- Kategori
- Öykü
AHTAPOT
AHTAPOTUN LANETİ
Nerde o eski güzel günler. O eski, o güzel günler... Anlamsız görünen bir tekerlemeden başka bir şey kalmadı geriye. O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.
Bir başkaydı, bir başkaydı 80'li, 90'lı yılların dünyası. Şimdi, hayal meyal ancak hatırlayabiliyorum çocukluk günlerimi; kitapların kaç kilobayt değil, kaç sayfa tuttuğuna bakılırdı, şu minicik okur-yazarların yerine, her biri kilolarca çeken tozlu ciltlerin ağırbaşlılığı vardı, dizgi hatalarının hoş sürprizleri... (Müzelerde görmüşsünüzdür, ne de güzeldi eskinin buram buram kağıt kokan kitapları.)
Bankalar bilgiden çok para saklamak için kullanılırdı. Ya raflardan taşan klasörlerin, kağıt tomarlarının, evrakların sarhoş eden güzelim dağınıklıkları... Her bir şeyimiz dosyalarda saklanırdı, bilgiye erişim şimdiki gibi sıradan bir iş değil, gezegenler arası yolculuk kadar soluk kesici bir serüvendi. Ah, neydi o günler.
Bürokrasiye işin düştü mü bir maratondur başlardı. Heyecan, korku, endişe, neşe ve içini kemiren o anlaşılmaz duygu hep birden hücum ederdi. Haftalarca hazırlıktan sonra evdekilerle helalleşip düşerdin yollara, ilk uçuş denemesindeki bir çaylak gibi pır pır ederdi yüreğin. Yeniden doğardın, bürokrasi solurdun.
İlk denemende kayaya çarpmış gibi olur, kendine gelirdin. Çaresizliğinin, kimsesizliğinin farkına varırdın. Koşuşturan insanlarla tıklım tıklım dolu bürolar, daireler, koridorlar...
Hele memurlar, hele memurlar.
Her bir tüylerinde ayrı mahmurluk.
Mahmurluğu gidermek gerek. Kahveler içilir, fallara bakılır, dedikodu kazanı kaynatılır, örgüler örülür, hizmetliler azarlanırdı. Seninle ilgilenen olmazdı. Etkisiz elemandın, bir hiçtin. 'Neden'li, 'niçin'li bir şeyler geveleme cüretini gösterecek olsan, keman kaşlar çatılır, hokka dudaklar büzülürdü.
- Mevzuat böyle efendim.
"Ellerinden bir şey gelmez"di. Ve sen istenen 32 K'lık evrağı da toplar yeniden dayanırdın kapıya.
- Bugün git, yarın gel!, derlerdi.
Öyle yapardın. Çaylar, kahveler, meşrubatlar içilir, sigaralar yanardı... Bir kaplumbağa hızıyla akardı zaman. Sonra mucize! Her sabah güneşin doğuşu gibi bir mucize oluverir, daktilolar, telefonlar, fotokopi makinaları, ıstampalar birden canlanır; çay kaşıklarının şıngırtıları, "facit" makinası tıkırtıları ve klima tıslamalarıyla sigara dumanları püskürterek faaliyete geçerdi büro fabrikası.
Üç kat aşağı gönderirlerdi, oradan sekiz kat yukarı, tekrar aşağıya. Sonra öbür semtteki bilmem ne dairesine; orda da aşağı, yukarı, aşağı yukarı, aşa... Dizlerinin bağı çözülür, beyninin tası atardı. Aşağı yukarı, aşağı, yuk... Mekik dokurdun adım adım, kat kat, asansör asansör. Kan ter içinde kalırdın.
- Dilekçenin pulu yok, derlerdi. "Alındı makbuzunu niye getirmemiştiniz", başvuru süresi çoktaan dolmuştu, armudun sapı, üzümün çöpü vardı, keşke Recai Bey izne çıkmadan önce imzalatsaydınız, bu işlemin bilmem kaçıncı kanun hükmündeki kararnameye aykırı olduğunu bilmiyor muydunuz?
Nihayet:
- Yahu kardeşim, senin bizimle işin bitmiş, filan yerdeki falanca müdürlüğe gideceksin, derdi birisi. Giderdin. Oradan başka bir müdürlüğe, oradan bir başkasına. Başka yok mu? Çoook.
Ve asırlar geçerdi, bir mucize daha olurdu. Ağzında acı, ekşi bir tad, turunç tadı ve gözlerinde zafer sevinci. Ellerindeyse, -sımsıkı kavradığın- bürokrasinin altın yumurtası: 8 yazışma, 16 damga pulu, 64 imza ve 128 damgadan müteşekkil bir hazine. Daktilo silgileriyle, mürekkep lekeleriyle, düzeltme karalamalarıyla donanmış, yüz yetmişlik bir pimpirik kadar kırış kırış, buruş buruş bir evrak yığını.
- Eyoooo
Ne diyordum. Ha, nerde kaldı o eski, güzel günler. Evet, altın soyundan turunç suyuna düşmüştük ama yine de mutluyduk. Siz gençlerin hiç bilmediği bir mutluluk.
Derken o geldi; kum soyu, allansa da pullansa da, altın suyuna da batırılsa kum soyu.
Artık bütün formlar, belgeler ondan sorulur, ondan geçer oldu. Her belgede de sarı zemin üzerine kapkara, kocaman harflerle
KATLAMAYIN, KIVIRMAYIN, KIRIŞTIRMAYIN yazısı: KKK.
O geldi, geliş o geliş, bir daha çıkmadı hiç hayatımızdan. Bir zamanlar denizlerde daha çok kum vardı, o geldi, her bir silikon yongasına sıkıştırılmış kum taneleriyle, kum soyu. Bir zamanlar iş peşinde, evrakların arkasından koşuştururdu insanlar, can sıkıntısı için vakit yoktu; o geldi, yayıldı dört bir yanımıza, her yere yetişen sayısız kollarında dev ahtapotun. Unuttuk gerilimli evrak savaşlarının heyecanlarını, uzun bekleyişlerini, zaferlerini ve bozgunlarını. Istampalar, onay belgeleri, nüfus suretleri, daktilolar, damga pulları, mürekkep şişeleri... Sizin adlarını bile işitmediğiniz; bürokrasinin görkemli yapı taşları birer ikişer tarihe karıştı.
O geldi, güven verici kollarıyla erişti köşe bucağa, yuttuğu ve kustuğu her belgenin, her formun üzerine de kendi imzasını kazıdı, sarı zemine kapkara harflerle:
KATLAMAYIN, KIVIRMAYIN, KIRIŞTIRMAYIN.
Siz, KKK ile doğdunuz, onunla büyüdünüz. Hava gibi, su gibi hayatınıza karıştı, hemhal oldunuz. Onsuz bir dünyanın ne menem bir şey olduğunu hayal bile edemezsiniz: Klasör dağları dolaplar, dosyalar, dosyalar, dosyalar, çöp sepetlerinden taşan kağıt tomarları... (Müsvette sözcüğünün anlamını bilen kaç kişi var aranızda?)
Önce kağıt vardı. Tabula Rasa. Katlanabilen, kıvrılabilen, kırıştırılabilen, birinci hamur, ikinci hamur, üçüncü hamur, boy boy, top top kağıt.
- KKK geldi, mertlik bozuldu, derdi sevgili Ercü. Bu üç harfi yan yana görünce zıvanadan çıkardı. Onu bir yere kadar anlıyordum ama bir yere kadar. Çünkü ben de şu turist rehberliğine soyunan yumurta kafalı androitlere deli oluyorum mesela. Oluyorum ama, hiçbir zaman da Ercüment gibi keskin sirkelik yapmadım. Yapmam da. Ercü çizmeyi aştı. Bu da ona pahalıya mal oldu.
Hiç unutmuyorum, o gün, BVG-CSG (Boş vakit geçirme ve can sıkıntısını giderme) merkezindeydim. Geçmiş gün, Ercü de hatırlamadığım bir nedenle uğramıştı merkeze. Sinirliydi. Cinleri tepesine çıkmıştı. Ve o cinnet anında, durup dururken, dehşet verici bir şey yaptı: Gözlerimin önünde, standart formlardan birini katladı, kıvırdı, kırıştırdı! Hıncını alamadı, bir süre üstünde tepindi. Çıldırmış gibiydi.
- Bunu yapmamalıydın Ercü, diyebildim.
- Nedenmiş? Kimseye zarar vermediğim sürece istediğimi yaparım.
- Öyle ama, o belgeleri katlamak, kıvırmak, kırıştırmak dışında istediğini yapabilirsin. Onları KKK'layan kişi lanetlenir.
- Saçma! (Bağırıyordu.) Kocakarı saçması! İşte KKK'ladım, hiçbir şey olmadı, olacağı da yok.
-Göreceğiz, diyerek konuyu kapattım. Sessizce oradan uzaklaşmaktan başka çare yoktu.
Bekledik ve gördük. Araya uzun ve yoğun bir çalışma dönemi girmişti, inanır mısınız, günleme çalışmaları yüzünden bazen günde altı, evet altı saat çalışmak zorunda kaldım. Anlayacağınız epey bir süre sevgili Ercü'yle görüşemedik... Derken bir akşamüstü, vakit geçirmek için uğradığım barların birinde karşılaşıverdik: İnine güçlükle ulaşmış yaralı bir aslan, gözlerden uzak, loş bir köşede soluklanıyordu. Zayıflamıştı, çökmüştü. Tıraşsız yüzüne ölümün gölgesi ve karanlığı düşmüştü.
- Bu ne hal Ercü?
Yavaşça döndü. Mermer bir heykel gibiydi. Bir süre boş boş baktı yüzüme. Tuhaf, anlaşılmaz sesler çıkardı. Kendi kendine mırıldanıyordu.
- Bir içki ısmarlasan a... Bana kredili vermiyorlar.
- Niye? Herkesin çalışma kartında...
- Ona sor, diye kırıta kırıta yaklaşan garsonu gösterdi.
Sormadım. Bu garson, son modellerden biriydi (belki de ithal malı.) Yeni modellerle iletişim kurmak? Her zaman risklidir. Neme gerek. Birer Satürn kokteyli söyledik, Ercüment'i süzmeye devam ettim. Uzun uzun boş gözlerle baktı karanlığa. Neden sonra:
- Lanetlendim, diye kekeledi. Durakladı. İçkisinden bir yudup çekti. Kısık ve yorgun bir sesle anlatmaya başladı:
- KKK'ladığım belgeyi gönderdikten sonra bir uyarı yazısı geldi: "Lütfen belgeleri KKK'lamayın", diyordu. Canınınız cehenneme deyip bildiğimi okudum. Hemen bir uyarı yazısı daha geldi. "Bu son şansınız" diye başlayıp, "bindiğiniz dalı kesiyorsunuz, doktorunuza görünün" diye bitiyordu. Altta da o kahrolası "Bu belgeyi katlamayın, kıvırmayın, kırıştırmayın" repliği. Çok sinirlendim, çoook!. "Kim bindiği dalı kesiyormuş bakalım", deyip, bir kağıt parçası insan eliyle ne kadar hırpalanabilirse onun kat kat fazlasını yaptım ve belgeyi o haliyle geri gönderdim.
Hiç sesimi çıkarmadan dinliyordum. Yapabileceğim bir şey de yoktu zaten.
- Ve şimşek, ve yıldırımlar ve gök gürültüsü. Lanetler yağmaya başladı üzerime. Önce terminallerim çalışmaz oldu; gazete okuyamaz, randevularımı ayarlayamaz hale geldim. Sonra telefonum, televideom kesildi, elektrik ve suyum gitti. Anlayacağın evim başıma çöktü.
Gözleri dolmuştu.
- Şikayet etseydin...
- PTT'ye gittim. Oradaki görevli zamazingoya yurttaşlık kodumu vererek derdimi anlattım. Önce o standart Mona Lisa gülüşü belirdi yüzünde, rahatladım. Ama kayıtlara bakınca yüzü asıldı. Statik elektriğini üzerime boşaltırcasına, "Sen belgeleri KKK'lıyormuşsun" dedi.
Sesimin en yumuşak tonuyla, 'İyi ama ben PTT'ye hiç KKK'lanmış belge göndermedim ki" diyecek oldum.
Kollarımızdan birine göndermişsin, bu da yeter. Herhangi bir kolda olup biten her şey merkeze gider, oradan da bütün kollara. Senin için bir şey yapmamız mümkün değil.
- Bak Ercü, dedim. İnsan PTT hizmetleri olmadan da yaşayabilir pekala.
Acı acı güldü. Bir hortlağı andırıyordu.
- Asıl canıma okuyan felaket ay başında patlak verdi. Maaş bordrom iyi saatlerde olsunlara karışmıştı. Maaş kartımın ücret hanesinde yeller esiyordu. Müdürüme gittim. "Bordroyu ben hazırlamıyorum, benim yapabileceğim bir şey yok", dedi. Kimsenin elinden bir şey gelmiyordu... Karım terketti beni. Hizmetçiler kendi kendilerini devreden çıkardı. Düşünsene, çalışmayan bir ev. Ne bir ses ne bir nefes. A1 modeli bir robot bile yok.
Hıçkırmaya başladı
- İyi görünmüyorsun Ercü, dedim. Bir doktora görünsen.
- Sağlık karnemi iptal etmişler, diye haykırdı. Masayı yumrukluyordu.
Bir daha karşılaşmadık. Onu hemen hemen unutmuştum. Unutmamıştım elbet, ama bilirsiniz, bazen en sevdiklerinizin yüzü bile, görmeye görmeye solar, bulanıklaşır. Bizim zamanımızda, 'Gözden ırak, gönülden ırak' diye bir söz vardı... Yoksa, 'Göz görmeyince gönül katlanır'mıydı o? Unutmuşum. Bellek kartları yüzünden unutmak o kadar sıradanlaştı ki günümüzde... Yo, bunları vicdanımı rahatlatmak için söylemiyorum. Elimden bir şey gelmezdi. Sadece benim değil, kimsenin elinden bir şey gelmezdi.
Sabahları işe gitmeden önce, gazetelerin 10.30 baskılarını okumak adetimdir. Geçen gün de terminalin karşısına geçmiş, soma atıştırarak bulvar gazetelerinden birine göz atıyordum. Üçüncü ekranda, hani şu kayıp ilanları köşesi var ya, orada, Ercüment'in resmini gördüm birden. Üç boyutlu haline baktım, evet oydu. Aceleyle resmin altındaki haberi zoomladım:
"Yukarda resmi görülen ve kimliği saptanamayan şahıs, kentin arka sokaklarından birinde ölü olarak bulunmuştur. Tanıyanın...".
Daha fazla okuyamadım. Sevgili Ercü!. Henüz 140'ına bile varmadan...
Apar topar morga gittim. Gazeteden aldığım resmi ve haberi görevliye verdim. Beni uzun bir koridorun sonunda yatan birinin başına kadar götürdü.
Aman Allahım, Ercü'ydü bu, ama ne kadar değişmişti!
- Evet, Ercüment Kıvrak bu. En yakın arkadaşlarımdan biridir.
Görevli, cebinden portatif terminalini çıkardı, bir süre arşivi taradı.
- Kayıtlarda böyle birisi yok.
- Nasıl olur, diye haykırdım. Ercüment üç ay öncesine kadar vergisini hiç aksatmadan ödeyen birinci sınıf bir yurttaştı!
- Onu bunu bilmem ben diye antenlerini salladı görevli. Kayıtlarda ne varsa o vardır, kayıtlarda yoksa yoktur diye kestirip attı.
Sinirden tir tir titriyordum. Robotun yakasına sarıldım. Kendimden geçmiş, ne yaptığımı bilmiyordum. Robot birden geriye sıçradı:
- Ne yaptığını sanıyorsun sen sersem! Şu sokak serserisi, ne idüğü belli olmayan arkadaşın için kimsesizler yurduna çıkarılmış cenaze faturasını yere düşürdün!
DİKKAT:
KATLAMAYIN, KIVIRMAYIN, KIRIŞTIRMAYIN!
Art Buchwald’ın THE CURSE adlı öyküsünden uyarlanmıştır.
Kadir Güleç
Mustafa Arslantunalı.