Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ocak '13

 
Kategori
Futbol
 

94 Dünya Kupası, hatıralar, yorumlar, öyküler...

94 Dünya Kupası, hatıralar, yorumlar, öyküler...
 

Futbolu takip etmeye başladığım süre bundan on dokuz yıl öncesine kadar uzanır. Hayatımda ilk takip ettiğim futbol sezonu 1993-94 sezonudur. Bir sene önce Galatasaray’ın Ankaragücü kalecisi Zalad’a dair şike iddialarıyla birlikte son maçta Beşiktaş’ın önünde şampiyon olduğu sezondan hiçbir şey hatırlamayıp bir sezon sonrası, Galatasaray’ın Fenerbahçe’nin önünde Bursaspor galibiyetiyle şampiyon olduğu sezonla ilgili her şeyi hatırlıyorum. Hem de ne hatırlamak! O zaman elimde bir gazetenin verdiği küçük bir lig fikstürü vardı. O fikstürü günü gününe, maçı maçına takip ederek ve böylece daha sekiz-dokuz yaşında aniden hayatımın en önemli şeylerden birini futbol yaparak.

Galatasaraylıyım. Sıkı sıkıya takip ettiğim bu 93-94 futbol sezonunun sonunda gelen şampiyonluğa ne kadar çok sevindiğimi şu an çok iyi hatırlıyorum. Galatasaray’ın sonraki ilk Şampiyonlar Ligi başarılarına ve gerisine de; fakat bu yazının konusu bunlar değil. Bu yazıda söz konusu tarihten beri beni etkileyen uluslararası futboldan, büyük turnuvalardan, bu turnuvaların büyük yıldızlarından ve onlara dair aklımda kalanlardan bahsetmek istiyorum. İlgilenmeye başladığım ilk futbol sezonu 93-94 olunca ilgilenmeye başladığım ilk turnuva olma ayrıcalığını da elbette 1994 yılı ABD’deki Dünya Kupası elde ediyor.

1994 ABD Dünya Kupası çoğu insanın hafızasında en sönük,  en keyifsiz dünya kupalarından biri olarak yer alır. Ev sahibi ABD’nin dünyanın önemli futbol ülkelerinden biri olmaması, maçların Türkiye ve Avrupa için oldukça geç ve takip edilmesi zor saatlerde oynanması, maçların oynandığı sahalardaki çekilmez sıcak ve biraz da dünya futbolunun en goygoysever, en skandalist ülkelerinden olan İngiltere’nin Fransa  gibi başka bir devle birlikte elemeleri geçememiş olması bu turnuvanın çoğu insan için iyi bir dünya kupasının standartlarının uzağında değerlendirilmesine yol açmıştır.

Benim için ise işler hiç öyle değildir. Daha önce de belirttiğim gibi yaşım itibariyle takip ettiğim ilk uluslararası turnuva olan 1994 benim için pek çok kişinin değerlendirmesinin uzağında tam bir şölen şeklinde geçmiş, gözümde neredeyse şimdiye kadar izlediğim (birkaçı hariç her maçı izledim) tüm futbol turnuvalarının en güzeli ve en anlamlısı olma hakkını kazanmıştır.

Turnuvanın ilk turundan ve bu tura dair aklımdan kalanların başında Kolombiya ve Andres Escobar gelir. Kolombiya, 1994 kupasına gelinirken bizdeki o dönemin yeni kanallarından HBB’de yayınlayan ve benim de izlediğim efsanevi eleme maçında Arjantin’i 5-0 yenmiş, Asprilla, Rincon, Valencia, Valderrama (onun saçları da efsanedir) gibi yıldız isimleri ve oynadığı futbolla Pele tarafından bile turnuvanın bir numaralı favorisi olarak tanımlanacak bir konuma erişmişti. Lakin turnuva Kolombiya için hiç de istenen şekilde gitmedi. İyi futbolculara sahip olan, çok da iyi sonuçlar alması beklenen Kolombiya grupta üst üste iki maçta Romanya ve ev sahibi ABD’ye karşı hüsran sayılabilecek yenilgiler yaşayıp gruptan çıkma şansını kaybetti ve ABD maçında kendi kalesine gol atma talihsizliği yaşayan oyuncusu Andres Escobar ülkesine döndüğünde bundan da büyük bir talihsizlik yaşayarak bu maçla ilgili olduğu iddia edilen sebeplerden dolayı üzücü bir olayın, bir suikastin kurbanı oldu. Grupta parlayan ekip, grubu lider olarak da tamamlayan Hagi’li Romanya’ydı. Henüz en ilgi çekici yönü keçiden bile daha keçi bir sakala sahip defans oyuncusu Alexi Lalas olan ev sahibi ABD ise vasat takımıyla Romanya ve İsviçre’yle birlikte güç bela kendini ikinci tura atarak, en azındna bir şeyler başardı.

B Grubu’nda yer alan, turnuvanın favorilerinden Brezilya Romario ve Bebeto’dan oluşan göz alıcı hücum hattıyla öne çıkıyordu bu turnuvada (ki o Romario futbol hayatının kalanında “artık gol attıkça istatistiklerdeki gol sayım eksiliyor” diye espriler yapacak kadar çok gol atmış ve belki tarihin en çok gol atan oyuncusu olmuştur.) Gruptaki İsveç ise hala hatırlanan Kenneth Anderson, Brolin, Dahlin üçlüsüyle öne çıkarken grubun en önemli olaylarından birini sonraları İstanbulspor’da oynayacak Rus Oleg Salenko’nun Kamerun’a tek maçta attığı beş golle kırdığı ve o tek maçla kupanın gol krallarından olmasına sebebiyet veren rekor oluşturuyordu. Gerçi bu sonuç Sovyetler’in dağılmasından sonra bu isimle katıldıkları ilk turnuvada Onopko, Radchenko gibi iyi de birkaç oyuncusu bulunan Rusya’yı gruptan çıkarmaya yetmedi ve üçüncü olup en iyi üçüncüler grubunun dışında kalarak elendiler.

C Grubu Almanya grubuydu. Bu gruba dair hatırladıklarım daha çok, izlediğim ilk dünya kupası maçlarından biri olan Almanya-Bolivya maçının iki önemli oyuncusu, 90’da kupa kazanan ve o maçta da çok beğendiğim Klinsmann ve Bolivya’nın egzantrik yıldızı Etcheverry ile onların karşılıklı uzun saçlarıdır (Tabii Almanların bir de Völler’i vardı.) Bunun yanında, Güney Kore gibi henüz dünya futboluna girememiş bir ekibin varlığında bunun yanında gruptan çıksa da büyük uluslararası futbol günlerinin henüz çok uzağında olan İspanya’nın daha bu gruptaki performansıyla bana verdiği “bunlardan pek iş çıkmaz” hissi.

D Grubu Arjantin, Nijerya, Bulgaristan ve Yunanistan’ın bulunduğu ilginç bir gruptu. Çok kaliteli, doyurucu maçların oynandığı bu grupta henüz 2004’teki Rehhagel’li savunma anlayışından habersiz şamar oğlanına döndürülürken diğer üç iyi takım izleyicilere çok sıkı futbol anları yaşatmışlardı. Nijerya o dönem müthişti. Uche, Okocha, Amunike, Amokachi, Oliseh, Ikpeba gibi bazıları ilerleyen yıllarda ülkemizde de forma giyecek yıldızlarıyla potansiyelli bir takım olup grupta başarılı performanslar sergilediler. Bulgarlar, Stoickhov, Kostadinov, Leitchkov, Balakov, Borimirov’la zaten efsane kadrolarına sahiptiler ve onlar da daha ilk aşamada gücünü gösterdi. Her dönemin olağan favorilerinden Arjantin ise grupta hayatımda canlı izlediğim tek Maradona performansına sahne olan (Maradona bu maçta bir de gol atmıştı) Yunanistan maçının ardından 86’nın, 90’ın, Napoli’nin bu büyük oyuncusunda doping tespit edilmesi nedeniyle turnuvaya istediği gibi değil, biraz yaralı başladı.

E grubu benim turnuvalardaki daimi takımım olan, hangi kadroyla nasıl çıktığı fark etmeksizin hep desteklediğim İtalya’nın grubuydu. İlginçtir, İtalya’yı bu ülkeye duyduğum biraz anlaşılır biraz da anlaşılmaz sempati nedeniyle turnuva başlamadan önce de destekliyor, yine her zaman desteklediğim takımlardan biri olan Arjantin’le birlikte, o olmazsa bu olsun şeklinde ama daha çok onlara yontarak İtalya’nın kupayı kazanmasını istiyordum. Turnuvanın başlangıcıyla birlikte İtalya sempatimi de yükseltip kalıcı kılacak bazı gelişmelerin gerçekleşeceğini bilemezdim. Bu gelişmelerin baş yaratıcısı ise tüm zamanların en büyük oyuncularından biri olan, benim büyük favorim Roberto Baggio’ydu. Statü gereği yirmi dört takımdan oluşan turnuvada en iyi üçüncülerin de tur atlaması sebebiyle “her zaman gruptan ite kaka çıkıp sonuna kadar gider” denen İtalya gerçekten gruptan üçüncü olarak ite kaka çıkmış, beni de “şimdi sonuna kadar gitmek kaldı” diye bir heyecana sürüklemişti. Turnuvalara çok sık katılamayan ve bu turnuvada da göz alıcı bir kadrosu olmayan İrlanda ve hiçbir zaman bir spektaküler bir tarafını göremediğimiz Norveç grubun nispeten renksiz takımlarıydılar. Meksika’nın ise en büyük rengi, maçlara o unutulmaz, renk cümbüşü içeren formasıyla çıkan, kısa boyu, çevikliği, yerinden sık açılmasıyla ve penaltı kullanmasıyla da meşhur kaleci Jorge Campos’tu.  Aslında İtalya üçüncüydü deyip geçmemek lazım; bu garip grupta takımlar 1 galibiyet, 1 beraberlik, 1 yenilgi, hatta eşit averajla dizilmiş, Meksika’yı bir, İrlanda’yı iki, İtalya’yı üç yapan sıralamayı sadece atılan gol sayısı belirlemişti.

F Grubu, altı gruplu bir statüye sahip turnuvanın sonuncusu, başlangıçta bir Hollanda, Belçika grubu olarak görünüyordu. Çok fazla ilerleyebilecek bir görüntü vermese de Suudi Arabistan topladığı altı puanla grupta bir faktör oldu. Çoğunu ilk kez izlediğim Bergkamp, Overmars, Koeman, Van der Sar, De Boer kardeşler gibi sonradan aklıma kazınacak Hollandalı yıldızlarla bu gruptaki mücadeleler sayesinde tanıştım.

Aklımda kalanlardan süzebildiğim kadarıyla 1994 Dünya Kupası’nın grup aşaması işte böyle geçti. Sekiz tanesinden ikisinin turnuvaya gelinmeden elenmesiyle geriye kalan altı devin, altı isimli takımın aslında favori olarak başladığı, bunlardan hiç birinin fire vermeyip plase favorilere ve zayıf takımlara dair kimi de sürprizlerin yaşandığı gruplardan sonra gelen ikinci tur hem beklenenin olduğu sıradan karşılaşmalara, hem zorluk düzeyi nispeten yüksek, bazıları benim için unutulmaz olan rekabetin ve heyecanın zirveye tırmandığı mücadelelere sahne oldu.

İkinci turun sıradan olarak nitelendirebileceğim maçları İsveç-Suudi Arabistan, Hollanda-İrlanda, İspanya-İsviçre maçlarıdır.  Bu maçları favoriler beklendiği gibi gayet rahat kazandı. Almanya-Belçika maçı da bu bakımdan bunlardan sonra gelir. 3-2 bitmiş, başa baş geçmiş gibi görünse de büyük kısmı Almanlar için gayet rahat geçen, Almanların masaya yumruğunu başından itibaren vurduğu bir maçtı. Brezilya-ABD maçı Brezilya’nın 2002’de Türkiye’yle oynadığı yarı final maçına benzer şekilde zayıf ABD’nin var güçlü direncine karşı favori takımın geç gelen golle zor kazanabildiği bir maçtı. Brezilya-ABD maçında açıkçası maçın başından itibaren ağırlığını hissettiren Brezilya’ya karşı ABD direncini Türk’ün zayıftan yana olma düsturunun etkisiyle de (!) desteklemiştim. Ama tabii Romario’lu, Bebeto’lu, Dunga’lı, Rai’li (uluslararası alanda hiç öne çıkamasa da bir ara PSG efsanesiydi) Brezilya’yı bu turda kaza kurşununa teslim etmek de turnuvanın seyir zevki açısından hiç de olumlu bir durum olmazdı. Bulgaristan-Meksika maçı turnuvada çekişme ve heyecanın buna oranla da bir kademe atladığı bir mücadeleydi. Sıkı maçtı. Efsane denen Bulgaristan takımı bu maçta Campos’lu Meksika’ya elenmeye çok yaklaşmış ama sık sık penaltı golü atan Campos kurtarması gereken penaltılarda bu kez coşamayınca bu ihtimal gerçekleşmemiştir. İkinci turun en unutulmaz maçları benim için Romanya-Arjantin ve İtalya-Nijerya maçlarıdır. Daha önce uluslararası futbolda İtalya ve Arjantin’e özel sevgiler beslediğimden de bahsetmiştim. Bu özel maçlardan, Romanya-Arjantin maçı saat farkı nedeniyle bizlerin (tabii henüz küçük bir çocuk olan benim) gecenin bir köründe uykulu gözlerle izlediği, heyecan dolu bir oyunun sonunda bir sürprize canlı tanık olduğu, aynı zamanda Gheorge Hagi’yi de tanıdığı maçtır. Hoş, Hagi Galatasaray’ın Mustafa Denizli’yle Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı final oynadığı 1988-89 sezonunda Galatasaray’ı geçip finale çıkan Steau’nun dahi yıldızıydı. Yani o zaman bile çok da yeni bir yıldız değildi. Ama onu çoğumuz, en azından benim jenerasyonum bu maçla onu  gerçek bir uluslararası yıldız olarak tanıdık. Hagi’nin Arjantin’e o çok uzaklardan attığı o aşırtma golü unutulmaz. Romanya’nın son iki turnuvada final oynamış, Maradona’sız da olsa Maradona fiyakalı Arjantin’e karşı kazandığı o gece yarısı zaferi, o kaçmalı kovalamalı 3-2’lik maç elbette unutulmaz ama “takımım” İtalya’nın bu turnuva özelindeki fiyakalı takımlardan Nijerya’ya karşı oynadığı maç benim için hiç unutulmaz… Dakika 88’di o maçta ve skor Nijerya lehine 1-0’dı. İtalya ilk turda istediklerinin hemen hiçbirini yapamayarak grubundan zorlukla çıkmış, renksiz futbol oynayan, üst vitesi olmayan görüntüsüyle taraftarlarının turnuvaya dair başarı beklentisini azaltmıştı. 88. dakikaya girilirken ben de turnuvadaki takımımın elenişini, televizyonun karşısında taze fasulye yiyerek çaresizce izliyordum. O dakikada sahneye Roberto Baggio çıktı ve o sahneye 102. dakikada penaltıyla yine çıktı. İkinci turda, son sekiz takım arasında Fransa yoktu, İngiltere yoktu, Arjantin de, plase kıvamına gelmiş Nijerya da yoktu ama böylece, gözümde birden futbolun baş adamına dönüşen Baggio’lu İtalya vardı.

94 Dünya Kupası’nda çeyrek final büyük bir sürprizle başladı. BelkiStoickhov, Kostadinov, Leitchkov gibi isimlerin nasıl oyuncular olduğu o zaman da biliniyordu, hattaStoickhov o zaman da süper yıldız mertebesinde bir oyuncuydu, ama yine de Klinsmann’ın, Völler’in, Sammer’in, Mattheus’un dört sene önce aynı kupada zirveye çıkmış makinevari takımına karşı Leitckhov’un kafasıyla gelen Bulgar yarı finaline çoğumuz kolay inanamamıştık. Romanya-İsveç maçı çok iyi maç olacaktı, oldu da. Bu aşamaya gelmeyi hak eden iki takımın mücadelesi beklendiği gibi kıran kırana geçmiş, bizi futbola doyurmuştu. Brolin’in bir kez daha sahneye çıkmasının yanı sıra İsveç’in ünlü kalecisi Thomas Ravelli’yle de bu karşılaşmada kurtardığı penaltılar ve sağladığı İsveç zaferiyle tanışmıştık. İtalya-İspanya maçı öncesi aslında rahattım. Zor bir maç olacağını herkes biliyordu ama maç öncesi takımım İtalya turnuva takımı titriyle sanki nihayet o dönemlerin deneyimsiz İspanya’sının bir adım önünde değerlendiriliyordu. Bir de elbette Baggio faktörü vardı ve o faktör bu maçta da kendini gösterdi. İtalyanlar beraberlik durumuna gelen maçta “Baggio tek başına takımını taşıyor” gerçeğini İspanyollara karşı iyice pekiştiren bir zaferle, bir “hiçbir şey yapamayacaklar” turnuvasında daha bir şeyler yapmış olarak değerlendirilmelerini garantileyecek başarıyı daha hanelerine yazdırmış oldular. Brazilya-Hollanda maçı herhalde tartışmaya fazla açık olmayacak bir biçimde bu turun ve turnuvanın en iyi maçlarından biriydi. Turnuvadaki kimi maçların aksine sıcağa rağmen çok açık taktiklerle oynanmıştı bu maç. En başta Romario ve Bergkamp’ın karşılıklı skor gücüne güvenen bu iki yıldızlar topluluğunun oyununda Hollanda, Romario’nun da golünü kapsayan 2-0’dan Bergkamp’ınkini de içeren gollerle bir ara skoru 2-2’ye getirse de nihai sonucu Branco’yla Brezilya belirlemişti. Bu maç bile, tüm görkemine karşın yıllar sonra unutuldu. Ama Brezilya’nın ikinci golünü atan bebek yüzlü golcü Bebeto’nun o dönem doğan çocuğuna göndermeyle yaptığı gol sevinci hiç unutulmadı.

Ve yarı finaller... 1994 Dünya Kupası’nın yarı finalinde, çetin mücadeleler sonucunda elimizde kalan takımlar şunlardı: Brezilya, İtalya, İsveç ve Bulgaristan... Doğrusu ABD’deki ve dünyanın kalanındaki iki belki iki ülkenin vatandaşları hariç hemen hemen herkes de bu aşamada final için tek bir ihtimale kilitlenmişti. Evet, İsveç, Bulgaristan da iyi takımlardı, yıldızları, sağlam takım oyunları vardı ama finale giden yolda son atımlık kurşunlarını kullanma ihtimali olan devler hep bir adım önde olurdu. Yazının başında 94 Dünya Kupası’nın en sevdiğim dünya kupalarından biri olduğunu, maçlarını ilgiyle takip ettiğimi söylemiştim. İlginçtir, yarı finalden finale çıkması beklenen takımlara dair güvenimden olacak iki yarı final maçında da sık sık televizyonun başından kalktığımı, maçları çok da ilgili izleyemediğimi hatırlıyorum. Ama işte, Brezilya ve İtalya sonuçta bekleneni yaptılar. Yarı finaldeki 1-0’lık galibiyetin golünü de atan Romario böylece turnuvanın en başarılı oyuncuları listesine kalıcı biçimde adını yazdırırken bu listede onunla yarışa giren tek oyuncu olan Roberto Baggio da 2-1’lik (benim de çok emin olduğum) zaferin Bulgaristan’a karşı iki gol birden atan oyuncusu olarak turnuvadaki sıfatlarını, “takımını tek başına finale taşıyan adam” derecesine kadar genişletmiş oldu.

Final çok anlamlı bir finaldi. O güne dek dünya kupasını üçer kez kazanmış üç takımdan, turnuva tarihinin en başarılı üç takımdan ikisi, hücum futboluyla savunma futbolunun en değerli temsilcilerinin karşı karşıya geldiği bir final. Ve tabii Romario ile Baggio, turnuvanın en sükseli yıldızlarının da birbirinin karşısına çıktığı. Maç öncesi heyecanlıydım, çünkü bilindiği üzere sıkı bir İtalya destekçisiydim. Baggio, nam-ı diğer kutsal atkuyruğuna olan artmaktaki sempatim ve ülke olarak İtalya’ya olan sempatim yanında aslında İtalyan milli takımında duyduğum sempatinin bir kısmı da doğrudan oyun tarzlarına dayanıyordu. Brezilya’nın her şeyi çok kolay yapan, artistik ve gösterişli stilini dünyadaki pek çok insanın aksine ben hiçbir zaman sevemedim. İtalya’nın takım futbolu ve kollektif emeğe dayalı stiliyse 1994 finalinde de (şu yaratıcılıklarını büsbütün yitirdikleri dört beş senelik döneme kadar elbette) bana her zaman olduğu gibi özellikle tercih edilir geliyordu.

Final gündüz oynanıyordu. Hava sıcaktı, maç durgun başladı. Hatırladığım kadarıyla İtalya kendisinden beklenen savunma oyununa henüz maçın başında yönelirken, Brezilya da uzun süre İtalya’nın savunma disiplinini zorlayacak güçlü hamleleri yapamadı. Oyun bir süre sonra iç bayıcı bir hale dönüştü. Her ne kadar, direğe çarpıp Pagliuca’da kalan top dahil maç boyu gole daha yakın taraf hep Brezilya da olsa Brezilya ataklarının gerilimi dozajı asla çok artmayan gerilimi beni ara ara “Yiyecek miyiz?” diye hafifçe ürkütmekten başka işe yaramadı ve maç İtalya’nın daha çok istediği, ekran karşısında didinen küçük benim de hayli istediğim şekilde penaltılara gitti.

Maçı daha silik oynayan, defans yapan penaltıları genelde götürür ilkesine de uygun olarak artık İtalya’nın kazanmasını beklediğim, Brezilya’yı da kafamda yenilmesi güç bir konuma yerleştirdiğimden bir taraftan akıbetinden korktuğum penaltı atışları 1994, 1998, 2002, 2006, 2010, bana aynı zamanda izlediğim beş dünya kupasının belki de en dramatik anlarından birini yaşatan atışlar oldular.

Topun başına önce Milan’ın efsanevi savunma oyuncusu Baresi geçti, kaçırdı. Marcio Santos kaçırınca bu kalıbın o zamanlar elbette farkında olmayan ben “moral üstünlük” ün İtalya’ya geçtiğini hissedip sevindim. Albertini atınca da çok sevindim ama sonra Romario da attı.  Birer İtalyan ve Brezilyalı oyuncu daha attıktan sonra sıra ünlü 94 Şampiyonlar Ligi finalinde Barcelona’yı perişan eden Massaro’ya geldi. Massaro kaçırdı ve Dunga attı. Penaltı atma sırası turnuvanın büyük yıldızı Roberto Baggio’ya geldiğinde durum kritikti. Aslında Baggio atsa da Brezilya son penaltıyı atıp işi bitirebilecekti. Ama atamadı, Brezilya bu penaltıyla kupayı aldı ve takımını finale bir oyuncu bir takımı ne kadar taşıyabilirse öyle bir kuvvetle taşıyan yıldıza da turnuva boyunca kazandığı parlak sıfatların yanına takımını kupadan eden adam sıfatını da ekleyerek dizlerinin üzerine çökmek kaldı.

Objektif olarak değerlendirecek olursak 1994 ABD Dünya kupası futbol düzeyinin çok da yüksek olduğu bir turnuva değildi belki. Öyle olması beklenmiyordu ve öyle de geçmedi. İngiltere, Fransa hiç yoktu, Arjantin Maradona’sız çöktü, aslında Brezilya da dahil olmak üzere hiçbir dev maçlarında pek göz alıcı performanslar sergileyemediler. Ama benim izlediğim ilk dünya kupasıydı, benim için özeldi ve bu turnuvanın büyük maçları da hafızamda hatırladığım en büyük maçlar olarak özel yer aldılar. Başka yazılarda başka turnuvalardan da bahsederiz, kısa da bir yazı olmadı, şimdilik bu kadar.

 
Toplam blog
: 108
: 2011
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

İsmim Burak Çapraz. Buraya başladığımda 21'dim, öğrenciydim. Bir okul bitti ama hala öğrenciyim. İl..