Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Eylül '09

 
Kategori
Siyaset
 

12 Eylül darbesi açılımlarım

12 Eylül darbesi açılımlarım
 

benden


Hemen her 12 Eylül gelende askeri darbelerin simgesi haline getirilmiş olan Kenan Evren'e darbe akını başlar. Bu darbelerin o günlerde haklı haksız eziyet görmüşlerden gelmesi hem doğal hem de demokrasi adına iyi bir şeydir. Ancak o günleri yaşamadan öğrenenlerden sanki daha gür sesler çıkıyor gibi duymaktayım. O günlerde daha bebek olanlar bile, "12 Eylül yargılansın" diye eylem yapmaktalar. "Kenan Evren ölmesin, yargılansın... Unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız" sloganları atılmaktadır. Bu gençler bazen kalıpçı zihniyet içinde kalsalar da, güncel bir entellektüel moda diye bunları yapıyor olsalar bile, demokrasi adına bence alkışı hak ediyorlar. Çünkü asıl mağdurların şimdiye kadar pek de ses getirici kayda değer bir eylem yaptıklarını hatırlamıyorum. Sanki Kenan Evren'in iyice yaşlanması ve hasta olması bekleniyordu. Acaba bunda epeyce gelişip serpilmiş olan Türk demokrasi kültürünün parmağı da olabilir mi diye düşünmeden edemiyorum. Hani şeytan kulağıma eğilmiş, "Evren güçten düştü ya, yaslanın demokrasiye, vurun kocamış kurda!...", diyor sanki.

Yargılama istekleri yanında Evren adı verilmiş her kamusal alana başka bir adlandırma yapılması da istenmektedir. Hatta saygıdeğer bir siyasi partimiz şaşırtıcı bir hamleyle hükümete uzlaşma eli uzatarak, Anayasa'daki "12 Eylül yargılanamaz" hükmünü kaldırmayı teklif etmiştir ki, bu da siyasi bir şaka gibi olmuştur; çünkü geçerli hukuk sistemimize göre zaten zaman aşımından dolayı yargılamanın olası olmadığı söylenmektedir.

Gene de her şeye rağmen TBMM Türk Milleti adına vereceği bir dilekçeyle Anayasa Mahkemesi'nde simgesel bir yargılama isteyebilir diye düşünüyorum.

Tabi ki bu yargılama sadece 12 Eylül'ü kapsarsa bazı darbelerin iyi olduğu da tescil edilmiş olur. Bu yüzden darbe karşıtı bir demokrasi anlayışıyla T.C.'nin tüm darbeleri bu simgesel yargı önüne çıkarılmalı.

Her ne kadar bizim darbeciler diktatörlük hevesine kapılmış olmasalar da, bir yargılama örneği olarak verilebilir diye düşünüyorum. Pinochet'in geç kalmış yargılanışı da kendisini bir hücreye tıkarak toplumun intikam duygusunu tatmin etmekten çok, bir dönemi, bir zorba yönetim anlayışını demokrasi adına mahkûm etmek için yapıldığını düşünmekteyim.

Aslında ben zaman aşımına uğrayarak işlevselliğini yitirmiş geçmişle hesaplaşmanın mümkün olmadığına inananlardanım. Bence bu tür geçmişler ya geleceği anlayabilmak için kurcalanır, ya kutsanır, ya lanetlenir, ya da hiç iplenmez geçmişliğinin her haliyle geçip gidilir. Anlamak en iyisidir tabi ki. Geçmişle hesaplaşamayız; çünkü geçmişte bıraktıklarımızı mümkünü yok bugüne taşıyamayız. Ancak bazı geçmişler vardır ki henüz daha geçmiş değildir; yani işlevselliğini sürdürmeye ve geleceği belirlemeye devam ederler. İşte bu geçmişlerle bir hesaplaşma mümkündür ve gereklidir de. Bazen geçmişin zararlarını telafi için "adalet ana" bize kucak açar; fakat bu da geçmişin kendisiyle bir hesaplaşma değildir. Çünkü adalet ananın hükmettiği zararın telafisi aslında geçmişten değil, bugün ve gelecekten kotarılır.

Biraz da şeytanın avukatlığını yapayım: Türkiye'deki darbeciler en çok Pinochet ve Franco ile kıyaslanır. Bunu yaparken "küçük" bir ayrıntı görmezden gelinir. Pinochet ve Franco tam diktatör olarak başa geçmişlerdir. Yönetimi kendi istekleriyle tekrar sivillere devretmeyi düşünmüş bile değillerdir. Zaten hatırladığım kadarıyla Franco ölene kadar diktatör kalmıştı. Türkiye'deki askeri darbelerden gerçek anlamıyla diktatör çıkmamıştır. Darbeciler ilk günden, "işleri yoluna koyalım, yönetimi yine sivillere devredeceğiz" sözünü vermişler ve sözlerini de en kısa zamanda tutmuşlardır. Sanırım bu yüzden Türk Ulusu genel bir kanı olarak TSK'nin Cumhuriyet ve laik demokrasinin güvencesi olduğuna candan inanmaktadır. Ben de Kenan Evren'in diktatör olma hevesi ile başa geldiğine hiç inanmadım. Ben onun, Türkiye'yi o zamanki korkulu karmaşadan kurtarmak için geç olmadan bir şeyler yapması gerektiğine inandığı için tüm iyi niyetiyle darbe yaptığı kanısındayım. Fakat toplumsal tasarımlarda iyi niyet sonucu aklamak için yeterli değildir. Yapılanların Türkiye'ye çok zarar verdiğinin farkındayım. Gene de darbe olmasaydı en az darbenin getirdiği acılar kadar ve belki de fazlası bile çekilebilirdi. Çünkü toplum içindeki çatışma karmaşasının ulusal bilince fark ettirilmiş bir hedefi yoktu. Bu yüzden kendiliğinden bölünme bile olabilirdi. Her şeye rağmen "darbe olmasaydı" senaryosuna göre hiçbir darbeye övgü düzülemez.

27 Mayıs'tan farklı olarak 12 eylül 1980, emir-komuta zinciri içinde gerçekleşen bir TSK darbesidir. 12 Eylül yeni bir Anayasa yaparak Türkiye'nin sivil siyasetini yeniden tasarlamış ve bu tasarımın devamı için gerekli siyasi ve hukuki alt yapı önlemlerini de almıştır. Bu tasarımın hukuki çatısını oluşturan Anayasa her ne kadar bazı değişikliklere uğratılmış olsa da "Darbe Anayasası" kod adıyla hükmünü sürdürmektedir. Yeni bir anayasa yapımı için hemen her siyasetçi ve siyasi kurum ve de toplumsal görü hemfikir olsa da inanılmaz bir gerçek olarak "Evren Anayasası" hâlâ geçerlidir. Sanırım yeni bir anayasa yapmak her siyasetçinin nefsini o kadar sulandırmaktadır ki, hepsi bu anayasayı tek başlarına rafa kaldırıp "siyasi kahraman" olmanın hayaliyle yüzde 90 oyla hükümet olmayı bekliyorlar...

Darbeciler kendilerini Milli Güvenlik Konseyi (MGK) olarak adlandırdılar. Üyeleri haliyle ordu hiyerarşisinden dolayı, Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Org. Sedat Celasun oldu.

Radyodan okunan ilk bildiride, “TSK, iç hizmet kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde verilen komutla yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.” deniyordu. Bildiri iç ve dış bölücülerden dem vuruyor, Atatürkçülük yerine irtica ve sapık ideolojilerin üretildiğinden söz ediyor, bölünme ve iç savaşın eşiğine gelindiği tespitini yapıyordu. Parlamento ve meclis dağıtılıyor, mevcut milletvekili ve parlamenterlerin dokunulmazlıkları kaldırılıyor, ve bütün yurtta sıkıyönetim ilan ediliyordu.

1983 genel seçimlerine kadar Türkiye’nin gününü ve geleceğini belirleyici tüm kararlar işte bu MGK tarafından alınmıştır. O günleri yaşamış birisi olarak ben de özetle diyebilirim ki, siyaset iyice çirkefleşmiş, ekonomi dünyadan bağımsız olarak kendi halinde batmıştı. Çözüm bulmaktan sorumlu olan siyaset ülke sorunlarını serseri mayınlar gibi toplumun içinde yüzer halde bırakıp, Bizans Sarayı’na parmak ısırtan oyunlarla milletvekili tavlama derdine düşmüştü.

En temel günlük tüketim malı bile “kara piyasadan” alınabilir olmuştu. Hazine, büyük siyasetçilerimizden birinin deyişiyle “70 cente” muhtaç kalmıştı. Hastane ve okulların kaloriferleri yanmıyor, elektrikler uzun sürelerle kesik tutuluyordu. Gün karardıktan hemen sonra sokaklar hızla boşalırdı; gecenin içinde sadece köpekler, ideoloji militanları ve karanlık işlerin adamları korkmadan dolaşabilirlerdi. Hemen her örgütün bir kurtarılmış mahallesi ya da sokağı vardı. Havanın kararmasıyla buralara giriş çıkışlar örgüt hücresinin denetimine geçerdi.

Kısaca, Orta Anadolu’da “bozkurtlar” gündüzleri bile ulurken, Batı Türkiye’de İstiklal Marşı’na karşı “yeşil sancak” açılabiliyor, Doğu’da Türk Bayrağı’nın gönderine “kızıl bayrak” çekilebiliyordu…

Darbenin ertesi gününden itibaren toplumsal iç terörün durması ve daha sonra ciddi terör olayları yaşanmayışından yola çıkarak, 12 Eylül öncesinin ABD ve TSK'nin yönettiği bir bahane kaosu olduğunu iddia edenler vardır. ABD’nin MGK yönetimini desteklemesi doğaldı; çünkü onun işine yarayan zaten Türkiye’nin ordusuydu.

Darbeye bahane olsun diye terör hem içeriden hem dışarıdan desteklenmiş de olabilir. Nitekim, sabah sağcıyı, akşam da solcuyu aynı silahın vurduğu belirlenmiştir. Bugün bile darbe bezirganlığı yapan, siyasi cinayetlerle gururlanan “vatansever kahramanlarımız” vardır. Hatta o günlerin Rusya’sı da tıpkı ABD gibi TC'nin ırzına parmak atmış olabilir. Daha da beteri kışkırtıcılar devlet ve TSK içine sızmış da olabilirler. Nitekim, Abdi İpekçi’nin katil zanlısı olarak tutuklanan Mehmet Ali Ağca’nın Mamak Askeri Cezaevi’nden kaçırılışı bunun göstergesi sayılabilir.

Tüm bunlara rağmen o günlerin korku kaosunu TC Devleti ve TSK’nin ABD ile işbirliği içinde organize edip yönettiği savını ben desteksiz atmaya örnek olarak saklıyorum. Ta ki, “Hangi ordu 3 yıllık bir iktidar saltanatı için 10 yıl boyunca bir terör ortamı yaratıp sürdürme budalalığı yapar?” sorusunun cevabını alıncaya kadar. TSK güçlenmek için zaman mı kazanıyordu? Yoksa “Aziz Türk Milleti” darbeye karşı ayaklanacak demokratik bilince mi ermişti...? 

Olayların darbe sabahı bıçak gibi kesilmesi bana çok doğal gelmektedir; çünkü her köşe ve giriş çıkış asker tarafından tutulmuş, her türlü gösteri ve meydan toplanımı yasaklanmıştı. O kadar ki 6 arkadaş sokakta yan yana yürüse derhal durdurulup, sorgulanır, temiz çıkarlarsa dağılmaları ihtar edilirdi. Her ev, hatta mezarlar bile açılıp didik didik aranmıştı.

Ayrıca bu darbe millet tarafından reddedilmediği gibi, memnuniyetle alkışlanarak kabul bile gördü. Zaten basın yayın dünyası da bunu hissetmiş olmalı ki, halkın sesi olmanın keyfiyle darbeye karşı gizli veya açık yayın yapmaya yeltenmedi. Aksine yazar çizer takımının bazısı siyasileri günah keçisi yaparak geç bile kalındığını iddia etmeye başlamıştı. Bunda uygulanmakta olan sansür ve tutuklanan gazetecilerle heybetlenen gözdağının payı da vardır elbette; ancak gene de basın en azından övgüye yeltenmeyebilirdi.

Darbe hükümetinin hazırladığı anayasaya milletin ezici çoğunlukla evet demesini şimdilerde bazı aydınlar Saddam'a verilen halkoylarıyla bir tutarak küçümsemektedir. Oysa bizim evet-hayır oylaması, her ne kadar "hayır oyu" için keskin propaganda yapılması engellendiyse de, demokratik meşruluğu olan bir seçimdi. Yüzde 90 oranında, daha da önemlisi yüksek katılımla "evet" denmesini sağlayacak kadar etkili olan neydi? Bu sonuç, içi görünen ince seçmen zarflarıyla açıklanabilir mi?

Seçmen, oyunun görünebilir olmasından ürkerek mi "evet" demiştir? Bence bundan ürkmüş olsaydı katılım oranı daha düşük olurdu. Oy verme hücresinde kalın mavi saman kâğıdı "hayırların" çok, ince beyaz "evetlerin" az görünmesi seçmenin tercihini etkilemiş olabilir mi? Bence bunlar ve askeri iradenin iktidarda olması yüzde 90'lık bir "evet" oyunu izah edebilecek nedenler değildir.

Sanırım millet, askerin artık kışlasına çekilme vakti geldiğine inanıyordu. Oyları etkileyen ana unsur bence bu inanç ve arzuydu. Ayrıca seçim yüksek yargı gözetiminde yapıldı; ve o günden bugüne kadar da seçimi geçersiz kılacak somut hile kanıtları ortaya konabilmiş değildir.

Gerçekte anayasaya evet oyu verilmesinde bilinçli bir karar da yoktu; çünkü milletin çoğunluğu bir anayasayı hukuk değerleri içinde çözümleyip anlama yetisinden zaten yoksundu. Bir de bunun üstüne yeteri kadar bilgilendirme çabası da gösterilmedi. Ancak burada tüm oy verenlerin farkında olduğu bir durum vardı. Anayasaya evet demek Kenan Evren'i cumhurbaşkanı yapmaktı.

Ben, anlama ve bilgilendirme eksikliğinden dolayı milletin yeni Anayasa'yı oylayarak onayladığı kanısında değilim. Bence millet oyunu anayasadan çok, Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı için kullanmıştır. Çünkü bu çok açık bir maddeydi. Vatandaş ortalamasının zihin yapısından zaten anayasanın hukuki yapı ve tekniğini anlaması beklenemezdi. Gene de yüzde 10'luk bir "hayır" Türkiye'nin düşünsel değer ortalamasını göstermesi bakımından bence önemlidir. Ve düşünebilirlik ortalaması yüzde 10 olan bir toplumda, 12 Eylül askeri darbesinin yeniden demokrasiye dönmesi de bir lûtuftan sayılmazsa eğer, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin "demokratik cumhuriyet" arzulayan bilincindendir. Bu durum aynı zamanda, Kenan Evren'in diktatör olma hevesi, ya da ordunun hep hükümet kalma arzusu taşımadığına bir kanıttır...

Darbe ve sonrası travmalar, Türkiye'nin geleceğini parlatmasını epeyce bir geciktirdi; çok insanı yıllarca kahreden acılar çekildi. Gene de her şeye rağmen millet o günlerde darbe karşıtı olmuş değildi. Ancak bugün farklı bir şeyi gözlemlemekteyim:

Her ne kadar “laik Cumhuriyet’i” kurtarmak için orduyu “darbe görevini” yapmaya çağıran siyasetçi, akademisyen ve yazar-çizerimiz hâlâ var olsalar da, bugün millet darbeye karşı tavır koymaya hazırdır. Nasıl oldu bilmiyorum ama, Türk Milleti bu demokratik özgüveni kazanmış bulunmakta. Bu kazanımı daha sağlam bir demokratik bilinçlenmeyle sahiplenmeye de hevesli görünüyor.

12 Eylül darbesi bazı aydınlar tarafından gösterilmek istendiği gibi sadece sol örgütlere ve solcu bireylere karşı yapılmış değildir. Geleneksel toplum kültürümüz, ordunun yapısı ve devletin muhafazakâr sistematiği göz önüne alındığında sola daha ağır bir darbeyle yüklenilmesi, hükmeden gerçekliğin doğasındandır. Bence milletin darbeye karşı hiç direnç göstermeyişi, biraz da sol zihniyetin halk içinde işlevi olmayan örgütlenme yapısından kaynaklanmıştır. Dillerinden ve adlarından "HALK" sözcüğünü eksik etmeyenler bilemediler ki, halkın sahiplenmediği ya da kendini sahiplendirmek için halkın çıkarına olan somut nedenler sunamayan bir toplumsal tasarım ne denli iyi niyetli olursa olsun desteksiz kalırdı. 80 öncesi solcular emekçilerin hakları için mücadele ettiklerini söylüyorlardı. Ama hem kendi aralarında hem de sağ örgütlerle giriştikleri çatışmalar öyle bir kaos ortamı oluşturmuştu ki, ve soyut dünyalarına öyle bir kutsiyetle kapanmışlardı ki, solcuları emekçi kesim bile sevimsiz bulmaya başlamıştı.

Kenan Evren'in Türk siyasi tarihinde gelmiş geçmiş halk oylamalarında en yüksek oranı tutturması belki de bundan dolayıdır. Çünkü solcu olması beklenen emekçi kesimin ve düşünebilen Türkiye'nin sadece yüzde on olduğu bana göre pek inanılır bir olgu değildir. Şimdi bu noktada solcuların da oturup, "yahu biz nerede yanlış yaptık" diye düşünmeleri gerekmez mi? Onun yerine solcuların çoğu, "Bırak ya, bu millet adam olmaz; bu millet nankör, kalleş; değmezmiş kendimizi feda etmeye" gibilerinden duygusal denizlerde zihinsel boğulmayı seçmişlerdir. Kendi hatalarımızı oturup doğru dürüst anlamadan, hemen suçu başkalarına atıp, "işte Türkiye'de tüm kötülüğün kaynağı Kenan Evren'dir" demek, ne kadar anlamlı ve adil olabilir ki?

Solcular Nasreddin Hoca'yı anlamış değillerdi; halkın arkalarından geldiğini ve geleceğini sanıyorlardı. Ancak darbenin önünde dikili kaldıklarında bir de arkalarına baktıklar ki, gölgelerinden başka bir şeyleri yoktu. Üstelik onlar, "postallarınızı cilalamaya geldik" diyemeyecek kadar da onurluydular. Oysa Nasreddin Hoca huzura çıktığında arkasında bir tek köylü göremeyince Timur'a ne demişti? Sultanım bizim köy beslemek üzere sizden on fil daha talep ediyor", demişti. Boşuna mı demişler, "Her millet hak ettiği biçimde yönetilir"...

Başka darbeleri bilmem ama, bizim bu 12 Eylül Darbesi’nin bana göre, hem melek hem şeytan yüzlü iki vicdanı vardı... Ve aslında bu iki vicdanın kimliği toplamda insandan başka bir şey etmez. 12 Eylül Darbesi tarih sahnesinde toplumsal varlığımızı hem sevinçten güldüren, hem acıdan ağlatan zıtlığında iki rol birden oynamıştır. Bu sanırım darbe yapanın asker kimliğiyle de ilgili bir durum; ne de olsa asker vatan için ölmek ve öldürmek inancının en sert uygulayıcısı olmak için eğitilmiş bir kimliktir

İdeolojik savaşların sokak terörünü durdurduğu, ülkedeki mal ve hizmet üretimini düzene koyup göreceli bir verim artışı sağladığı için, bu kimliğin bir yüzü hayır ve minnetle anılırken, yasakları, işkenceleri, idamları, zorba tutuklama ve özensiz yargılamalarıyla acıdan ağlatan yüzü de sanırım hep lanetle anılacaktır… 

1980 öncesi bende kalan bedensel acının tek hatırası kaba etime yediğim iki "fruko" copudur. Polislere başlarındaki plastik beyaz miğferlerden dolayı "fruko" derdik. Fen fakültesini sağcı öğrenciler basmıştı. Fakülteyi boşaltırken geçtiğimiz polis koridorunda herkes gibi ben de nasibimi almıştım. Cop beresi de sonradan koyuyor. Ertesi gün bacağım kalçamdan tutulmuş beş günde ancak açılmıştı.

Ben fakülteyi maddi sıkıntılar yüzünden bıraktığımda Boğaziçi Üniversite kantininde takılmaya başlamıştım. Orada gençliği saran ideolojik siyaset biçimlerinin heyecanlarıyla tanıştım. Sağdan soldan her çeşidi vardı. Ancak ekonomik düzeyi yüksek öğrencilerin genelde devrimci komünist ideolojilere takılmaları o zaman bana nedense hiç tuhaf gelmemişti. Her halde ideolojik yaklaşımların insanın ekonomik özellikleriyle bağını kurabilmiş değildim. Orta halli memur, esnaf, hatta işçi sınıfından öğrenciler de genelde sağ ideolojilerin propagandasını yaparlardı. Daha da yoksul kesimin çocukları zaten eğitimdeki fırsat eşitsizliğnden dolayı üniversiteye giremezlerdi. 

Sanırım bu sözünü ettiğim durum Türkiye'de sermaye ile hak çatışmasına giren gerçek bir işçi sınıfının hiçbir zaman var olmayışından kaynaklanıyordu. Aydınlanmış, din ve töre tutuculuğundan sıyrılmış aydınlar, komünist devrimin de tıpkı Cumhuriyet gibi tepede tasarlanıp toplumun alt tabakalarına benimsetilebileceği yanılgısına düşmüşlerdi. Ve tabi ki bu kendini aymış sayan kesim genelde az çok zengin ailelerden gelme öğrencilerdi. Ya da bizim gibi, küçükten 20 yaşlarına kadar yatılı eğitim sayesinde aile çevresinin tutuculuğundan uzak kalabilmiş, vatana millete hizmet idealiyle aklını uçurmuş yoksul öğrencilerdi.

Nedense ben solcu veya komünist gençlik örgütleri içindeki güzel kızlarla yakın ve samimi ilişki kurabildiğim halde ideolojik bir etkinlik görevi üstlenmeden askere kaçmıştım. Askere kaçtım çünkü hiçbir zaman devleti ele geçirme amacı güden devrimci harekete inanamadım. Hele sağcıların buna karşı devleti kurtarma kahramanlığına soyunmalarını hiç anlayamadım. Devlet benim için o zamanlar erişilmez bir süper güçtü. 

Şiddet kullanarak etkin olma yöntemleri dışında, sol ideolojileri insani bir heyecan tutkusu olarak anlayabiliyordum; ancak sağ ideolojiler beni sadece ürkütüyordu; çünkü "süper güç devlet" için kellemi koltuğuma alıp yürümekte insani bir dürtü bulamıyordum. Oysa solcu ideolojiler her ne kadar devrim için her şeyi feda etse de, devrimin sonunda insan için güzel şeyler umutlandırıyordu. Bu vaat sırf ekonomik değildi; herkesin ulaşabileceği entelektüel ve sanatsal zevkleri de vaat ediyordu. Günde dört beş saat çalıştıktan sonra isteyenin tiyatroya gidebileceğini, hatta tiyatroda oynayabileceğini, isteyenin balık tutmaya, bir başka isteyenin ise kırlara resim yapmaya çıkabileceğinin heyecanını yakınlaştırıyordu. Gene de önemli bir eksiklik olduğunu sezinlemenin sıkıntısını duyardım. 

O zaman anlayamadığım bu sıkıntı veren şey, şimdi fark edebiliyorum ki özgürlüğüme göz dikildiği hissiymiş; bireysel var oluş özgürlüğümü ideolojinin zaferi için feda etme seçimindeki sıkıntıyı duymaktaymışım. Bu anlama ışıması, geçmişin peşime taktığı sıkıntılı bir sezgiye zorlamalı bir anlam yükleme çabası değildir. Bu aymışlığa kendimi inandırmış olmaktan fazlası var belleğimde. İdeolojik gruplarda sorgusuz düşünme ve kabullenme halleri çok belirgindi. İdeolojiye getirilen en küçük eleştiri hainliğin kanıtı olarak geri dönüyordu.

Boğaziçi Yerleşkesi'nin bir gazete satıcısı vardı. Zekeriya Abi; askere sevkim çıkıncaya kadar onunla tavla oynayarak, çimenlere uzanıp güneşlenerek, dünyanın en güzel aşkını ve toplumsal burkulmalarını aynı şiirde muhteşem dizelerle ifade eden ilk şair olmak için hülyalara dalarak geçirdim. Ara sıra da Halidun Erdem adlı bir öğrenci ile Bebek koyunda istavrit tutmaya çıkardım. İstavritleri bir meyhaneye verir, bedava rakı içer balık yerdik. 

Marks'tan ve Nietzsche'den konuşurduk. Hangisi daha gerçek onu anlamaya çalışırdık. Şimdi anlıyorum ki, ikisi de ancak benim kadar gerçek olabiliyor. 

Türkiye’nin o sancılı yıllarında hepimiz nasibimize düşen acıyı tattık az çok. Ancak en büyük bedeli genç yaşta öldürülenler ödediler. Lise arkadaşım Ali Fuat Okan da büyük bedel ödeyenlerdendi. Genç yaşta öldürülen yüzlerce, belki de binlerce insanımızın yanına tamamlanmamış bir zaman taşı gibi yıkıla kaldı... 

Devrim hiç olmadı, olacağı da hiç kalmadı artık. Öyleyse Ali Fuat Okanlar neden öldürüldüler? Bunu anlayan biri çıkmış mıdır? Sanki herşey gizli defterlere kodlandı ve yedi kat yerin dibine saklandı…. 

Son darbenin acılı hesap dökümünden birkaç alıntı:
*650.000 kişi göz altına alındı.
*230 bin kişi yargılandı.
*İdam hükmü kesilen 259 kişinin dosyası TBMM'ne gönderildi. 26 siyasi suçlu, 23 adi suçlu, 1 asala militanı; toplamda ellisi idam edildi.
*71 bin kişi TCK 141, 142 ve 163 gibi siyasi suç maddelerinden yargılandı.
*100 bin kadar kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.
*30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.
*14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
*30 binin üstünde vatandaş siyasi mülteci olarak yurtdışına kaçtı; ve eminim bunların çoğu PKK'li olmak zorunda bırakılmışlardır.
*171 kişinin işkenceden öldüğü belgelenmiştir. *1000 kadar film siyasî ve ahlakî sakıncadan yasaklandı.
* 23 binden fazla dernek kapatıldı.
* 39 ton gazete ve dergi imha edildi.
*Ve hapishane çilesiyle insanlıktan çıkan binlerce mahkûm...
** 

Türkiye'deki askeri darbeleri hazırlayan nedenlerin başında siyasetçilerin ülkenin toplam kaynaklarını millet yararına akıllıca yönetmek yerine siyasi taraftar kazanmak için dağıtarak halkı çıkar yağması için çatışan siyasi taraflara ayırma dangalaklığı yatar. 

Şunu da kabul etmeliyiz ki 1960 “devrim darbesi” siyasi idam sonuçlarıyla içinde barındırdığı iyi niyet itibarını yok edici bir seyir izlemiştir. 1980 darbesi de idamları ve az-çok sağcıları kayıran politikaları yüzünden haklı eleştiriye uğramaktadır. 

Hiçbir askeri darbe, demokrasiyi kurtarma adına bile olsa, demokratik bir uygulama olarak kabul göremez. Ancak, siyasiler demokrasiyi seçim oylarının satın alınabildiği bir siyaset oyunu, halkın da demokrasiyi rüşvetçi vaatlere oy vermekten ibaret gördüğü toplumlarda siyasetin çıkar eşkıyalığı düzeyinde yozlaştığı öyle bir an gelir ki, asker siyasete el koyma gereği duyabilir. Çünkü komutanlar öngörür ki, bir sonraki adım ordunun disiplinli hiyerarşik yapısının laçkalaşmasıdır. Gene de şükür ki bizim ordu, devleti ve ülkenin maddi kaynaklarını ele geçirmek üzere darbe girişiminde bulunmuş değildir. Ortamı şiddetle temizleyip yumuşattıktan sonra demokratik sivil yönetime geçilmesine kendiliğinden izin vermiş, hatta bunu hızlandırmak için gayret göstermiştir. 

Halkımız, değişik düşünce ve kültürlerle kavga etmeden, kendinin ve ülkesinin yararını özgürlük ve hukuk ilkeleri içinde şiddeti reddederek gözetmeyi öğrendikçe, ne askeri ne de “sivil” darbeler demokrasiyi askıya alamayacaktır. Bizim demokrasi yaşımız daha bebek. Ancak hızlı büyümekte ve öğrenmekteyiz. Unutmayalım ki Cumhuriyet kurulduğunda halkın ancak yüzde 10 kadarı okuma yazma biliyordu. Şimdi bugün yüzde 97'si okur yazar olan bizler demokrasiden umutsuz olursak, vay bizim torunların haline… 

Bütün 12 Eylüllerin demokrasi bilincinde sonsuza dek tutuklu kalmaları dileğimle...

***

05 Mart 2012:

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi mahkemeye çıkmış bulunmakta. İddianame okundu, sanıkların dinlemesine ve sorgusuna geçildi. Demokrasinin zaferi denmekte. Bu yargılamaya zemin yapan Anayasa değişikliğine karşı olan siyaset de (MHP ve CHP) davaya mağdur taraf olarak müdahil oldu. Ancak sanık sandalyesine sadece iki kişinin, Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya’nın oturtulmuş olması bende davanın demokrasiyi onurlandırmak adına sembolik tutulacağı kuşkusu uyandırmaktadır. Bana kalırsa 12 Eylül sonrası işkenceden ve haksız ceza hükmü vermekten sorumlu herkes yargılanmalı. Hatta darbe öncesi sağ-sol çatışma ortamının nedensel sorumluları da yargılanmalıdır. 12 Eylül öncesi cehennemden sorumlu sivil ve resmi kurum ve kişiler, özellikle de siyasetçiler yargılanmadan demokrasi onurlandırılmış olmayacaktır. Çünkü en başta siyasetçiler keskin ve uzlaşmaz cepheler kurarak demokrasinin işleme ve ilerleme yolunu tıkamışlardır; bu durum darbeye yaldızlı davet demekti…“Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyenlerle, “Bana solcular anarşisttir dedirtemezsiniz” diyenlerin siyasi vurdumduymazlıkları da yargılanmalıydı.

Ben hâlâ inanmaktayım ki 12 Eylül’de darbeye duacı olanların sayısı, 13 Eylül’de darbeye beddua edenlerin sayısından fazladır. Öncesi sonrasından beterdi; ya da, sonrası öncesinin sadist bir intikamı gibiydi denebilir. Öncesi de beter, sonrası da beter bir durumu hesaplaşmak adına yargılamak bana pek de olabilir gelmiyor. Öncesinde ortalama günde 20 kişi ölmekteydi. Sonrasındaysa işkence ve idam acıları; yargısız hükümle işten el çektirme, sürgün ve fişleme ayıpları…

Demokrasinin zaferi topyekûn geçmişimizi yargılayarak milli özeleştiri hükmünü toplumsal bilinç yapmakla olasıdır… 

 Muharrem Soyek 

 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..