Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Temmuz '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

"Vatan sağolsun" diyememek...

"Vatan sağolsun" diyememek...
 

Bir asker anası... Oğlu binbaşılığa kadar yükselmiş, onur belgeleri almış, kahramanlıklar göstermiş bir asker anası... Otuz yıldır kalleşçe insanlık dışı bir davranışla, suçsuz, masum, günahsız insanların canına kıyan bir terör örgütünün döşediği mayınla pisipisine hayatını kaybeden bir askerin anası...

Doğurduğu gün oğlunu asker olarak doğurmuş, orduya teslim ettiğinde, âdeta onu ülkesine hediye etmiş, şerefli bir asker anası olmakla onur duymuş, bir gün onu kaybetmek gibi bir talihsizlik yaşarsa, göğsünü gere gere vatan sağolsun demeyi göze almış bir asker anası...

...ve hiç bir annenin aslâ yaşamak istemeyeceği evlât acısını tatmış, kahraman oğlunun kalleş bir mayınla şehit edilişinin acı haberini almış bir asker anası... Düne kadar "vatan sağolsun" diyebilen şehit analarına imrenirken, bu vurdumduymazlık, bu kalleşlik, bu insanlık dışı vahşet karşısında, kendisini teselli edebilecek, dağlanan yüreğini azıcık ferahlatabilecek "şehit analığı" pâyesini içine sindiremeyen, vatan sağolsun bile diyemeyen bir asker anası...

Biliyoruz, tarih bir anlamda savaşlarla yazılmış, vatan sınırlarının çoğu şehit kanlarıyla çizilmiş, sonuçta bugünkü dünya coğrafyası, güçlülerin yumruğuyla şekillenmiştir.

Yirminci yüzyılı "Üçüncü dünya savaşı çıkmasın" temennileriyle atlatarak yirmibirinci yüzyıla giren insanoğlu, bu kadar yıllık tecrübenin oluşturduğu birikimi, bu kadar gelişmenin sağladığı donanımı, yaratılıştan insanın doğasına yerleştirilen akılla birleştirerek, "bugüne kadar olan olmuş, iyi kötü herkes bir yer, yurt edinmiş, dünya giderek ekolojik felâkete doğru yol aldığına göre, artık aklımızı başımıza alıp şu dünya nimetlerini âdilce paylaşalım" mantığını bir türlü oturtamadı.

Sonuçte hepimizin sayılı yıllardan oluşan bir ömrü var. Varlık içinde yüzenle, darlık içinde boğulanın yaşadığı sürenin birbirinden öyle pek farkı yok. Sadece fakirlerin çektiği çile yanına kâr kalıyor. Bazan öylesi de oluyor ki, zengin, imkân içinde yaşamasına rağmen, sahip olduğu bu durumdan yararlanamıyor. Tatlı yiyemiyor, acı yiyemiyor, koşamıyor, gülemiyor, eğlenemiyor, vs.vs.

Yine de hırs dediğimiz kızgınlık ve öfke dolu sonu gelmeyen tutkular, insanları "daha çok, daha da çok" kazanmaya doğru kamçılamaya devam ediyor.

Devletler de öyle. Tüzel kişi de olsalar sonuçta onların başında da bir kral, bir padişah, bir hükümdar, bir sultan, bir kont, bir lider, bir başkan, kısacası etten kemikten bir insan var işte... Böyle bir mevkiye gelmeyi isteyecek ve başarak kadar hırslı olan bu insanlar, ellerine gücü geçirdikleri an, daha fazlasını istemeden duramıyorlar.

Vatandaşın mutluluğu, çoluk çocuğun sevinci, refahı, iyi yaşayan bir insanın saadeti ve böyle insanlardan oluşmuş bir toplumun önderliği onlara yetmiyor. Olmuşken dünyaya da hakim olmak, her gücü kontrol eden, yönlendiren güç olmak, yüceler yücesi bir konuma gelmek, inançlı inançsız bütün liderlerin tapındığı tek amaç...

Bu amaca ulaşmanın yolu ne yazık ki yalnız ve yalnızca savaştan geçiyor. Ok gibi, sapan gibi ilkel âletlerden, vakumlu bombalara, biyolojik silahlara kadar uzanan evrede, bütün bu istek ve arzulara ancak savaşarak ulaşılmış veya ulaşmak için savaşılmış.

Her devlet önce kendini korumak, sonra da gerektiğinde birilerine saldırmak için düzenli bir silahlı birlik oluşturmuş. Ordu dediğimiz bu silahlı kuvvetlerin tüm hammaddesi askerler. Yani o ülkede yaşayan ailelerin yetiştirdiği evlâtlar.

Vatan toprağı kutsaldır, öyle olması da gerekir. Başka türlü onu savunmak mümkün olmazdı çünkü. Her ülkenin kendi dinî millî gelenek ve göreneklerine göre kutsal bir askerlik anlayışı, burada yapılanların üstün niteliklerine ilişkin bir görüşü, ölüm ve yaralanma halinde kendilerine göre bir teselli metodu mutlaka vardır.

Türk milleti bin yıldır sahip olduğu İslâm diniyle âdeta aynı potada erimiş, kendini "asker millet" ilan ederek, orduyu peygamber ocağı, askerliği en şerefli bir görev, vatan uğruna ölümü şehitlik, yaralanmayı da gazilik olarak adlandırıp gençlerini peşin peşin askerliğe hazır hale getirmiştir...

O yüzden düğüne, bayrama gider gibi davul zurna eşliğinde gönderilir gençler askere... Uzun da olsa, zor da olsa, askerlik, her erkek adamın yapması gereken bir görevdir.

Yakın zamana kadar çoğu anne babalar askere gitmeden önce çocuklarının başını da bağlarlardı ki, dönüşte her şey hazır olsun, asıl mürüvvet de yaşanarak hayat devam etsin.

O zamanlar tezkere bekleyen gençlerin tek derdi, yavukludan ayrı kalmaktı. Yavuklular da bu hasretle yanar, ama eninde sonunda sayılı günler biter ve sevenler sevdiklerine kavuşurdu. Herkesin de askerlik günlerine ait anlatacak bir şeyleri olurdu.

Zaman geldi bu durum birden değişti. Şimdi askere uğurlanan her evlâdın arkasında "acaba dönecek mi, dönmeyecek mi" endişesi ve korkusu başladı.

Askerin birinci görevi savaşmak elbette. Bunun için önce bir savaş durumunun olması gerekiyor. Eskiden savaşlar meydanlarda yapılırdı. Tarih kitaplarında "İki orda filan ovada karşı karşıya geldi" diye başlayan cümleleri hep okumuşuzdur.

Bugünkü savaşların nasıl yapıldığını ise hepimiz biliyoruz. Biraz kalleşçe... Zararı savaş meydanındaki asker kadar, ana kucağındaki bebeğe, yatağındaki hastaya, namazındaki yaşlıya, oyunundaki çocuğa... Herkese, umulmayan yerde ve zamanda bir mermi isabet edebiliyor.

Türkiye ise daha berbat bir çarkın içine çekilmiş. Savaş hem var, hem yok. Durumu anlatabilecek kelime bulmakta güçlük çekiyorum.

Savaş varsa, niye ordunun sadece bir kısmı bununla uğraşıyormuş gibi yapıyor. Niye topyekün barışı ve vatandaşın güvenini sağlamak için hep beraber savaşmıyoruz? Savaş yoksa, niye davul zurnayla gönderdiğimiz gençler her gün evlerine üçer beşer cenaze olarak dönüyorlar?

Gençleri askerlikten soğutan, anne babalara tereddüt geçirten, orduda binbaşılığa kadar yükselmiş kahraman bir ordu mensubunun şehit anasına, göğsünü gere gere vatan sağolsun dedirtmeyen bu çelişkiye âcil bir çözüm bulmak zorundayız.

Anneler babalar çocuklarını askere, düşmana karşı mertçe, kahramanca savaşsın, gerekirse bu uğurda ölsün diye gönderiyorlar. Bir türlü hakkından gelinmeyen üç beş çapulcunun kalleşçe kurduğu pusuyla, döşediği mayınla pisipisine hayatını kaybetsin diye değil...

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..