Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Şubat '07

 
Kategori
Felsefe
 

Ağaç diyorum, kütük anlıyorsun

Ağaç diyorum, kütük anlıyorsun
 

Eğer bir gevezeyseniz ve kelimelerle hiç kazanamadığınız bir savaşınız varsa, dil felsefesini keşfetmeniz sonunuz olabilir. Ağzınızdan çıkan her kelimenin anlamı, anlamsızlığı ve hatta varlığı sizi şüphe içinde kıvrandırır durur. En azından bana öyle oldu.

20'li yaşlarımın başıydı. Hararetli bir sevda yaşamaktaydım. Sevdalandığım adamla bir türlü anlaşamıyorduk. Beni deli ediyordu. Ben çok ama net konuşmakla övünürüm. O benim karmakarışık şeyler söylediğimi iddia ediyordu. Gözüne yandığım adam her söylediğime takacak bir kulp buluyordu. Ne desem ne anlatsam hiç kastetmediğim şeyler çıkarıyordu sözlerimden. Sonunda bir gün yüzüne haykırırken buldum kendimi "ağaç diyorum, kütük anlıyorsun". Ayrıldık.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Felsefede okuyan bir arkadaşıma ders çalışırken yardım ediyordum. O çalıştığı yeri anlatıyor ben de notlarından kontrol ediyordum. Analitik felsefeyle ilgili bir bölüme geldik. Kurucusu Wittgenstein'dir diyordu notlar ve bir cümle aktarıyordu ondan "The limits of my language mean the limits of my world" yani "kullandığım dilin sınırları, dünyamın sınırlarıdır". Daha önce üzerinde hiç düşünmediğim bir şeyden bahsediyordu. Dil... Her gün neredeyse hırpalayarak kullandığım, deforme etmekten büyük zevk aldığım ama üzerinde düşünmeye hiç ihtiyaç duymadığım bir şey. İlgimi çekti bu adam. Notları karıştırdım, başka elle tutulur bilgi yok. Resim teorisi diye birşeyden bahsediyor üstünkörü. Yine de kafamda bir ışık yandı aniden. Gözlerine sevdalandığım adamla aynı dili konuşuyorduk ama aynı şekilde konuşmuyorduk. Kelimeler ikimiz için aynı anlamları taşımıyordu. Özellikle özgürlük, rahatlık, eşitlik, ahlak gibi kavramlarda kitlenip kalıyorduk. Aynı kelimelerle farklı şeyleri kastediyor olabileceğimiz gerçeğini keşfediverdim birden. O günden sonra Wittgenstein denilen bu adamın peşine düştüm, izini sürdüm.

Düştüm düşmesine ama o zaman internet denilen şeytan icadı yok ki aradığını şıpın işi bulasın. Felsefe bölümünde okuyanların peşinden dolanıp yalvarıyordum "allah rızası için Wittgenstein hakkında bir bilgi kırıntısıııııı" diye ama nafile. Sonunda tesadüfen okul kütüphanesindeki tezleri karıştırırken Almancadan yapılmış bir çeviri buldum. Susuzluğumu biraz olsun dindirdim böylece. Sonra dil felsefesi ve semiyoloji üzerine çok şey okudum, çok düşündüm. Yine de Wittgenstein'in yeri ayrı oldu benim için. Kafa karışıklığı bana en yakın gelen adamdı ne de olsa.

"Karanlık olacağını söyledim. O, gün ışığından nefret ettiğini söyledi. Yalnız kalacağını söyledim. O, zeki insanlarla konuşarak beynine fahişelik yaptırdığını söyledi. Deli olduğunu söyledim. O, tanrının kendisini aklı başında olmaktan korumasını dilediğini söyledi. (Tanrı bunu kesinlikle yapacak) diye anlatıyordu dostu ve hocası Bertrand Russell, Wittgenstein'ı Norveç'e gitmekten vazgeçirmeye çalışmasını anlatırken.

Wittgenstein'den sonra onun teorileri üzerine tartışan, yazan, çizen pek çok kişi çıktı tabii. Ve eğer felsefeyle akademik olarak ilgileniyorsanız size modası geçmiş ve renksiz gelebilir teorileri. Ama benim için özel. Kişiliği ve yaşamının ayrıntıları ruhuma iyi geliyor. YKY'ni Cogitosu bir sayısını Wittgenstein'e ayırmıştı. Orada Wittgenstein'i sevmek için 50 sebep diye bir liste vardır. Çok severim o listeyi.

Benim kelimelerim ve hayal gücümle renklenmiş haliyle , hayatının kısa bir öyküsü var aşağıda. Felsefesinin derinliklerine inmeye kalkmadım. Hatta hayatının çok ilginç bir çok ayrıntısını atladım. Sadece kendi düşündüklerimi yazsam sayfalar sürer, içinden çıkamam diye korktum. Kısa hayat öyküsüyle yetineceksiniz bu seferlik.

Ludwig Josef Johann Wittgenstein 26 Nisan 1889'da Avusturya Viyana'da doğdu. Soylu ve zengin bir ailesi, sekiz kardeşi vardı. Etnik kökenleri oldukça karışık. Babasının ailesi yahudilikten protestanlığa dönmüştü. Annesi ise babası yahudi olan bir katolikti. Wittgenstein bir katolik olarak katolik kilisesi tarafından vaftiz edildi. Ondört yaşına kadar evde eğitim gördü. Daha sonra başladığı okulda Hitler'le sınıf arkadaşı olduğu ve Hitler'in yahudi düşmanlığının tohumlarını onun ektiği söylenir. Ne kadar doğru belli değil. Ama dengesiz kişiliği ve keskin zekası bir çok kişiyi çok rahatsız etmiştir, orası kesin. Berlin'de makine mühendisliği okudu, oradan İngiltere'ye havacılık mühendisliği okumaya gitti.Kaynaklarda ne işe yaradığı hiç belirtilmeyen bir makine icat etti. Matematikle ilgilenirken Gottlob Frege ve Bertrand Russell'la tanıştı. Felsefe çalışmaya ve Cambridge'de eğitim görmeye başladı. İki yıl sonra Norveç'e gidip inzivaya çekildi.

1913'te babası öldü ve Wittgenstein'a büyük bir miras bıraktı. Wittgenstein mirası dağıttı ve ertesi yıl başlayan 1. Dünya Savaşı'na katıldı. Madalyalarla ödüllendirilen pek çok kahramanlık yaptı. Esir düştü. İzini bulan ailesinin kendisini kurtarmasını reddetti. Savaştan döndüğünde elinde bir kitap taslağı vardı. Russell'ın yardımıyla basılan bu kitap Tractatus Logica-Philosophicus'tu

1922 yılında yayınlanan kitapta bütün felsefe problemlerini çözdüğünü iddia ederek söze giriyor ve felsefenin problem dediği şeylerin saçmalıktan ibaret olduğunu anlatıyordu. Kitabın yayınlanmasının ardından yeterince felsefe yaptığına karar verdi ve Avusturya'ya gidip küçük bir köyde öğretmenlik yapmaya başladı. Hayattayken basılan ve pek bilinmeyen ikinci kitabını bu sırada yazdı "telaffuz ve imla klavuzu". Mutsuz bir dönemdi. 1926 yılında geri döndü ve iki yılını Viyana'da kızkardeşi Gretl için minimalist tarzda bir ev inşaa ederek geçirdi. (Bu ev şu an Bulgar Kültür Merkezi olarak hizmet vermekte). 1929 yılında Cambridge'e Trinity College'e geri dönüp eğitim vermeye başladı. 1939 yılında profesör olduğunda birçok öğrencisini felsefe öğretmek üzere eğitim almaktan vazgeçirmişti. Öğrencilerinin bir kısmının eğitimlerini yarıda bırakıp fabrika işçisi oldukları söylenir.

2. Dünya Savaşı patlak verince üniversiteden ayrılıp bir süre Londra'da bir hastanede hademelik yaptığı, daha sonra bir başka hastanede laboratuvar asistanlığı yaptığı biliniyor. Savaştan sonra üniversiteye geri döndüyse de profesörlükten çok yazmakla ilgilendi. 1947 yılında istifa etti ve İrlanda'da inzivaya çekildi.

1950'de prostat kanserine yakalandığını öğrendiğinde, üzüldüğü şey bu tanı değil, doktorun ona bu hastalığın kesin olarak tedavi edilebileceğini söylemiş olmasıydı. "Yaşamayı sürürmeye hiç de hevesli değilim" demiş anlatıldığına göre. 29 Nisan 1951'de Cembridge'de öldü. Son sözleri "Tell them I've had a wonderfull life" oldu

"Onlara harika bir hayat yaşadığımı söyleyin"

 
Toplam blog
: 79
: 1562
Kayıt tarihi
: 24.07.06
 
 

1972 yılıydı. Doğdum. Evde hep kitap okuyan iki kişi vardı. Büyüdüm, okullar okudum. Birşey öğrenmed..