlamı, at ve öküzler için kullanmaya devam etmiş; iki atı, iki öküzü birlikte çifte, arabayı bağlama anlamıyla kullanmış. Koşma kelimesinin diğer anlamı da dizeleri aynı amaçla bir araya getirme; koşuk… 

Seyirtme; bu kelimenin anlamı sek kelime kökünden geliyor. Ayak kaldırma sek sek oyunu oynardık ya… Sekirtme, segirtme, seğirtme, seyirtme, biçiminde ses değişimine uğrayarak farklılaşmıştır. 

Esas söylemek istediğim şu: Cevat Akkanat bu bölümde hem anılarını yinelemek, hem insanlara anılarını anımsatmak, en önemlisi de, oyunları anlatarak çocuklarımızı mekanik cennet yahut elektronik cehennemden farklı bir doğal ortama çekme yolunu gösterme çabası içinde. Sizler de çocuklarınıza oyunlarınızı anlatın, öğretin, yoksa: 

“kırbaçladı atını çocuk…” di kendi 

“burak ve çocuk ikisi bir…” dikendi 

demek zorunda kalırız. 

Bu arada televizyon kanallarının neredeyse tamamında bir psikolog ve bir de diyetisyen var ve her mevsim değiştiğinde şunu “…yiyin”, bunu “…yemeyin” demekteler. Ve toksin atmaları için dağlardan devşirilen çeşitli otlarla yapılan tedaviler önermekteler, ötekiler… 

Çocuklarınıza oruç tutmayı öğretin. Oruç yalnızca ibadet, yalnızca perhiz değil, açlığa koşulma. Aç insanlarla birlikte aç kalarak onları anlama. Sofrasında misafir olmayan iftar ne kadar haz verir. Bu yüzden belki de oruç tutmanın hazzına ulaşamıyoruz. Allah’ın verdiklerini Allah’ın kullarından esirgemeyin. Çünkü verdikleriniz zaten Allah’ın. Siz komisyoncusunuz. 

“Terk ettim dağlara çıktım” bakın bu yazıyı okurken bir deyiş takıldı dilime: 

“Terk-i diyar ettim dahi ezelden 

Acep gezsem karagözlüm var m’ola” 

Dağlar… Yüreğinde ceylandan aslana, sırtlandan insana, karıncadan gelinciğe, kelebekten sineğe her canlıyı barındıran dağlar… Azametinden denizi küçümseyip tepeden bakan ya da bağrını denize açıp şaşkınlıktan eli, ayağı, dili tutulan doğulu bir gelin gibi sessiz ve öylece kalakalan dağlar… Her canlıyı cömertçe doyurmayı kendisine görev edinmiş dağlar… 

“Hakkımızda devlet vermiş fermanı 

Ferman padişahın dağlar bizimdir” 

Hasılı kelam, dağlarsız olmuyor. Bu yüzden Cevat Akkanat zihinsel ve bedensel dinlenmeyi dağlarda arıyor. Dağlara çıkma imkânınız yoksa, bu yazıyı okurken, o soğuk kaynak sularından içmiş, çam, çınar, meşe gibi ağaçların altında serinlemiş kadar olursunuz. 

Ha, bir de hınzırlar var; biz hınzırları hep elektronik bir pencereden görürken, onlar bizi her yerde görmekteler… Onları yedirip, içirip tavlatıyoruz. Onları beslemek bizim en önemli ve en haz veren uğraşımız. Bu şekilde daha kolay olur avlanmamız, sanırım. 

“Taşrada düğün hazırlıkları” adlı bu yazı, okuyanı insanın insanca yaşayabildiği insanların arasına götürüyor. Yazıyı okuyunca iki çağrışım oluştu zihnimde; birisi Tamer Yiğit ve Meral Zeren’in başrollerini paylaştıkları 1973 Gaye Film tarafından çekilen, senaryosunu İlhan Engin’in yazdığı, yönetmenliğini Yücel Uçanoğlu’nun yaptığı “Irgat” adlı film. Filmde yoksulluk ve ağa baskısından şehre giden ve benzer bir feodal yapıyla karşılaşıp baş kaldıran bir köylünün çabaları anlatılıyor. Oysa ırgat kelimesi bizim oralarda ağa için boğazı tokluğuna çalışan kişi değil, birbirine İMC ile yardıma giden kişi anlamına geliyor. Yani bugün ırgat alan, yarın ırgat oluyor. 

Diğer çağrışımda: “Ne aradığını bilmeyen bulduğunu anlayamaz” özdeyişi. Lise yıllarında okuduğum bir kitaptan hatırladığım bu cümlenin söyleyenini bir türlü hatırlayamadım. Ama söyleyenden çok, söylenen önemli… 

Gittiğiniz, gezdiğiniz yerleri bir düşünün; baktığınız, ama ne kadarını görebildiğiniz yerler ve kişiler var. Çok sıkışan bir adam için, bir beldenin en güzel yeri ayakyolu, aç bir adamın gözünün aradığı aşevi, bir sanat tarihçisi için en önemli şey, tarihe mal olmaya yüz tutan mimari, bir sosyolog için toplumsal yapının tarihsel süreci, neden ve nasıl ilişkileri, biz edebiyatçılara göre ise, insan yetişmesi için gerekli zemin, zaman ve kişi tespiti ile yol göstericiliktir. Diğer bilimlerle uğraşanlara göre insan bir denekten ibaret. Oysa edebiyatçılara göre, insan insanlığından çıkmadığı sürece, insandan ibarettir. Belki de biz bilim adamı olmadığımızdan, edebiyat da bir bilim olmadığındandır. Ne dersiniz? 

“Dere berraktı, balıklarsa bulanık” doğanın doğal güzellikleriyle önce bizleri rahatlatan, sonra bu berrak cümleyle bizi rüya âleminden Türkiye gerçeğine gömen yazar, biz balıkları bulandıranları sorguluyor. Ben de bulanıklığı ve gerekçeleri az da olsa söylemeye çalışayım, bulanık balıkların içinde bulanmamaya çalışan birisi olarak. 

Osmanlının batıyı Müslüman etme kaygısıyla Avrupa’ya yaptığı yatırımlar, taraftar kazanma düşleri içinde ecnebi kadınlarla evlenen padişahlar ve verilen kapitülasyonlar… Bilim yerine kıyafet geliştirme ve değiştirme çabaları… Avrupa’ya bilim öğrenimine giden, ama kültürel yozlaşmayla dönen Osmanlılar… Kurulan meşrutiyet, İttihat ve Teraki Perver Fırkrası… Masonluk Cemiyetleri… Resmi banka kurdurup halkını sömürme adımı atan bir devlet… Ve Cumhuriyet… Harf devrimiyle bilginle cahilin bir anda yer değiştirmesi… Avrupalı gibi giyinip, onun gibi yaşama arzusu… Devlet başkanına smokin giydirilince devletin itibar kazanacağı düşüncesi… Kadınların İstanbul’da yaşayanlardan ibaret sayılarak, ecnebi kadınlar gibi giydirilip, bir kamyon boya ile pavyon duvarına çevrilmeleri… Halkın dinini elinden alma ve inandıkları gibi yaşamalarına engel olma girişimleri… Yarım yamalak kurulan uçak fabrikasının sudan sebeplerle kapatılması… “Birleşmiş Milletler” diye bir topluluğun kurulup, sömürü kazançlarının bir havuzda toplanıp, güç durumuna göre paylaşılması… Biz de “Bu pastadan pay alacağız” diye aynı sömürü uğruna Kore’de verdiğimiz şehitler… Kime ait olduğunu bilmediğimiz vatanın satılma iddiası, askeri darbe ve idamlar… O zaman yapılan tek güzel çalışma olan “Devrim” adlı arabanın icat edilmesine rağmen, hangi gerekçeyle olduğu bilinmeyen üretimden vazgeçilmesi… Demirelli, Türkeşli, Erbakanlı, İnönü’nün ekarte edilmesiyle Ecevitli yıllar… Kılları uzamış, taş devrinden kalmış bir adamı hatırlatan bir ülke… Günde otuz kırk insanın öldüğü ve sebebinin bilinmediği bir ülke… Tek olumlu hatırlayacağım yanı, gerek devrimci, gerek ülkücü, gerekse milli görüş zihniyetlerinin okuyan insan yetiştirme çabaları… 61 darbesi ve idamlarına misilleme; üç pırlantanın toprağa gömülmesi… Ölenlerin sayısının artması için hiçbir mücadele ve caydırıcılık kullanılmadan beklenmesi, darbeye zemin hazırlanması ve darbe… 11 Eylül’de bir yığın insan ölürken, 12 Eylül’de kimsenin burnunun kanamaması ( sanki 11 Eylül’de Kenan Evren ve takımı yoktu, ordu yoktu, 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gece kurulmuştu.)… Özallı yıllar… Renkli tv, magazin, Yeşilçam’ın porno fırtınaları… Belden aşağı düşünmeye zorlanan gençlik… Üniversite yurtlarının kız-erkek karışık barınma tasarıları… Yılmaz-Çiller sürtüşmeleri; kim kimden çok iç eder bu devleti… 28 Şubat ve dincileri bertaraf çabaları… Küreselleşme, globalleşme ve Dervişleşme çabaları… Ekonomik kriz… Hüsamettin Özkan gayretleri ve Ecevit’in bitmesi… Hasta bir Ecevit ve hükümetin bitmesi… 

Hapishaneden başlayan, Amerika’dan başbakanlığa uzanan Erdoğan serüveni… Bahçelinin bahçesinin kurumaya yüz tutması, Denizin denizde kaybolması ve hepsine Erdoğan’ın talip oluşu… Yani hem muhalif, hem iktidar… Derviş mavi, Ali Babacan yeşil… İkisi de boya ve renk… İkisi de İMF’ de yetişmiş aynı mantık ve emirleri uygulayan ırgatlar… Sonra bu saflara katılan Mehmet Şimşekler… 

On dört yaşındaki birine yirmi beş yaşın sorumluluğunu yüklemekle eğitime Kenan Evren mantığıyla başlayıp, bugünkü ilginç eğitimin temellerini atan Avni Akyol ve onun muhteşem eserini yüceltmeye devam eden bakanlar… Hakikaten birbirinin kuyusunu kazmaktan ne mesleklerini yapmaya, ne de haklarını aramaya fırsat bulamayan öğretmen kadrosu… Her türlü hakareti sinesine çekip, hâlâ beklenti içinde olan, 24 Kasım’da çoğunlukla iyi, azınlıkla kötü anımsanan ve 24 Kasım saat 17’den sonra unutulan öğretmenler… 

Pastörize yumurtalar, şoklanmış kimliksiz mısırlar, cüzi ücretlerle alınan gemiler, burslarla okutulan fakir belediye başkanı çocukları… Zenginlerin bir anda başlarını örtüp, yüzlerini boyayıp, altı yüz, yedi yüz bin liralık otolarda boy göstermeleri… “Onlar yedi, biz yiyemedik. Böyle şey olur mu?” diye ortalığı velveleye veren ana, ara muhalefet… Filan filan filan… 

“Açılım”, diye açılmadığımız yön kalmadı. Parlak ve yumuşak gibi (mi olduk, desek fazla mı olur?) 

Dağları ve bağları isteyene istediği şekilde verdik, ama enteresan, almaya kimse yanaşmadı… Böylesi daha iyi… Kimin için, bilmiyorum, ama… 

Acayip bir rüyadayız. Rüya berraktı, bizse bulanık. “Dere berraktı, balıklarsa bulanık” 

20 Temmuz 2010 

Ankara 

Osman AKTAŞ 

 
Toplam blog
: 74
: 571
Kayıt tarihi
: 24.12.07
 
 

1965 Tortum doğumluyum. Ankara Gazi Üniv. Fen Edebiyat Fak. mezunuyum. T.D.E öğretmeniyim. İki ço..