Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Eylül '10

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

"Teta Hatçe" Ya da anlayana sivrisinek saz... (1)

"Teta Hatçe" Ya da anlayana sivrisinek saz... (1)
 

Ön not: Bu yazı Pomakça üzerinden Kürt dili üzerine düşünülsün diye yazılmıştır.

Rotasyonda bizim zamanımızda (1980 - 1986) muafiyet diye bir uygulama yoktu. Yani öğretmenin, bulunduğu bölgeye göre, o bölgedeki çalışma süresi dolduğunda bölgeler arasındaki geçişi (mecburi) dikkate alarak mümkün illeri tercih listesine yazardı. Tayini de yaz tâtilinde çıkardı. Öyle olmasa ben (güya) bilmem kaçıncı (5. galiba) bölge olan Ordu'dan 2. bölge olan Tekirdağ'a gelir miydim? Denize sıfır, tuvaleti bile Karadeniz'e bakan, akşam olduğunda Fatsa'nın ışıklarının denize döküldüğü kayaların üzerine kurulmuş bir evden, ana yolun hemen sağında yükselen liseden ayrılır mıydım? Asla. Ama çâresiz doldurdum tercih listemi ve Tekirdağ Hayrabolu'nun bir köyüne tâyinim çıktı.

Ağlayarak ayrıldığımı biliyorum Ordu'dan. Medreseönü, Yeniköy, Bolaman, Fatsa derken arkamda sadece bir şehir değil aynı zamanda mesleğe başladığım 21 - 26 yaş aralığında yaşadıklarımı da arkada bırakıyordum aslında. Ünye başlayınca Ordu tamamen bitmiş oluyordu. Ertesi gün İstanbul. Eski terminalden ( Topkapı) sonrasında da ver elini Tekirdağ Hayrabolu. İndiğimde (ince düşünüş müdür tepki çekmemek midir nedir bilemem) üzerimdeki kot pantolonu değiştirmiş takım elbise giymiştim. Vakit akşama geliyordum. Köy otobüsünün nereden kalktığını soruyorum birine:

-Ohoooo son araba çoktan gitmiştir.
İlk şaşkınlığım.

[Dipnot-1: Oysa Ordu'da iken okuldan 10 adım sonra yola inip oradan Artvin'e kadar dakika başı bir otobüs bulabiliyordum. Ya da yol boyundaki bir Restoran'dan boy boy dizilmiş otobüslerle istediğiniz yere… Dostluklar gelişince az gitmedim yarı dolu Süzer Seyahat'le tâ Artvin'e kadar. ]

Köye ulaşmak için tek yol kalıyordu: Taksi tutmak. Öyle de yaptım. Karanlık inerken iki tarafı ay çiçeği tarlalarıyla belirginleşen yolda taksi, yarım saatlik bir yolculuktan sonra sola, toprak yola saptı.

- Hocam köy yolu bu. Üç beş dakika sonra köydeyiz.

Biraz sonra taksi köy meydanında durdu. Meydana yakın bir bakkalın önüne taşıdı eşyalarımı. Selam verip bakkala girdim. Üç beş kişi bir kenarda buzdolabının üstündeki televizyondan bir kanalı seyrediyorlardı. Tezgâhın arkasında duran bakkal olduğunu sandığım kişiye döndüm. Kendimi tanıttıktan sonra okul müdürünü ve/veya muhtarı nasıl bulabileceğimi sordum. Televizyon seyredenlerden şapkalı, yaşı epey geçkin, yüzü çizgiler haritasına dönmüş biri, bakkala anlamadığım dilde bir şeyler söyledi. Bakkal cevabını hâlâ unutamam:

-Muallim.

Kelimeyi anlamıştım ama hepsi o kadar. Batının da batısındaydım. Trakya'daydım. Bu dil neydi? Hangi dilde konuşuyordu bu insanlar?

Muhtara gönderilen haberden az sonra, muhtar geldi. Elini uzattı:

-Refik Kaya
-Kutsi Kaya.

Gülüşüyoruz.

Kalanlara “iyi akşamlar” dileyerek kahveye yöneliyoruz. (Ne çok kahve vardı o köyde!) Biraz yürüdükten bir kahvenin önüne atılmış masaların birine ilişiyoruz. Muhtar 50'li yaşlarda, güler yüzlü biri. Babasının “eğitmen” olduğunu söylüyor. Sesi Davudî. Aklıma hemen mükemmel sesli Yıldırım Önal geliyor. Hecelerin üstüne basa basa konuşan rahmetli Önal. Masalar yola çok yakın olduğu için gelen giden selam veriyor, bir şeyler soruyor. Muhtarın cevabı hep aynı:

-Muallim.

Yanımıza gelip oturanlarla gece geç saatlere kadar oturduk kahve önünde Köyün damadı garip ilkokul müdürü dışında köyde görev yapan diğer öğretmenler yaz tatilindeydi. Damat müdür Siyasî yönümü açığa çıkaracak sorular soruyordu aklı sıra. Hiç oralı olmuyordum.... Masadakilerin bir çoğu o “dil”den cümleler kuruyordu. Muhtara eğilerek sorduğumda:

-Pomakça bu konuşmalar. Köyümüz bir “macır” köyüdür. 93 Harbinden sonra Bulgaristan'dan buraya yerleşmiş eskiler.
-Kökeni nedir bu dilin, diyorum muhtara?
-Slav dillerinden kabul edilir ama Bulgarca'ya çok benzer. Ama duyduğunuz gibi konuşanların cümlelerinde Türkçe kelimelere de rastlarsınız.
-Yani şimdi bir Bulgar'la konuşsanız anlaşabilir misiniz? Ya da Bulgarca bir yazılı belgeyi okuyabilir misiniz?
- Yok canım! Eskiler belki. Benim babam okuyabiliyordu mesela. Çünkü o ilkokulu Bulgaristan'da okumuştu. Ama bizler ve/veya bizden küçükler, çocuklar sadece konuşmada kullanabilir bu dili. Yazamaz da okuyamaz da.

Muhtar, beni gece evinde misafir ediyor.

Sabah çok erken kalkıyorum. Yeşil bir avluya açılan sundurmadan etrafı seyrediyorum. Kaldığım eve bakıyorum. kerpiçten üç küçük oda yan yana. Birinde muhtar ve ailesi kalıyor. Ortadaki oda mutfak. Birinde de ben sabahladım.

Çitle çevrilmiş avlu kapısından sokağa çıkıyorum. Güzel bir yaz günü. Üç beş Siyah çarşaflı kadın omuzlarında süt bakraçları geçiyorlar önümden. Sokaklar toprak. Kanalizasyon yok ki evlerin bitişiğindeki ahırlardan akan hayvan pislikleri, kahverengi sulara karışarak yol kenarlarındaki oval, küçük arklar boyunca akıyor. Yürüyorum. Yan yana sıralanmış onlarca ev hep aynı yapıda. Kerpiç veya briketlerin üst üste konmasıyla inşa edilmiş ve kireçle sıvanmış temelsiz evler... Küçük, tek pencereler (evlerin arkasında) sokağa bakıyor. Yürüyorum. Sabahın erken saatinde kalkmış çocuklar, çapaklı gözlerle; eski, yıpranmış elbiseler ve lastik ayakkabılar içinde bana bakıyorlar. Şaşkın, garip ama güleç yüzlü çocuklar… Geçip gidiyorum, arkamdan çocukların “Pomakça” cümleleri geliyor sanki. Yine işitebildiğim ve anlayabildiğim tek kelime muallim. (mâlim diye yuvarlıyorlar)

Nasıl oluyor anlamıyorum, kendimi köyün çıkışında buluyorum. Bir traktör sürücüsü geçiyor. Bir yandan eliyle selâm verirken, diğer yandan da kornaya basıyor. Bir toz bulutu yükseliyor traktörün ardından. Üstüm başım toz. Tam köy yolunun girişine geliyorum. Bir pusula gibiyim sanki. Batım ve doğum mahallere giden toprak yollar. Kuzeyim ana yola çıkıyor. Güneyim köyün içine dönük. Mahalleye giden yolun birinden onlarca koyun tozu dumana katarak geliyor. Sürünün çobanı ve/veya sahibi elinde kalın ve uzun bir kızılcık sopası kendi dilinden (Pomakça) bir şeyler söylüyor, bağırıyor, çağırıyor koyunlara. Tek anladığım kelime “hööö! “ Elliden fazla “kırkılmış” koyun, ağızlarında bir tutam ot, geviş getirerek geçip gidiyor yanımdan. Arkalardaki sürü sahibi de yetişiyor onlara. Benim yanımdan geçerken de beni başıyla selamlıyor.

Toprak yoldan ana yola doğru yürüyorum. Köyün artık bittiği yerdeki bir köprünün üstünde duruyorum. Cılız bir su akıyor. Yeşil sanki. Her taraf sarı yeşil. Bozkırı andırıyor. Epey uzaklarda ay çiçeği tarlaları. Başını hafiften önüne eğmiş, mahçup ve dalgın insanlar gibi sıralanmış ayçiçekleri. Ben bunlara dalmışken bir ses çınlıyor, yükseliyor, ovayı kaplıyor sanki. Önce anlamıyorum, kulak kabartıyorum. Hep aynı cümleyi tekrarlanıyor:

-Cemilaaaaaaaa! Çaka beya!

Dönüp bakıyorum biraz arkamda Siyah çarşaflı yaşlı bir kadın, yanında biri genç kız iki kız . Onlardan epey geride kalmış 5 - 6 yaşlarında bir erkek çocuğu. Yine aynı cümle:

-Cemilaaaaaaaa! Çaka beya! (1)

(1) Cemile dur yahu!


 
Toplam blog
: 300
: 1022
Kayıt tarihi
: 13.06.10
 
 

Tarih, edebiyat, şiir, dil ..