- Kategori
- Gündelik Yaşam
Âlim mi, memur mu?

Üniversiteden maaş alan her akademisyen alim midir?
Âlim nedir? Kime âlim denir?
Çeyrek asrı aşkın bir süredir akademik dünyanın içinde olmaktan, bu sürenin 11 yılını da profesör ünvanlıyla geçirmekten ve bitirdiğim 20 danışmanlığımın ilki olan öğrencimin de birkaç ay içinde profesör olacağı gerçeğinden yola çıkarak, konuyla ilgili görüşlerimi, farkı merak edenler için paylaşmak istedim.
Yazımın en başında burada yazdığım her şeyin kendi düşüncem olduğunu ve kimseyi hedef almadığım gibi bilimsel bir tavsiye niteliği de taşımadığını belirtmek isterim.
Âlim; ilim sahibi, bilen, bilgin, bilgili, belli düzeyde bir bilgi birikimine sahip olan kimse anlamına geliyor. Âlim kelimesi Arapçadaki "bilmek" anlamında olan "A-lime" kökünden türetilmiş bir kelime olarak karşımıza çıkıyor.
Modern bir tanımlama yapılacak olursa ‘’Âlim’’; geniş bir genel kültür sahibi olup, belli bir mevzuda da derinleşerek yetişmiş, mütehassıs (uzman) kimse olarak tanımlanabilir. İnsanların bütün ilim dallarına vakıf olması normal olarak imkânsızdır. Her geçen gün ilerleyen ve değişen fen bilgilerinin bile, ancak sadece bir veya bir kaç dalında geniş bilgi sahibi olunabilmektedir.
ÖSYM'nin 2011-2012 yılı yükseköğretim istatistiklerine göre, Yükseköğretim Kurulu'na (YÖK) bağlı üniversiteler ile YÖK'e bağlı olmayan diğer eğitim kurumlarında görev yapan akademik personel sayısı 118 bin 839’dir.
Üniversitelerde 2011-2012 öğretim yılında görev yapan kadın öğretim elemanının 4 bin 729'unu profesörler, 2 bin 954'ünü doçentler, 8 bin 982'sini yardımcı doçentler oluşturmaktadır.
Erkek akademisyenlerin 12 bin 54'ü profesörler, 6 bin 303'ü doçentler, 15 bin 777'si yardımcı doçenttir.
Bunların hepsine Âlim veya Bilim İnsanı demek teorik olarak mümkünse de, bu kadar yıllık gözlemlerime ve bizzat yaşadıklarıma bakınca maalesef bunu hak eden kişi sayısı bana göre çok daha azdır.
Nasıl âlim olunur?
Bazı kimseler, fen bilgilerinde, sözel alanlar dediğimiz alanlardan birinde veya temel din bilgilerinde iyi yetişerek araştırma yapacak veya yaptırabilecek seviyeye gelebilmektedir. Bu gelişimin yaşandığı yerler şu an için üniversitelerdir.
Uzun yıllar süren gözlemlerime dayanarak rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki her zaman hak yerini bulmuyor bazen çok iyi öğrenciler daha çok da maddi sebeplerden dolayı bırakıp gitmek zorunda kalırken çok daha vasat olan öğrenciler sistemde kalabiliyor. Hele de bilimsel olarak güçlü bir hocanın öğrencisi olabilmeyi de becerebilmişse akademik dünyada en üst noktaya gidebiliyor daha kötüsü hocasının gücünü ve onun gücünün gölgesinde sahip olduklarını, kendi gücü sanmak yanılgısına da düşebiliyor.
Derslerde öğrencilerime daima verdiğim bir örnek vardır. Güzel Sanatlar Fakültesinin resim bölümüne varsayalım yılda 20 öğrenci alabilir ve onları en iyi şekilde eğitebilirsiniz. O yirmi öğrenciye en iyi hocalarla resim yapmanın bütün inceliklerini öğretebilirsiniz ama onlardan birinin Salvador Dali veya Picasso olmasını sağlayamazsınız. İşte onun için doğuştan gelen nitelikli bir algı ve doğal bir yetenek gerekir. Hatta biraz da liderlik vasfı lazımdır.
Demek ki âlim olmak en başta, bu akademik unvanların alınabildiği bir kuruma girmekle, bu unvanlara erişebilecek eğitimi almakla olmuyor ve doğuştan bir yetenek de gerektiriyor.
Bu yetenek tüm alanlar için geçerlidir. Bir örnek verecek olursak; bana göre Kimya da sanatsal bir alandır ve tuvali laboratuvardır. Yine Hukuk bana göre kesinlikle özel bir yetenek ve ilgi gerektiren bir alandır. Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama gerçek bilim insanları size aynen şunu düşündürür; ‘’bu kişi bu iş için doğmuş’’.
Âlim olmaya aday kimselerin mutlaka belli bir kültürel alt yapıya sahip olması gerekir. Konuşma adabından, başladığı işi bitirebilmek disiplininden, bilim etiği, iş ahlakı gibi realitelerden uzak, temel bir aile eğitiminden yoksun insanların bu sahada başarılı olması sadece ve sadece bu eksikliklerinin farkında olmaları ve Kendini sürekli geliştirmenin yollarını araması ile mümkün olur.
Bana göre bir kimsenin bilgi yolcusu, öğrenmeye öğretmeye aday olabilmesinin en temelinde ise egosundan sıyrılması ve sağlam bir vicdana sahip olması mutlak koşuldur.
Kişisel çıkarlarını, ülke ve insanlığın çıkarlarının gerisine koyamayan, adil olamayan, bir sınava girerken en baştan kafasına bir isim yazan gerekirse soru veren, kavga, hakaret ve her türlü iftirayı sadece kendi çıkarı için mubah sayabilenler için, kapısında ne yazarsa yazsın dünyanın hiçbir yerinde bilim insanı denemez. Değildir çünkü.
Bunlar ilk insandan bu yana var olan ve maalesef son insana kadar da var olacak olan; ilkesiz çıkarcılardır.
Bu gurup insanların ortak özellikleri vardır;
*Çoğu gereksiz ve abartılı bir özgüvenle her şeyi kendine hak varsayar.
*Yeni bir şey kurgulayacak, vizyon, zeka, enerji ve özveriden uzaktırlar.
* başkaları tarafından kurulan, emek harcanan hazır her şeyde hak iddia etmekte ustadırlar.
*ilkesizdirler, vefa, dostluk gibi duygular onlarda gelişmemiş olduğundan nankörlüğün her çeşidini
madalya gibi iftiharla yakalarında taşırlar ve insanları kullanmaya çalışırlar.
*Genellikle, sanattan, sosyal yaşamdan uzak, kültür düzeyi düşük, kaba ve kavgacı insanlardır.
*Çok çıkarcıdırlar ve yetkilerini daima kendi çıkarları doğrultusunda ve yanlı kullanırlar.
*Sürekli bir kavga, sorun çıkarma, haksızlığa uğradıkları söylemi ile dolaşırlar.
*Vicdan ve adalet duygusundan yoksundurlar.
*Her yenilgilerinden başkalarını sorumlu tutar asla öz eleştiri yapmazlar.
*Yapamadıkları ve asla yapamayacakları 10 şeye mukabil yapabildikleri tek şeyi dünyadaki en önemli şey gibi lanse etmeye çalışırlar.
Ders anlatırken hep yaptığım bir şey vardır.
Mesela tahtaya bir uçtan bir uca zor bir problemi çözer, bitişe çok yakın bir noktada ise küçücük bir hata yapar ve sırtım sınıfa dönük kalemim elimde beklerim. Hemen her zaman, sınıf hep bir ağızdan, o küçük hatayı bağırmaya başlar. Uyuklayan sınıf birden uyanmış sizin yapabildiğiniz onca şeye mukabil sizin yanlış yapıp onların doğrusunu bildiği bir şey bulmuş olmanın sevinci ile adeta mutluluk çığlıkları atarlar.
O zaman gülümseyerek sınıfa döner; ‘’benim yanlış kuşlarım’’ derim, ‘’ben karbonun dört bağ yaptığını biliyorum bilmesine de siz diğer yazdıklarımı, yaptıklarımı anlayabildiniz mi’’?
Daha kötüsü anlamak isteğiniz ve başarabilecek yeteneğiniz var mı?
Bilge olamayacak kişiler için bu sorunun cevabı daima HAYIRDIR.
Düşünüyorum da, şu anda Doçent Olan sevgili öğrencim Azize Alaylı Güngör ile tam beş yıl Erzurum ve çevresinde binlerce kan numunesinde öldürücü bir kan hastalığı olan Talesemi Mutasyonlarını tarardık. Araştırmanın bir bölümünü de Almanya’ da gerçekleştirdik.
Bu kadar emeğin bize bilimsel anlamda dönüşü; tek bir yayın oldu. Çünkü Erzurum’ a yönelik bir sağlık sorunu dünya için önemli değildi. Ama biz oradaki tek insan hayatına bile katkı sağladıysak bunu kutsal saydık.
İnsan hayatı daima kişisel yayınlarımızdan daha önemli bir hedefti bizim için.
Bugün de kurumu, ülkesi ve insanlık için bir şeyler kurgulamaya çalışan herkese kapısında unvan olsun olmasın büyük saygı duyuyor ve kendi adıma tek insana katkı sağlamayı bile ödül kabul eden bir anlayışla bilim yapmaya çalışıyorum.
Kurulmasına öncülük ettiğim her oluşumu çocuğum, yetiştirdiğim her öğrencimi emanet, yazdığım, çevirdiğim kitapları, projelerimi, sırtına bilgiye dayalı bir amaçla dokunduğum her insanımızı kutsalım kabul ediyorum.
Çok erken yaşlardan beri bilgi yolculuğuna çıkmış, daima çok okumuş, insanları ve doğayı çok sevmiş biri olarak diyorum ki; ben alfabenin tüm harflerini biliyorum,
Acaba kapılarında akademik unvanlar taşıyan bazı insanlar(!) kendi küçücük çıkarlarından sıyrılıp, kurumlar, ülkeleri ve insanlık için bir şey yapmanın kişiye yaşattığı hazzın huzurunu biliyorlar mı?
Ben bilgiye, ülkeme ve insanlığa katkı sağlama amaçlı yolculuğuma devam ediyorum efendim, bu yolda uğradığım her türlü saldırı ve mobbingi de başardığımın ölçüsü varsayarak hem de.
Hala küçük bir kız çocuğu iken kurduğum düşü gerçekleştirmek istiyorum..
''Cahillik, çrkinlik ve hastalık silgisi yapmaya çalışıyorum''.
Saygılarımla.
Prof. Dr. Nazan Apaydın Demir
Muğla