- Kategori
- Tarih
"Şu Çılgın Türkler" den biri...

Bu ne bir hikaye... Ne de söylenti.
Bir Kurtuluş Savaşı Gazi'sinden bire bir dinlediklerim.
Keşke diyorum... keşke daha çok konuşabilme imkanımız olsaydı. Pişmanlığım buna. Çünkü onbeş sene kadar önce kaybettik onu.
O mahalleye ilk taşındığımızda, ara sıra yolda görüyordum. Ufak tefek, sevimli bir ihtiyar. Gözleri sanki rahatsız gibi... bulanık bakıyor. (O zaman daha anlatmamıştı... bilmiyordum nedenini). Bazan arkadaşın eczanesinde karşılaşınca konuşuyorduk. O eski insanların saygılı, alçakgönüllü duruşu içime dokunurdu hep. Üstü başı çok eski... ama tertemiz. Herkesi evine, bahçede oturup, dut yemeye, çay içmeye çağırıyor.
Bir kaç kez, benim arkadaşa ısrarımla gittik. Daha istimlak edilmemişti o bölge. Birkaç küçük... küçücük ev yanyana. Öyle hoşuma gitti ki. Küçücük bir ev... minicik bir bahçe... Kocaman bir yürek... Dut topladı elleriyle... benim için değeri çok büyük...
Söz döndü dolaştı, anılara geldi. Ben tarihe çok meraklıyım. Biliyor. Her karşılaştığımızda hatırını sorup, elini öpüyorum. O el "öpülecek el" çünkü. Bu vatanın kurtuluşunda silah tutmuş el. Benim için çok özel insanlardan biri.
Anlattıkları aynen şöyle (En küçük bir değiştirme yoktur);
Savaşa gidecekler. Eskişehir'e. Beş tane mermileri var asker başı. Düşünün! Sadece beş mermi. O şekilde gidiyorlar savaşa. Daha 18 yaşında... "Yoktum bile" diyor. Savaşın teferruatlarına çok girmiyor. Tam anlatmaya başlıyor... Gözleri dalıyor uzaklara. O günlere... yine savaş meydanına gidiyor. Susuyor arada, soluğu yetmiyor. Yüreği sözcüklerine yetişemiyor. Beş mermi zaten çok şey anlatıyor... anlayana.
"Savaş zamanı... yokluk zamanı.Bir parça kuru ekmek olurdu yanımızda. Düşmanın karnı tok... mermisi çok. veriyor ha bire mermiyi" diyor.
Ve bu arada gözünün neden sakatlandığını anlatıyor.
"Tam bayırı aştım... Karşımda Yunan askeri... Göz göze geldik. Süngüyü saplayıverdim... anladın mı... şööyle bir kanırttım... oracıkta öldü."
Süngüyü saplayışını... kanırtışını aynen hareketlerle de gösteriyor. O anı bire bir yaşıyor.
"Sonra çantasını açtım... Yunan askerinin pekmez gibi bir tatlısı var. Ekmekleri de güzel... beyaz. Baktım ekmeğe akmış tatlı... aldım... yol boyu yiyerek gittim."
İşte burada öğreniyoruz ki... tatlı zannettiği aslında kan. Ölen Yunan eskerinin kanı ekmeğe bulaşmış. "İnsan kanı dokunurmuş... O yüzden gözlerim sakat kaldı" diyor. "Yemeseydim iyiydi ya... çok açtım be yavrum" diyor... Gözlerimiz yaşarıyor.
Daha çok anlatıyor. Ama bana en çok dokunanlardan biri de şu anısı;
Savaş bittiğinde İstanbul'dan trenler bedava götürecek askerleri köylerine. Gazi'nin emri. Gazi derken yüzündeki, gözlerindeki ifade hiç bir fotoğraf karesine sığmaz. Öyle bir sevgi... öyle bir saygı... sesi titriyor.
"Üst baş yırtık...ayağım çıplak... utanıyorum. Oramı buramı elimle kapatıyorum." diye anlatıyor. Tren garında, yağmurlu bir gün. "Bir beyefendi simit alıyordu... simit yere düştü, ne yaptığımı bilmeden eğildim, tam alacaktım, bileğimden tuttu".
Biz hepimiz birden tam adamın acımasızlığına tepki verecekken... "Allah razı olsun o beyden" diyor. "Doktormuş. Aldı beni evine götürdü... kapının önünde üstümü başımı soyundurdu... havluya sarıp, hamama soktu beni." Hamam dediği banyo olsa gerek. Sözünü kesmemek için araya girmedik.
"İlk gün bir kaşık çorba verdi... sonra sonra yavaş yavaş artırdı yemeği. Meğerse o açlıkla birden yersem ölürmüşüm... simidi ondan yedirmemiş."
"Tam bir ay baktı bana. Sonra bilet de aldı. Biletli gittim trende." derken gözlerinden minnettarlık okunuyordu.
İçimden diyorum ki. "Bir ay ne ki? Bu devlet ömür boyu bakmalıydı sizlere. Sadaka verir gibi, üç kuruş maaş için banka kuyruklarında bekletmemeli... bu hale düşürmemeli... bu yokluğu çektirmemeliydi."