Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Kasım '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

11 ayın kara sultanı, defol git bir an önce...

11 ayın kara sultanı, defol git bir an önce...
 

Yine aylardan kasım... Yine hüzün var havada. Depresyonun saltanatını sürdüğü en kasvetli ay... Yitirdiklerim gelir aklıma her kasım zamanı. Her kasımda da birini yitirmişim, bakıyorum da... Ya kalbime gömmüşüm ya da toprağa. Kalbe gömülenler acıtsa da insanın yüreğini, çıkmak için can çekişebiliyor hiç değilse. Toprağa gömülenlerse, yaşamak zorunda ona dair bildiğim ne varsa yok olmasının zorunluluğunu...

Ah, Lebriz... Dünyalar tatlısı, gördüğüm en deli dolu kadın... Yine düştü aklıma. İki yıl oldu o gözlerin ışığı söneli, o gülüşün donmasının üstünden tam iki yıl geçti. İki yıl önce, üç gün sonra. Gitti... Bedeninden ayrılamadık, onu da iki gün sonra gönderdik arkasından...

Herkese neşe dağıtan, hayat veren bir yanı vardı Lebriz'ciğimin... İlk tanışmamızda, "salak salak gülüşüme aldırmayın, aşık oldum, evleniyorum" diyecek kadar sevimli, o kadar temiz yürekliydi canım arkadaşım... Üstelik, bu görüşmenin bir iş görüşmesi olduğunu umursamayacak kadar da deli...

Mustafa ile de işyerinde tanışmıştı Lebriz... Zaten, onu tanıyıp da aşık olmayacak bir erkek olabilir miydi ki... Evlendiler çok geçmeden. Hamile kaldı sonra. Aman, o hamilelik günlerini burnumuzdan getirmişti. Defalarca, her birimiz ona doğumun nasıl olduğunu, sezaryenin nasıl geçtiğini anlatmak zorunda kalırdık. Bana bu kadar benzeyen bir arkadaşım olmamıştı daha önce. İkna olmaz, susmaz, defalarca anlattırır, korkudan ödü patlar... Keşke olsa da şimdi, anlatsam yirmi dört saat, hiç susmadan, hiç yorulmadan...

Son ayıydı hamileliğinin. Taşınmıştım ben oralardan o zamanlar. Daha az görüşür olmuştuk. Arkadaşlığımız telefon arkadaşlığına dönüşmüştü adeta. Son bir hafta hele, hiç görüşememiştik. Ya Rabbim.. Ne güzel bir hamileydi, bilseniz. Zaten ışık saça saça gezerdi, o zamanlar da yanına yaklaşamazdın, gözünü kamaştırırdı insanın. Canım, canım benim. Şimdi olsa da kör olsaydı gözlerimiz yine, eskisi gibi...

Telefonunu aradım, cevap alamadım uzun süre. Daha sonra yine aradım. Söyleyeceklerim hazırdı. "Cadıııı! Doğuramadın mı sen daha!"

Mustafa açtı telefonu, şaşırdım. C... dedim kaldım. Hiç tanışmamıştık biz Mustafa ile, fırsat olmamıştı bir türlü. Lebriz'le telefonda bebeğe isim bulmaya çalışırken arka fondaydı hep sesi, şimdi ise ilk defa görüşüyordum.

Lebriz' i sordum, doğumunu merak ettiğimi söyledim. Hastanedeyiz Melda, dedi. Çok sevindim bir anda, "nasıl iyi mi bebek?" Bebek iyiydi, üstelik bir hafta olmuştu doğalı. Peki o zaman ne işi vardı hastanede?

O anı asla unutamam. Beyin kanaması geçirmişti Lebriz. Hani, Ebru Gündeş' i bizden almaya kalkan o sinsi beyin kanaması, anevrizma. Yoğun bakımdaydı, bilincini yitirmiş, öylece yatıyormuş kabloların, tüplerin içinde. Oysa o, basit bir iğneden bile korkardı, ne haldedir şimdi, ödü kopmuştur.

Sonra bütün gün, iki gün boyu kafasını şişirdim Mustafa' nın. Nasıl, iyi mi, bir gelişme var mı, gelebilir miyim, görebilir miyim... Beklemem gerekiyordu oysa. Gitmek için deliriyordum, gidemiyordum. Yeni doğurduğum bir bebeğim vardı, haylaz her an süt istiyordu benden. Gidemedim, göremedim son bir kez...

Cumartesi akşamı konuştuk en son. Başka bir hastaneye nakil yaptırmak için uğraşıyordu. Pazartesi naklettireceğini söyledi. Bazen sezgilerimi sevmiyorum. Bütün gecemi uykusuz geçirtiyorlar bana. Ne zaman birini kaybedecek olsam aynı şeydi başıma gelen, biliyordum anlamını, ' pazartesi çok geç olacak Mustafa' deyişinin içimdeki sesin...

Uyumadım bütün gece, sezgilerim ölecek diyordu onun için. Ben, o güzel varlığın bizi bırakıp gideceği fikrine alışamıyordum. Ne olur, diyordum; ne olur bu defa sadece beynimin oyunu olsun bu bana. Sezgilerin gücüne inanmayanlar, belki de bu satırları okurken, iyi senaryo yazmış diyorlardır belki de. Ama yaşadığım herşey gerçekti, ölüm kadar gerçek, ölüm kadar acımasız...

Sabaha karşı uyuyakalmışım, ne ara hatırlamıyorum. Bebeğimin sesine uyandım sabah, hemen doyurup onu telefona sarıldım. Ne olur, lütfen Allahım, kötü haber verme diye diye. Açılmıyordu telefonlar. Lebriz' in telefonu da, Mustafa' nın telefonu da... Delirmek üzereydim. Saat beşe geliyordu ve ben hala ulaşamamıştım. İş arkadaşlarını aramak geldi aklıma. İş yerinin numarasını çevirdim. Resepsiyondaki kız açtı telefonu. Bildiğim, görüştüğüm, şimdilerde bana kendi yerine miras bıraktığı ne kadar arkadaşı varsa bağlanmaya çalıştım. Yok! Yok, hiç biri yok! Bir elimde de cep telefonum. Çaldıkça açılmayan, açılmadıkça yüreğimi daraltan... Neden sonra resepsiyondaki kıza sormak geldi aklıma.

"Ya, afedersiniz. Ben Lebriz hanımın durumunu merak ediyorum, önemli bir gelişme var mı, biliyor musunuz? "

Sanki bağlanacak bir proje haberi sormuştum, ya da yeni bir program başladı mı filan diye. O ne kadar duygusuz, ne kadar küt diye verilen bir cevaptı!

"A, evet var. Kaybettik kendisini!"

O kadar olağan birşeymiş gibi bir cevap vermişti ki, anlayamamıştım. Ses tonu ve verdiği haber o kadar zıttı ki, yeniden sordum.

"Anlamadım?"

"Kendisi dün gece maalesef aramızdan ayrıldı..."

Dondum kaldım, kıpırdayamadım bir süre. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Ağlayamadım, konuşamadım. Beş dakika filan kalmışımdır belki de öyle...

Yok, olamazdı, olmamalıydı. Bu kadar içi geçmiş insan, bu kadar kötü, bu kadar yaşlı arasından onu seçmiş olamazlardı. Ne kadar inançlı olursa olsun, insan bu gibi durumlarda kısa süreli de olsa isyan bayrağını çekiyor maalesef... Azrail yolunu şaşırmış olmalıydı. Enerji taşardı ondan, hayat fışkırırdı. Nasıl olabilirdi bu?

Kapı çaldı. Hani duyarsınız ama boş gelir ya, gidip açmanız gerektiğini düşünemezsiniz ya, öyle oldu işte. Eşimdi gelen, ben açmayınca anahtarla girmişti. Mutfak tezgahının önünde öyle duruyordum boş boş... Ne oldu, dedi. Hiiç, dedim. Yok birşey. O zaman akmaya başladı işte gözyaşlarım. "Gitti... "diyebildim sadece. "Lebriz yok artık..."

Benim arkadaşlarımla pek samimi olmazdı eşim, hele Lebriz' le görüşmüşlüğü çok bile sayılmazdı. Ağlamaya başladı o bile, biliyor musunuz? Ne zaman bir ölüm haberi alsa, yapma yaaa, çok üzüldüm, diye kısacık bir yorum yapan o bile hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Benim canım arkadaşım, işte böyle sevdirmişti kendini herkeslere...

Dora... Sahi, ondan bahsetmeden olur mu hiç? Bu kayıptan en çok yara alan, dünyanın en güzel annesine sahip olacak kadar şanslı ama onun sütlerine bile doyamadan onsuz kalmış, onun güzelliğini yaşayamayacak kadar da kadersiz Dora... Annesi öldüğünde sadece on günlük bir bebek olan Dora... Deli kızımızdan ona kalan sadece hep dinleyip, fotoğrafına bakarak hayal etmek zorunda kalacağı ama hiç tanıma fırsatı bulamasa da hep gurur duyacağı bir anne hikayesi... Bir de, annesinin ondan haberdar olduğunu öğrendiği gün başladığı bir günlük... Yavrusuna kavuşma anının hayalleriyle, ona olan aşkıyla, her kıpırdanışında duyduğu hazzıyla dopdolu bir günlük. İçine mi doğdu, bilinmez. Okusun büyüyünce demişti. Her anını kaydedeceğim ben onun, ilk ayak izini, ilk gülüşünü, ilk kelimesini, ilk yürüyüşünü... Ah benim canım, ah güzel arkadaşım...

Ondan bana kalanlarsa dolu dolu bir güzellik... Bir de hayat dolu bir ses... Doğumuna bir ay kala hiç buluşamadığımız, iyi ki de denk gelemediğimiz bir zamanda, telesekreterimde kayıtlı duran, o muzur, o neşeli ses...

"Meldacığım, Lebriz ben . Beni aramışsın. Hala doğurmadım. Bana göre bir ay var, doktora göre bir buçuk ay ( bu cümledeki o hınzır gülücük), ararım gene, detaylı konuşuruz. Öptüm canım, hadi bye bye"

Neden silmemişim o mesajı, bilmiyorum. Allah' ın bana geçtiği bir kıyak belki de... Ama iyi ki silmemişim o zamanlar. Ne zaman özlesem onu, açıyorum ve gözyaşlarıyla dinliyorum bu mesajı. Bir daha asla duyamayacağım kesin olan o güzel sesi...

İki yıl oldu Lebriz' im, sen gideli tam iki yıl oldu. Hiçbirimizin aklından çıkmadın. Oysa sen benim ölene kadar can dostum olacaktın, Dora Lal' e asılacaktı, hımmm! kardeşsiniz siz, diyecektik, basacaktık kahkahayı. Ya da onlar kardeş olmakta ısrar edecekti, biz dünür olma planları yapacaktık. Ama her durumda kahkahalar atıyor olacaktık. Dertlerimizi paylaşacak, sırlarımızı saklayacaktık. Sen saklıyorsun ama, değil mi? Şimdi gelsen karşıma, eminim dersin ki, "E yuh artık be kızım! Ben de sır saklamıyorsam yani! Yok bizim oralarda dedikodu yapacak kimse, meraklanma... " Yine kıkır kıkır gülerdin. Elinde olsa, bize acı veren ölümünle bile böyle dalga geçerdin işte.

Öyle biriydin ki sen, hayat vermek amacın olmuş senin. Ölsen de vazgeçmedin bu yoldan. Senden sonra kaç kişi hayat buldu seninle, biliyor musun? Kaç kişiye umut oldun, kaç hayatı kurtardın Azrail’ in o soğuk pençesinden. Böyleydin işte sen, böyle güzel, böyle bir iyilik meleği…

Mustafa duramadı buralarda sensiz, biliyor musun? Değil bu şehirde, bu ülkede, bu kıtada bile durmak ağır geldi ona. Kanada' ya gitti sen gittikten sonra. Orada büyütüyor senin hediyeni, gözü gibi bakıyor, meraklanma.

Anneciğin, bir müze yaptı evini, her yerde resimlerin, her anın, her kayıtlı dakikan orada. Sensizlik çok koydu ona, en yakın arkadaşını kaybetti seninle birlikte. Evladını, çiçeğini... Sabırla bekliyor sana kavuşacağı o büyük günü...

Odanı başkasına vermişler, çok bozuldum görünce. Gidemedim işyerine uzunca bir süre. Sen dolaşıyordun orada ve kimse bu acıyla başa çıkamıyordu. Kızlar, geçemiyorlardı ofisinin önünden. Ama, dayanma gücünü veriyor Yaradan, mecburen dayandılar, dayandık.

Sevmiyorum kasımı, hiç sevmiyorum. Unutmak zorunda olduğun ne varsa kasımda oluyor işte böyle. Aşkın terkediyor kasımda, en sevdiklerin gidiyor acımasızca, arkadaşlarını gönderiyorsun öbür alemlere. Bir an önce bitsin, bir an önce geçip gitsin kasım, daha fazla birşey almadan benden.

Sevmiyorum kasımı, hiç sevmiyorum. Buna inat, aralığın ilk gününü sadece doğumgünüm olarak değil, kasımı defetmiş olmanın coşkusuyla da kutluyorum işte bu yüzden. Seni hiç sevmiyorum kasım. Onbir ayın belası kasım... Git, git bir an önce...

NOT: Fotoğraf, Yeni Asır gazetesinin Lebriz' in ölümünü haber yaptığı bir arşivden alıntı. Detayları merak edenler, aşağıdaki linklere tıklayabilirler...

GÜNCELLEME: Sevgili Erendiz, Lebriz' in kardeşi yorum yapmış,onun için güncellemek istedim bu yazıy. Mustafa'nın yanında duran siyah takım elbiseli, genç kardeşimiz.Bugün 9 kasım, onu toprağa verdiğimiz günün yıldönümü. Ruhu şad olsun güzelimin...

http://ya2004.yeniasir.com.tr/11/10/index.php3?kat=ana&sayfa=ucuncu1&bolum=gunluk
http://www.kenthaber.com/Arsiv/Haberler/2004/Kasim/10/Haber_32241.aspx
http://www.milliyet.com.tr/2004/11/10/yasam/axyas01.html
http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/11/10/550763.asp

 
Toplam blog
: 132
: 2482
Kayıt tarihi
: 24.09.06
 
 

Dünyayı, yaşamayı ama adam gibi yaşamayı, arkadaşlığı, dostluğu ve en önemlisi çocuğumu, müziğimi..