- Kategori
- Güncel
“Sivil dikta”nın işaret fişekleri!

Bırakın devrimci, ilerici, sosyalist olmayı “demokrat” olmanın bile zorlaştığı bir siyasi atmosfere doğru sürükleniyoruz.
Türkiye, askeri dönemlerle yarışan bir siyasi otoriter rejime doğru yol alıyor.
Eskiden ortalama 10 yılda bir gelen darbelerle hem demokratik süreç baltalanır hem de kapitalist-emperyalist güçlerin istediği siyasi çuval halkın başına geçirilirdi.
Ortalama kültürdeki yurttaş, “orduyu” itiraz edilemeyen ve “hiçbir kesime yüz vermeyen bir güvenlik şemsiyesi” sandığından, bu “ara dönem”lerde susmayı tercih ederdi.
Çünkü demokrasiye katkı yapamayacak kadar cahil bırakılmış geniş kitlelerin bilinçaltındaki meşrulaştırma araçlarından biri, “Olsun, asker anarşiyi durdursun, ülkeyi bölünmekten kurtarsın ama sonra asli yerine yani kışlaya dönsün.” şeklindeydi.
Yani vatandaş “köprüyü geçene kadar” durumu idare etmeyi bir meziyet kabul ederdi.
Zaten asker geri çekildikten sonra yapılan ilk seçimde, askerlerin darbe ile devirdikleri siyasi partiler yine bu tip halk kesimleri tarafından yeniden iktidara taşınırdı.
İyi-kötü demokrasinin nimetlerinden yararlanan insanlarımız için en beceriksiz hükümet bile askeri darbeden daha iyiydi.
Siyasetçilere söz geçirmek askerlere söz geçirmekten kolaydı, formül basitti: hata yapan siyasetçiye oy verilmezdi bir daha.
Siyasetçi de oy uğruna akıl almaz “hizmetleri” getirebilirdi köylerine, beldelerine; çocuklarına devlet kapılarında iş bulabilirdi.
28 Şubat’ın küllerinden doğan AKP de, kendisini darbecilerin hedefinde gösterip, mazlum rolünü iyi oynadığından halkımızın duygu dünyasından bolca bahşiş almayı başarmıştı.
AKP hükümeti iktidara geldiğinde hep “askeri vesayet”ten yakındı.
Bu “vesayeti” yerinde ve özenle kullanarak iktidarını sağlamlaştırdı.
Öncelikle yandaş basın kurularak işe başlandı, koskoca Türkiye medyası idari ve mali baskılar da eklenerek yüzde 90 oranında AKP muhalifi unsurlardan “temizlendi.”
AKP ardından iktidarın ortakları sayılan TSK, YÖK, Yargıtay, Danıştay, Hâkimler ve Savcılar Kurulu gibi anayasal kurumları hizaya çekmeye başladı.
TSK, önce “Ergenekon” Davası ardından Yüksek Askeri Şura kararları ve sonunda da “Balyoz” Davası ile kendi başının derdine sokulup, iktidar alanının dışına sürüldü, üstelik “kâğıttan kaplan” benzetmesine layık görüldü.
Anayasa değişikliği ile HSYK istenilen şekilde kadrolaştırılıp, savcı ve hâkim atamalarında iktidarın gücü tescillendi.
AB uyum yasaları bahane edilerek cezası onaylanmayanların tahliye edilmeleri ve halkın bu duruma vicdani tepki vermesi sağlanarak, Yargıtay ve Danıştay’da yeni dairelerin kurulması, bu daireler yoluyla iktidar yanlısı kadroların bu kurumlara yerleştirilmesinin yolu açıldı.
Yine anayasa değişiklikleriyle birlikte Anayasa Mahkemesi’ne iktidar yanlısı üyelerin atanması sağlandı.
Askeri, yargıyı, basını iktidar ortaklığından tasfiye eden AKP’nin bir şiddet aygıtı olarak polis devletine gidişi kaçınılmazdı.
Bu amaçla polislere hiçbir demokrasinin kabul edemeyeceği geniş yetkiler verildi.
Savcıları ve hâkimleriyle özel yetkili mahkemeler Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin hayal bile edemediği aşırı yetkilerle donatılarak, açılan davalar siyasetin etkisi altına alındı.
Hak arama, hak gasplarına itiraz gibi gerekçelerle barışçıl demokratik eylem düzenleyen memurlar, işçiler, öğrenciler, meslek odaları, sendikalar polisin aşırı şiddetine maruz bırakıldı.
Baskı altına alınan medya, polisin uyguladığı şiddeti, hak arayan sendikaların taleplerini Mısır Direnişi’nin onda biri kadar bile veremedi.
AKP, TBMM’nde yasa çıkarılırken muhalefetin söz hakkını bile elinden aldı.
En son, iki gün önce savunmaları bile dinlenmeden 163 subay tutuklandı.
Türkiye’nin en etkili muhalif haber sitelerinden biri olan Odatv görülmekte olan bir dava bahane edilerek basıldı, sitenin sahibi ünlü gazeteci ve yazar Soner Yalçın gözaltına alındı.
Bu gidiş iyi bir gidiş değildir.
AKP’ye sunduğu dosyalarla destek verirken ve devrimcileri işkenceden geçirirken baş tacı edilen eski emniyet müdürlerinden Hanefi Avcı, Fethullah Gülen taraftarı polislerin devletteki kadrolaşmalarını bir kitabında yazıp eleştirince, bugün “devrimcilere yardım ve yataklıktan” tutuklanıyorsa bu gidiş, hiç de iyi bir gidiş değildir.
Büyük kentlerin baro başkanları, hukukta en temel hakların bile ihlal edildiğinden bahsediyor.
Nuray Mert bu gidişi “sivil dikta” diye tanımlayınca kopan fırtına, anlaşılan bu gerçekleri gizlemek içindi.
Demokratların bu “sivil dikta” ile sınavı, yarının demokratik Türkiye’sinin geleceğini de gösterecek.