Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

28 Eylül '15

 
Kategori
Tarih
 

Çileyle dolu bir ömür – Niyazi-i Mısri

Çileyle dolu bir ömür – Niyazi-i Mısri
 

“Zât-ı Hak’da mahrem-î  irfân olan anlar bizi

İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi.”

 

Malatya - 1618

Osmanlı, eski şatafatlı günlerini mumla arıyor, siyasi, askeri, idari anlamda tam bir duraklama dönemine giriyordu. Zaferle titretilen savaş meydanları yerini sessizliğe ve ağır mağlubiyetlere bırakmıştı. Osmanlı’nın hâkim olduğu coğrafya üzerine kara bulutlar çoktan sirayet etmişti bile. İşte böylesi bir dönemde Soğancızâde Şeyh Ali Efendi’nin evinde büyük bir telaş vardı. Doğum telaşı… Elest meclisinden kopup gelen bir ruh artık dünya aleminin misafiri olacak, Soğancızâde Şeyh Ali Efendi’nin ailesi evlerinin şenlendiren bu bebeğin ismini Niyâzi-î koyacaktır. 

Niyâzi-î, tasavvufla oldukça içli dışlı bir ailede büyümüştür. Babası bir Nâkşibendi şeyhidir. Oğlunu da bu tarikat ekseninde yetiştirmek istemektedir. Fakat bu isteği tam anlamıyla gerçekleşmeyecektir. Çünkü, Niyâzi-î daha 14 yaşındayken kendi yolunu çizmeye kararlıdır. O, bu ruhsal arayışında Nâkşibendiliği değil de Halvetîliği tercih edecektir. Tabi bu yol çok daha çileli ve yorucu bir yola düşmenin de diğer bir adıydı. İşin aslı o “bulanlar, ancak arayanlardır” sözünün gereğini yerine getiriyordu. Gerekirse bu yolda bir ömür harcayabilirdi. Harcayacaktı da zaten…

Niyâzi-î, Halvetîlik yoluna girdikten sonra Halvetî Şeyhi Hüseyin Efendi’ye intisap eder. Fakat kısa bir süre sonra Hüseyin Efendi vefat eder. Hüseyin Efendi’nin vefatından sonra ilmi gelişimini yarıda bırakmamak için Malatya’dan ayrılır. Diyarbakır, Mardin, Kerbela ve Şam’a oradan da Mısır’a kadar uzun bir seyahate çıkar. Bu uzun yolculuğu yaptığında henüz 23 yaşındadır. Kahire’de, Kâdirî tarikatından bir mürşide intisap ederek gündüzleri medresede ders, geceleri de tasavvuf eğitimi alır. Fakat, Niyâzi-î’nin yüreğinde büyük bir yangın vardır ve bu yangın Kahire’de sönmez. Almış olduğu eğitimler onu tatmin etmemektedir. Yüreğindeki yangının böylesine büyüdüğü bir dönemde bir rüya görür. 

Rüyasında hocası Ona; “beşeri ilimden vazgeçmedikçe tarikat ilmi sana açılmaz” deyince 23 yaşında gelmiş olduğu Kahire’den apar topar Anadolu’ya geri döner. Önce İstanbul’a, sonra Bursa’ya, en nihayetinde de Uşak’a gelir ve bir Halvetî Şeyhi olan Elmalılı Ümmi Sinân Halvetî Hazretlerine intisap eder. Aslında bu buluşma bir rüyada daha önceden gerçekleşmiştir. Şöyle ki;

Rüyasında, Niyâzi-î Mısrî’nin elinde bir güğüm vardır ve güğümü kalaylatmak için bir kalaycıya gider. Kalaycı der ki;  “Mısrî Efendi! Güğümün dışını herkes kalaylayabilir bu kolaydır. Asıl hüner onun içini kalaylamaktır. Öyle değil mi?”

İşte bu kalaycı, Niyâzi-î Mısrî’nin hayatını değiştirecek olan Ümmi Sinân Halvetî Hazretleridir. Ümmi Sinân Halvetî, Niyâzi-î Mısrî’nin iç dünyasını adeta bir kalaycı gibi şekillendirecek ve güzelleştirecektir.

Niyâzi-î Mısrî, hayatını önemli ölçüde değiştirecek bu kişi hakkında “İrfan Sofraları” adlı eserinin on dördüncü faslında şunları söyleyecektir;

“Akıbet şeyhim, göz bebeğim, kalbimin devası Şeyh Ümmî Sinan Elmalı’nın hizmetine ulaştım. Kalbimin şifasını onun hizmeti şerefinde buldum…”

Niyâzî-i Mısrî, Kahire’de bulamadığını Anadolu’nun o zaman için küçük bir kasabası olan Uşak’ta bulmuş ve iç dünyasına giden yolculuğun Rabbiyle buluştuğu noktasına büyük bir adım atmıştır. Gönlünü öyle birisine kaptırmıştır ki o ne yenilir, ne ters yüz edilir, ne acizdir, ne güçsüzdür. O Hakim-i Mutlak olan Allah’tır. Niyâz-î’nin benliği Allah aşkıyla yanmaya başlamıştır artık. Ve bu aşk kağıtlardan, kalemlerden taşar durur.

“Aşkın meyine ben kana geldim

Şevkin oduna has yana geldim”

Demiştik ya Niyâzî, çileli ve yorucu bir yolcuğa çıkmıştı. Her erenin dergahta eğitildiği gibi o da yaman bir eğitimden geçer. Çok sevdiği şeyhinden uzak bir taşrada her gün dergah için buğday öğütür ve dergaha geri getirir. Sadece buğday değil, çoğu zaman odun ve kırbayla su taşır. Bundan dolayı sırtında ve ellerinde yaralar oluşur.

Bu çileli eğitim en sonunda tamamlanmış ve Niyâzî-i Mısrî, şeyhinden hilafeti alarak insanları irşad görevini üstlenmeye hak kazanmıştır. Ama bu başka bir meşakkatli yolun kapısını açacaktır. İlk olarak Ümmi Sinân Hazretleri tarafından Uşak şehri için görevlendirilmiştir. Fakat bu görevlendirme Ümmi Sinân Hazretlerinin talebeleri tarafından tuhaf karşılanmıştır. Çünkü talebelere göre Niyâzî-i Mısrî daha büyük şehirlerde görev almalıdır. Örneğin Bursa gibi… Talebelerinin bu itirazlarını duyan Ümmi Sinan Hazretleri, “ben de biliyorum ki Niyâzî-i dünyalara sığmaz ama onun daha öğreneceği çok şey var” minvalinde şeyler söyleyerek talebelerine ikaz da bulunmuştur.

Niyâzî-i Mısrî, Uşak’taki görevi sırasında kendisini yoğun bir şekilde ibadete vermiş ve çok az bir ekmekle tüm öğününü geçirmeye başlamıştır. Dünyevi zevklerden kendini olabildiğince soyutlayan bu derviş için manevi zevkleri tatmanın da vakti gelmiş demekti. Az yemek ve çok ibadetle geçirdiği günlerden birisinde oldukça enteresan bir rüya görür.  Niyâzî-i Mısrî, bu rüyasını Mevâidü’l İrfân’da bakın nasıl anlatıyor;

“(…) Bir gün kullarının çokluğunu, fakat âbidlerin azlığını, zâhidlerin nadir olduğunu, âriflerin de Allah’a yakın olanlarının azdan az olduğunu; çoğunluğun fasıkların, âsilerin ve kafirlerin teşkil ettiğini ve bana göre bunların Allah’ın rahmetinden uzak bulunduğunu düşünüyor ve kendi kendime diyordum k; Acaba bu çoğunluğun hali ne olacak?

(…) Bunun sırrının Allah tarafından açılması için kalbimin burçlarında dolaşıyordum. Birden bana iki kanatlı büyük bir kapı açıldı. Kanatlardan birisine şöyle yazılmıştı:

‘Bu, dünyanın sırrıdır.’ Ötekine de: ‘Bu, âhiretin sırrıdır.’ Kapının hemen ardında güzel yüzlü, mütenâsip endâmlı, yüzünün nûrundan güneşin utandığı bir genç gördüm. Bana dedi ki:

Sana dünya ve ahiretin sırrı açıldı. Üzerinde beşerî elbiseyi ve izâfî varlığı (vücudu) at, kapıdan içeri gir. Tuhaf bir şey göreceksin ve sana ledünnî ilimler açılacak. Yüce Allah’a yakın ve uzak olanı bilecek ve dertlerden kurtulacaksın.’

Üzerimdeki elbiseyi çıkardım ve kapıdan içeri girdim…

(...) Sonra o hâlimle yaratılmışlara baktım. Gördüm ki benim zannımda âbid, zâhid, veliyullah olanların çoğu Allah’tan ve Onun rahmetinden uzaktır. Onunla Allah arasında gösterişten, işittirmeden, kendini beğendirmeden, nefsini temize çıkarmadan, böbürlenmeden, kendi nefsi yahut insanla hakkında Allah’a kötü zan taşımaktan, ya da zâhiren kendinden aşağı olana hakaret gözüyle bakmaktan meydana gelen bir perde vardır. Halbuki kendisi iyi yaptığını sanıyor. Ve zannımda fâsık, âsi, riyakâr, sapkın, bid’atçi, mülhid, zındık olanların çoğunu da Allah’a yakın, Allah’ın dostu, Onun sevgilisi gördüm. Bunlar, kalplerinde bulunan üzüntü, zillet, hulûs, Allah’ı bilme, kendi nefsi ve diğer kullar hakkında Allah’a iyi zan besleme, herkese tevâzu gösterme gibi sebeplerden bir sebeple Allah’a yaklaşmışlardı. Ve gördüm ki uzaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi kibir ve şöhret; Allah’a yaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi de tevâzu ve mahviyettir…”Niyâzî-i Mısrî, Uşak’taki görevi sırasında Denizli’nin Çal ilçesinden bazı kişiler, Çal ilçesini gelmesini, Niyâzî Mısrî’den sorumlu olan Mehmet Uşşâkî Efendi’den isterler. Bunun üzerine Niyâzî-i Mısrî’nin kısa süreli bir Çal görevi başlar.  Kısa sürelidir çünkü Çal halkı, Niyâzî-i Mısrî’nin kıymetini bilmez ve onu fazlasıyla incitirler. İşte Niyâzî-i Mısrî için zor günlerin yaşandığı bu günlerde Kütahya’dan bir derviş heyeti, Niyâzî-i Mısrî’yi Mehmet Uşşâkî Efendi’den rica ederek Kütahya’ya çağırır. Niyâzî-i Mısrî kendisini inciten ve kendisine zor günler yaşatan Çal halkından sonra Kütahya halkının kendisine karşı teveccühünden çok mutlu olur. O kadar mutlu olur ki, “Çal kasabasının ahalisini çalı ile kırmalı lâkin Kütahya ahalisini de cân-u dilden kayırmalı” der.

Niyâzî-i Mısrî’nin yolculuğu daha burada bitmez. Onun siyasi erkle mücadelesini, ona karşı neden Osmanlı idaresinin tavır aldığını, Rodos’a ve ardından Limni’ye sürgün edilişini, Niyâzî-i Mısrî’nin bedduasıyla Mondros Mütarekesi arasında kurulan bağlantıyı, Niyâzî-i Mısrî’nin kitaplarının nasıl yağmalandığını ve bu gönlü geniş kişinin bu yağmaya karşı ne cevap verdiği gibi bir çok konuyu da yazmaya devam edeceğim.  

Dipnot: Mustafa Tatcı’nın “Burc-ı Belâda Bir Merd-i Hudâ Niyâzî-i Mısrî” adlı eserinden yararlanılmıştır.

 
Toplam blog
: 6
: 572
Kayıt tarihi
: 04.06.14
 
 

Akdeniz Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Klasik Arkeoloji Bölümü Mezunu Arkeolog Sinad..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara