Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Mart '17

 
Kategori
Felsefe
 

Aidiyet duygusu nedir ve ne işe yarar?

Aidiyet duygusu nedir ve ne işe yarar?
 

Bütün canlılar gibi insanlar da  “dürtüler” ile donatılmış olarak dünyaya gelir ve varlıklarını sürdürürler. “Aidiyet duygusu” dediğimiz canlıları içinde yaşadıkları zorlu doğa koşullarında daha başarılı olabilmeleri için “içgüdüsel” olarak “birlik ve beraberlik” içinde yaşamaya, toplumsallaşmaya, soysallaşmaya zorlayan duygu da “dürtülerin” bir tezahürü ve dışa vurumudur.

Birbirlerini hiç tanımayan, birbirleriyle en ufak bir ilişkisi bile olmayan hatta birbirlerinden yüzlerce kilometre uzakta yaşayan insanlar aidiyet duyguları doğrultusunda birbirleriyle “aidiyet bağları” kurarlar ve bu şekilde “sosyal” laşırlar. “Aidiyet duygusu” dediğimiz duygusallık da birbirlerini tanımayan ama aynı veya benzer “duygu, düşünce ve fikirler” i paylaşan insanların benzer “davranışlar” sergilemelerinin psikolojisinin bir tanımlamasıdır. 

En basit misaliyle örneğin Galatasaray takımını sevenler, tutanlar Galatasaraylı, cimbomlu olarak kendi aralarında gözle görülmeyen, elle tutulmayan bir “gönül bağı” kurarlar ve Galatasaraylı taraftarlar camiasını oluştururlar. Toplumsal yaşantımızda buna benzer sayısız “aidiyet topluluk” ları vardır. Örneğin “hayvan severler, sanat severler, spor severler” veya “dindarlar, dinsizler, laikler, solcular, sağcılar, ülkücüler, siyasi partilerin yandaşları, Atatürkçüler, çeşitli tarikat veya bin bir çeşit sivil toplum örgütleri” gibi.

Kısacası “aidiyet duygusu” nun birbirlerini tanımayan insanların toplumsallaşabilmesi üzerinde çok büyük etkisi vardır ve bu duygu sayesinde de birbirinden bağımsız insanlar arasında “ortak nokta” lar oluşur. Bu nedenle de “ortak nokta” ları olmayan insanların bir araya gelmesi, aralarında “gönül bağı” kurmaları kesinlikle olanaksızdır.

“Aidiyet duygusu” nun bir taraftan çok önemli ve insanları birleştiren, sosyalleştiren bir duygu olmasının yanı sıra yaşam üzerindeki olumsuz etkisi de yok değildir. Şöyle ki bu duyguyu paylaşanların ister istemez kendilerini o toplumun bir mensubu olarak hissetmeleri, benimsemeleri sonucunda “ben” olmaktan çıkıp “biz” olmaya başlamaları da negatif bir gerçekliktir.

“Biz” olmaya başlayan insanların da “sürüden uzaklaşanı kurt kapar” mantığı doğrultusunda ister istemez “özgürlük korkusu” na kapılıp, yalnız kalmaktan korkmaları çoğu zaman kaçınılmaz bir sondur.  “Mahalle baskısı” olarak adlandırdığımız ve çoğu insanın karşı koyamadığı bu baskı da aidiyet duygusunun doğal bir sonucudur. Çünkü burada, kendini korumak ve daha güçlü hissetmek istiyorsan o zaman bunun bedelini de ödeyecek ve senin belirlemediğin hatta zaman zaman aklına yatmıyor olsa bile toplumsal kurallara ayak uyduracaksın mantığı devreye girer.

“Aidiyet duygusunun” bir başka kötü bir yanı da farklı aidiyet duygularına sahip cemaatlerin, toplumların birbirlerini rakip olarak görmeleri ve de “ötekileştirme” leridir. Ötekileştirme olgusunun en basit misali de örneğin farklı takımları tutan toplulukların, mesela Galatasaraylıların, Fenerbahçelilerin veya Beşiktaşlıların en ufak bir futbol anlaşmazlığında hemen birbirlerini bir kaşık suda boğacak bir ruh haline girmelidir. Kısacası “aidiyet duygusu” muhakkak ki toplumsallaşmanın bir ön koşulu olmasına rağmen bunun yanı sıra da “özgür, bağımsız, tarafsız, objektif” olmayı zorlaştırmasının, sonuçta da “çatışma” ların nedeni de olmasıdır.     

Eskiden toplumlar büyük ölçüde “din ve inanç” toplumlarıydı ve dini inançlar toplumsal aidiyet bağını oluşturuyordu. Örneğin Osmanlı imparatorluğunda halk neredeyse tamamen dini inançları doğrultusunda yaşayan, düşünen bir “ümmet” ti ve bu nedenle de halk içinde toplumsal anlaşmazlıklar, çatışmalar pek çıkmazdı.

Osmanlı devleti egemenliği altındaki farklı din mensuplarının inançlarına pek karışmadığı için örneğin Ermeniler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar kolaylıkla bir arada “barış” içinde yaşabilmişlerdir. Çünkü dinler ayrı olsa bile Allah’da birdi, büyük ölçüde inançlar, günahlar ve sevaplar da birdi ve öldükten sonra da gidilecek cennet ve cehennem de birdi. Tüm bu nedenlerle de Osmanlı toplumunda halk büyük ölçüde “birlik ve beraberlik” içinde birbirleriyle barışık bir şekilde yaşayabiliyordu. Toplumsal yaşamda anlaşmazlığa neden olabilecek farklı düşünceler, ideolojiler ve dolayısıyla da toplumsal aidiyet birlikteliğini bozacak unsurlar yoktu. Bütün “inanç” toplumlarında olduğu gibi Osmanlı toplumunda da dini inançlara dayalı “aidiyet duygusu” son derece egemendi ama buna karşılık “soran. sorgulayan, statükoyu eleştiren, değiştiren” özgür “birey” olma bilinci henüz yeterince gelişmemişti. Bir cemaatin mensubu olmak insanlara güven ve huzur veriyordu.

Ancak ne zaman ki “aydınlanma” çağı sonrasında “değişim” rüzgârlarının esmeye, felsefi ideolojilerin havada uçuşmaya, toplumların siyasallaşmaya başlaması ve özellikle de “milliyetçi” ideolojive duyguların öne çıkmasıyla birlikte Osmanlı toplumunu bir arada tutan “aidiyet duygusu” nda da kırılmalar ortaya çıktı. Bu yüz yıllar boyunca var olan aidiyet birliğinin kırılmaya başlaması sonucunda da Osmanlı toplumu paramparça oldu ve o üç kıtaya yayılan topraklar üzerinde irili ufaklı birçok farklı “milliyetçi” duyguların dominant olduğu “aidiyet” toplumları oluştu ve birçok devlet kuruldu.

Osmanlı toplumu “aydınlanma” çağı sonrasında değişen zamana ayak uyduramamıştı. Şöyle ki “aydınlanma” çağı bizde “rönesans ve reform” hareketi olarak algılanmıştı. Oysa “aydınlanma çağı” her şeyden önce “dini” dogmatik öğretilerin “sorgulanmaya”, zihniyetin değişmeye başladığı, dünya anlayışının “sekülerleşmeye” yüz tuttuğu bir çağdı. “Rönesans ve reform” hareketi ise “aydınlanma” çağının sonrasında ortaya çıkmaya başlayan doğal bir sonuçtu.

Türkiye’de ise “dini” dogmalar hiçbir zaman sorgulanmamıştır ve günümüzde bile Türk halkı % 89’luk “dindarlık” düzeyiyle dünyanın en dindar ve inançlı, bu nedenle de en geri kalmış toplumlarından biridir.

Karşılaştırma yapmak gerekirse bilim ve teknolojide gelişmiş toplumların dindarlık düzeyi % 40’ların altına kadar inmiştir. Daha da ötesi İsveç veya Norveç gibi en gelişmiş, seküler toplumlarda bu oran % 20 lere kadar gerilemiştir. Bir “din devleti” olan İran’da bile dindarlık oranı % 83 iken “laik” Türkiye’de bu oranın % 89 olması analiz edilmesi, araştırılması gereken, son derece manidar ve düşündürücüdür.  

Dindarlık oranının yüksek olması aynı zamanda da “bilimsellik, objektiflik” oranının düşük olmasıyla eş anlamlıdır. Bu olgunun sonucunda da gerek sanayide, gerek eğitim sisteminde ve gerekse de refah düzeyinde geri kalmışlık kaçınılmaz bir sonuçtur. Dünyada dindarlık oranın yüksek olduğu hiçbir ülke gelişememiştir.   

Peki, Osmanlı imparatorluğunun doğal olarak parçalanması sonrasında, onun  mirasını devralan ve muasır medeniyetlere yaklaşmak hedefini güden Türkiye’de neler oldu?

Türkiye’de cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte kültürel, sosyolojik ve her şeyin başı olan “eğitim” anlamında maalesef çok büyük hatalar yapıldı.

Öncelikle Türkiye’de yeni ve modern bir ulus inşa etme, yeni bir “aidiyet noktası” kurma güdüsüyle aşırı ve katı bir “Türk milliyetçiliği” propagandası yapılmaya başlandı. “Bayrakları bayrak yapan kandır, toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır”, “varlığını Türk varlığına armağan etmek”, “vatan, millet, bayrak için ölmek” ve de “Ne mutlu Türküm demek”  gibi söylemler küçük yaşlardan itibaren karşı konulmaz bir ezber haline getirildi. Aklı hür vicdanı hür, soran sorgulayan, eleştiren birey olmak “suç ve günah” addedildi buna karşılık örf, adet, geleneklere bağlı olmak, devlete ve devlet büyüklerine itaat ve biat etmek “erdem ve fazilet” olarak pazarlandı. Toplumsallaşma yüceltildi, bireyselleşmek, “ben” olmak, “özgür” olmak, “aklı hür, vicdanı hür” birey olmak aşağılandı. 

Milliyetçiliği ön plana çıkarmak, Türklüğü övmek ve yüceltmek masumane bir eylem olarak görülebilir ancak bu yapıldığında “etki ve tepki” yasaları gereği o topraklar üzerinde yaşayan ve farklı etnik kökenli insanların da kendilerini aşağılanmış ve rencide edilmiş hissetmeleri de kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü bir şeyi haksız ve abartılı bir şekilde yüceltir, kutsarsanız o şeyle “aidiyet bağı” kuramayan başka insanları da küçük ve hor görmüş olur, sonuçta da onları “öteki” leştirirsiniz. Aşırı bir Türklük propagandası yapıldığında birilerinin de çıkıp “ya sev ya da terk et!” demeleri kaçınılmaz bir sonuçtur.

Gerçekten de Türklük odaklı propaganda yapıldıkça buna karşı “anti tez” olarak örneğin “Kürtlük” duyguları da kabarmış ve sonuçta da herkesin bildiği gibi “Türk – Kürt” çatışmaları da yıllar boyunca Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri haline gelmiştir. Oysa Türklük merkezli milliyetçi bir siyaset yapılacağına halklar arasında “eşitlik ve adalet” odaklı ve uzlaşmacı bir siyaset benimsenmiş olsaydı muhakkak ki çoğu sorun şimdiye kadar çoktan sorun olmaktan çıkabilirdi. Kaldı ki abartılı bir şekilde Türklük propagandası yapıldığında hiçbir Türk en ufak bir nitelik, herhangi bir artı değer kazanmaz, aksine kendi kendine hayran, kendi kendini öven, yücelten bir millet inşa edilmiş olur. Türk halkı “zekidir” dendiğinde bu propagandaya alet olan insanlarda kendilerinin gerçekten ama haksız bir şekilde “zeki” olduklarına inanmaya başlarlar. Bunun sonucunda da Türk insanı neden İsveç veya Norveç insanının gerisinde kaldığını anlayamaz. Anlayamadığı için de Türkiye’nin hemen hemen her alanda gözlemlenebilen geri kalmışlığına neden göstermek için “emperyalizm veya dış mihraklar” gibi bahaneler uydurur ve onların arkasına saklanır. 

Burada bir karşılaştırma yapmak gerekirse ABD’de birçok etnik kökenli insanın bir araya geldiği bir toplumdur ama orada “eğitim ve algı operasyonları” sayesinde hiçbir milletin, hatta dini farklılıkların öne çıkmasına izin verilmemiştir. Onun yerine “özgürlük ve demokrasi” kavramları propaganda edilerek herkesi kapsayan bir “aidiyet noktası” oluşturulmuş ve haliyle de herkes tarafından benimsenebilmiştir. Sonuçta da Türkiye’de Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Museviler “azınlık” lar olarak yaşamak zorunda kalırlarken ABD toplumu “azınlıksız” bir toplum olarak “barış” içinde yaşayabilmiştir. Çünkü din veya milliyetçilik duygusallığı değil “özgürlük ve demokrasi” dominant “aidiyet bağı” olarak kabul edilmiş, halk tarafından da memnuniyetle benimsenmiş ama bunun yanı sırada herkes yine özgürce “dini inanç” larını yaşayabilmiştir.    

Türkçülük akımıyla birlikte yüzyılların “İslâm”  dinide modernize edilmeye çalışıldı ve daha da vahimi “laiklik” ilkesi amacından saptırılarak sanki dinin “anti tez” iymiş gibi propaganda edildi. Buradaki amaç belli ki Osmanlı toplumundaki geri kalmışlığı yok etmek ve muasır medeniyetler seviyesine erişmekti. Ancak ne var din gibi “dogmatik” bir öğretiyi modernize etmek bir devletin ne haddidir ne de yapabileceği bir iştir. Kaldı ki “laiklik” ilkesi din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanmıştı ama devletin yoğun bir şekilde dini duygulara yön vermesi, kadrosunda on binlerce din görevlisi istihdam etmesinin laiklik ilkenin kendisiyle vahim bir çelişki teşkil edeceği kavranamamıştır.

Dini öğretilere inanırsınız veya inanmazsınız ama her şart ve koşul altında inananlara her neye inanıyorlarsa inansınlar “İnsan Hakları” gereği saygı duymak gerekir. Türkiye ise bu saygıyı göstermemiş ve laiklik paranoyası kapsamında 1.400 yıllık İslâmiyete devlet eliyle “ayar” vermeye kalkışmıştır.

Oysa din gibi dogmatik bir öğretiye ne şekilde olursa olsun ayar vermek akıl dışı bir çabadır ve sonuçta da “dogma dogma olmaktan” ileri gidemez ve bir “dogma” nın yerine başka bir “dogma” nın benimsenmesi kimsenin zihniyetini değiştirmez. Örneğin dini “dogma” yerine başka bir dogmatik öğreti olan “falcılığın, astrolojinin” veya “Atatürkçülüğün” benimsenmesiyle hiçbir kimse “bilinçli” olmaz aksine “inançlı” olmaktan bir adım ileri gidemez.

Dini dogmanın anti tezi, panzehiri sadece ve sadece objektif ve tarafsız olmayı önkoşul olarak kabul eden “bilim” dir ama “bilim ve bilimsellik” Türkiye’de hiçbir zaman ciddi bir şekilde propaganda edilmedi. Aksine “din sosyal bir ihtiyaçtır” ezberiyle yurdun dört bir köşesine İmam Hatip Liseleri, İlâhiyat fakülteleri, Kur’an kursları açıldı, Dil, tarih coğrafya fakültelerinde gerçek tarih yerine “resmi tarih” öğretildi ama “bilim” in önemi ve evrim teorisi genç nesillere doğru dürüst öğretilmedi. Türk halkı 21 nci yüzyılda hâla toplumların “sanat ve edebiyat” sayesinde geliştiğini zannediyor ama buna karşılık “bilim” den öcü gibi korkuyor. Sonuçta da toplumların “sanat, edebiyat ve spor” sayesinde değil aksine yalnızca “bilim ve teknoloji” sayesinde geliştiği yeterince propaganda edilmediği için anlaşılmadı.

Laiklik ilkesi anayasal kural haline getirildi, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu, Kur’an ve ezan Türkçeleştirildi de olumlu anlamda ne oldu?

Hiçbir şey olmadı!

Bu gün itibarıyla Türk halkının % 89’u hâlâ “dinin hayatında en önemli yeri tuttuğunu” düşünüyor. Kısacası muasır medeniyetler hızla “bilinç” toplumu olma yönünde ilerlerken Türkiye “inançlı” bir toplum olmayı “erdem, fazilet ve meziyet” olarak kabul etmeye devam etmiştir.

İşin en enteresan tarafı “laiklik” ilkesi Türkiye’de 1937 yılında batılı güçlerin baskısı sonucunda “mecburen” anayasa ilkesi haline getirildi. Ama gelin görün ki dünyada Türkiye haricinde laiklik ilkesinin anayasa kuralı haline getirildiği sadece 4 ülke vardır ve bunların hiçbiri de laiklik ilkesini bizde olduğu gibi“dogmatik” ve “ezberci” bir şekilde uygulamaz. Örneğin Japonya’da da laiklik ilkesi anayasal bir kuraldır ama Japonya parlamentosunda dini referans olarak kabul eden partiler de bulunmaktadır. Avrupa’da ise hemen hemen her ülkede Hıristiyan demokrat partileri vardır. Daha da ötesi hiçbir Japon vatandaşı “Japonya lâiktir, lâik kalacaktır” diye sokaklara ve meydanlara çıkıp “ezberci” sloganlar atmaz. Laiklik sadece Türklere has bir ezberdir ve bu gidişle korkarım sonsuz kadar da öyle kalacaktır.   

Laiklik ilkesinin ortaya çıkardığı sonuç tüm belgeleriyle ortadadır. Günümüz Türkiye’sinin uzun yıllardan bu yana bir “laik – dindar” çatışması içinde olduğu inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya çıkmıştır. Peki, bu çatışmada kim kazandı? Dindarlar mı? Lâikler mi?  Bu çatışmayı körükleyen devlet mi?

Kimse kazanmadı ama şu da bir gerçektir ki Türkiye 2002 yılından bu yana dini referans olarak kabul eden ve günden güne güçlenen siyasi bir parti tarafında yönetilmektedir. Buna karşılık Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu CHP’nin iktidar olma şansı ve hatta niyeti yok denecek kadar azdır.  Çünkü CHP yıllardır sadece Atatürkçülük ve laiklik odaklı siyaset yapmaktadır. Oysa ne Atatürkçülük ne de laiklik insanların karınlarını doyuran fikirler değillerdir ve bu nedenle de bunların güçlü bir "aidiyet noktası" olma şansları yoktur.  Kaldı ki gerek Atatürkçülük ve gerekse de laiklik evrensel değerler değildir. 

Evet, laiklik ilkesi kimseye en ufak bir şey kazandırmadı ve Türkiye muasır medeniyetlere bir adım bile olsa yaklaşmadı.   

Neredeyse tamamı Müslüman olan Türk halkı son derece gereksiz bir şekilde, kimseye en ufak bir yararı olmayan  “laik – dindar” kutuplaşmasına itildi. Yüzlerce yıl boyunca bir arada aynı dine inanan, barış içinde yaşayan insanlar yapay bir şekilde birbirlerine düşmanlaştırıldı. Ama Türk halkının zihniyeti hemen hemen hiç değişmedi.

Bırakın dindarları en katı ve ezberci laikler bile yüzlerce yıldır olduğu gibi günümüzde de “fatiha” yı veya “besmele” yi hâlâ Arapça olarak ezberler ve okur. Hani Kur’an ve ezan Türkçeleştirilince zihniyet değişecekti?

Kimse kimseyi kandırmaya çalışmasın. Laiklik kavramı anayasaya yazıldı, anayasal kural haline getirildi diye hangi halkın, hangi toplumun “zihniyeti” değişti ki Türk halkınınki değişecekti? Neticede zihniyet neredeyse bir asırda zerre kadar değişmedi. En lâiklerimiz bile kader, kısmet, nazar, maşallah, inşallah gibi kelimeleri ağzından düşürmüyor, “inançlı ve umutlu” olmayı bir marifet sayıyor, kişisel gelişimcilerden medet umuyor, falcılık en gözde mesleklerden biri kabul ediliyor ama bilimden, bilimsellikten öcü gibi korkuluyorsa zihniyet ne kadar değişmiş olabilir ki?

Evet, yeni, modern ve çağdaş bir ulus inşa etmek için mutlaka bütün halkı kucaklayacak ve onların tamamı veya çok büyük bir çoğunluğu tarafından benimsenebilecek “aidiyet noktaları” nın esdeyişle “amaçlar, idealler” in belirlenmesi ve propaganda edilmesi gerekir. Toplum mühendisliği dediğimiz olgunun gereğidir.

Ancak ne var yeni, devrimci, geliştirici yeni “aidiyet duyguları” olması beklenen, gereken bu “idealler” in mutlaka ve mutlaka “somut, gerçekçi, akılcı” idealler olması gerekir. Öyle ki bu “idealler” in benimsenmesi ve amaç haline getirilmesi için herkesin ama herkesin bu “idealler” den bir yararı, kazancı veya en azından gerçekçi bir beklentisi olsun ama kimseciklerde bu “idealler” e karşı olamasın. Ne kadar ulu, yüce, kutsal veya mübarek olursa olsun insanların karnını doyurmayan, onlara somut bir yarar sağlamayan “ideal” gerçek bir ideal olamaz ve “ezber” olarak kalır.

Ortak “amaç ve idealler” in belirlenmesinde en önemli faktör “aidiyet duygusu” oluşturması beklenen “düşünce ve fikrin” birleştirici olması ve asla kutuplaştırıcı bir öğreti olamamasıdır. Örneğin “din” binlerce yıl boyunca toplumları birleştiren bir “aidiyet duygusu” oluşturabilmiştir. Ancak dünyanın küreselleşmeye başlaması ile birlikte farklı dini inançlar birbirleriyle karşıt “anti tez” ler oluşturmuşlar ve bu seferde din merkezli  “medeniyetler çatışması” yaşanmaya başlamıştır. Bu nedenle de kapalı toplumlarda din gibi “aidiyet duygusu” oluşturabilen bir “ideal” evrensel platformda çatışma nedeni olur ama asla evrensel bir “aidiyet bağı” oluşturamaz. Nitekim günümüzde dünyada yaşanan bütün savaşların “din ve mezhep” farklılıklarından oluşan savaşlar olduğu da ayrı bir gerçekliktir.

“Aidiyet duygu” larının bir önemli özelliği de o duygusallıkların zamanla “değişim” e uğrayabilmeleri ve günü geldiğinde de etkisini kaybetmesidir. Thomas Kuhn’un “paradigma kayması” olarak tanımladığı olgu da işte budur. “Aidiyet duyguları” inandırıcılığını veya birleştiriciliğini yitirdiğinde yeni bir “aidiyet duygusu” na ihtiyaç duyulur. Çünkü toplumları toplum yapan yegâne şey bütün toplumun aynı “aidiyet duyguları” nı benimseyip “birlik ve beraberlik” içinde yaşayabilmeleridir.  Ortak bir “aidiyet duygusunu” paylaşmayan insanlar “toplum veya halk” değil olsa olsa milyonlarca insandan oluşan bir “kalabalık” tır.

Nitekim uzun yıllar boyunca ABD’yi birlik ve beraberlik içinde tutan özgürlük ve demokrasi odaklı “aidiyet duygusu” şimdilerde artık erozyona uğramaktadır. ABD’de de cumhuriyetçiler ve demokratlar uzun yıllardır bir kutuplaşma sürecine girmişlerdir. Nitekim son başkanlık seçiminden hemen sonra yeni başkana karşı protestolar ve sokak çatışmaları başlamıştır. Oysa eğer halk hâlâ “demokrasi” ye inanıyor olsaydı kim başkan olursa olsun o başkanın bütün halk tarafından benimseniyor olması gerekirdi.

Uzun zamandır gözlemlenebilen bu trend muhakkak ki zamanla sertleşecek ve en sonunda da “özgürlük ve demokrasi” kavramları da sorgulanmaya başlayacaktır. Kaldı ki ABD halkının da günümüzde artık “mutlu ve mesut” bir şekilde yaşayan bir toplum oluşturduğu iddia edilemez. Aksine ABD’de toplumsal “birlik ve beraberlik” çoktan erozyona uğramıştır. Günümüzde ABD’nin sayılamayacak kadar çok sosyal sorunlarla boğuştuğu da ayrı bir gerçekliktir.

Türkiye Cumhuriyeti’de NATO’ya girip çok partili demokratik hayatı benimsemeye başlaması ile “özürlük ve demokrasi” rüzgârından fazlasıyla nasibini almıştır. Ancak bu değişim sonrasında da ciddi bir şekilde “kamplaşma, kutuplaşma” sarmalının etkisinde kalmıştır. 1950 sonrasında CHP-DP kutuplaşmasıyla başlayan bu kutuplaşma süreci zamanla “ülkücü- devrimci” , “sağcı-solcu”, “Doğru yolcu-  CHP li”, ANAP-CHP”, “laik-dindar”, en nihayetinde de “AKP-CHP” çatışmasına dönüşmüş ve Türk halkı hiçbir zaman güven, barış ve huzur ortamı içinde yaşayamamıştır. Peki, tüm bu hemen hemen herkesin bir şekilde bizzat taraf olduğu çatışmaların, kutuplaşmaların sebebi neydi?

“Demokrasi” halka yıllar boyunca “uzlaşma ve hoşgörü” kültürü olarak tanıtılmış ve propaganda edilmiştir. Oysa demokrasi bir “kültür” değil sadece ve sadece basit bir “seçim” sistemidir. Kaldı ki demokrasi insanlara sadece bir seçim hakkı verir. Bu seçimin konusu da sadece ve sadece “devlet” dediğimiz sosyal kurumu kimin, hangi siyasi partinin yöneteceği sorusudur. Halk kendi siyasi tercihini belirlemek üzere seçim sandığına gider ama sandıktan çıkan sonuç “birlik ve beraberliği” göstermez aksine halkın kaç parçaya ayrıştığını gösterir.  

Demokrasi, gerçekte birbirlerinden farklı insanların benimsedikleri sübjektif “aidiyet duyguları” doğrultusunda oy verdikleri bir seçim sistemidir. Demokratik seçimlerde devleti en “iyi, doğru ve akılcı” bir şekilde hangi siyasi partinin yöneteceği sorusu cevaplanmaz. Cevaplanan tek bir soru varsa o da her siyasi partinin kaç tane taraftarı, sempatizanı olduğu sorusudur. Bu nedenle de demokrasi kavramı da halkları, seçmenleri “birleştirici” değil aksine “ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ve ötekileştirici bir kavram” dır. Nitekim son 1 Kasım genel seçimlerde ortaya çıkan siyasal harita halkın kaç parçaya bölündüğünü açık ve net bir şekilde aşağıda belirtildiği gibi belgelemiştir:

AKP       oy oranı         % 49,5

CHP       oy oranı         % 25,3

MHP       oy oranı         % 11,9

DHP       oy oranı         % 10,8

Her siyasi partinin aldığı oy oranı o partinin farklı “aidiyet duyguları” olan seçmenleri olduğunun sayısal bir ifadesidir. Ancak burada görüldüğü gibi 4 parçaya bölünmüşlük aslında Türkiye’deki parçalanmışlığı tam olarak göstermez. Çünkü Türkiye’deki % 10’luk son derece yüksek seçim barajı halkı göreceli olarak büyük siyasi partilerde birleşmeye mecbur etmektedir. Oysa bu yüksek seçim barajı tamamen kaldırıldığında da sadece 4 değil en azından 8-10 siyasi partinin meclise gireceği ve bu şekilde parçalanmışlığın asıl boyutunun ortaya çıkacağı muhakkaktır.   

Demokrasinin halkı, toplumu “ayrıştırıcı” bir etkisinin olmasının tek nedeni demokrasinin insanları “birleştirici” bir işlevinin olmamasıdır. Nasıl seçim yaparsanız yapın sonuçta daima bir “çoğunluk” ve bunun yanı sıra “en az bir” veya daha çok sayıda “azınlık” olacaktır. Oysa bir toplumun “birlik ve beraberliği” nden söz edilecek ise o toplumun “tamamını” içine alacak onların hepsini kucaklayacak ve de kimsenin ona karşı olmayacağı bir “aidiyet duygusu” nun geliştirilmesi, halka propaganda edilmesi gerekir. Bu da ancak ve ancak “demokratik toplum”, “inanç toplum” u veya “laik toplum” olarak değil kayıtsız şartsız bir “hukuk toplumu” olarak mümkün olabilecektir.

Din, demokrasi veya laiklik gibi kavramların hiç biri herkesin kabul edebileceği, benimseyebileceği kavramlar değildir. Bu nedenle de “din, demokrasi, laiklik” merkezli “aidiyet toplumları” eninde sonunda çökmeye ve dağılmaya mahkûmdur. Buna karşılık  “hukuk” herkese lâzımdır, herkese gerekir. Çünkü “hukuksuz” bir toplumda “iyi ile kötü”, “doğru ile yanlış”, “haklı ile haksız” daima birbirlerine karışır ve sonuçta da her zaman “güçlü” olanlar kazanır. Güçsüz olanlar ise daima “ezilmeye ve sömürülmeye” mahkûmdurlar.

Buna karşılık “hukuk” tam ve eksiksiz olarak belirlendiğinde, siyasetten arındırıldığında kimin veya neyin “iyi- kötü” “haklı-haksız” olduğunu belirleyecek olan bir kavramdır. Bu nedenle de objektif, bilimsel bir eğitim verildiğinde hukuğun en yüksek “ideal” olması ve herkes tarafından benimsenmesi kolaylıkla mümkündür.

“Hukuk” her zaman ve herkese lâzımdı ama günümüze kadar hiçbir toplumda tam ve eksiksiz olarak uygulanamamıştır. Bu nedenle de “haksız ve hukuksuz” olarak yaşamayı hiçbirimiz kabullenemeyeceğimiz, içimize sindiremeyeceğimiz için hepimizin “hukuku ve hukukun üstünlüğü ilkesini” en üst “ideal” olarak kabul etmemiz ve “hukuk” merkezli bir “aidiyet duygusu, aidiyet toplumu” oluşturmamız gerekir.

Çok yakında yapılacak bir anayasa referandumu vasıtasıyla yeni bir “kamplaşma ve kutuplaşma” içine gireceğiz ve bu referandum bile “demokrasi” nin ne kadar “ayrıştırıcı” bir kavram olduğunu tekraren gösterecektir. Şöyle ki, referandum nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın halkımızın en azından yarısına yakın bir bölümü ortaya çıkan sonucu benimsemeyecek ve içine sindiremeyecektir. Peki, halkının en azından yarısının “mutsuz” olacağı bir ortamda halkın “birlik ve beraberlik” içinde yaşayabileceğini düşünebilir miyiz?

Sizi bilemem ama ben düşünemiyorum ve bu şartlar altında halkın her geçen gün biraz daha fazla “kamplara” bölüneceğine, Türkiye’nin biraz daha “parçalanacağına” muhakkak gözüyle bakıyorum.

Halkının ortak bir “aidiyet duygusu” nu paylaşmadığı bir toplum eninde sonunda parçalanmaya, bölünmeye mahkûmdur…

27 Mart 2017

Mustafa Atilla

matilla@windowslive.com

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..