Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ekim '06

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Aldatıyorum öyleyse varım!!!

Aldatıyorum öyleyse varım!!!
 

İnsan bazen bir yazı yazmak, içindeki zehri, coşkuyu ya da çelişkileri aktarmak için dayanılmaz şekilde arzu duyarken, aynı anda tuhaf bir tıkanıklık da yaşayabiliyor. Sanki kalemi elinize alsanız sular seller gibi yazacağınıza inandığınız anlarda; aklınızdaki düşüncelerin, yüreğinizdeki duyguların kaleme açılan bir kapıda, infial geçirmiş insanlar gibi tıkanıp, adeta birbirini ezdiğini, hareketsiz kıldığını hissediyorsunuz. Nedir sebebi bilemiyorum. Belki aşırı yüklenme, belki bilinçaltı çelişki, belki de farkında olmadan asıl söylenmek isteneni bastırma güdüsü. İşte ben de herkesin ağzına pelesenk olan, film, roman, dizi, makele şeklinde topluma ulaşan “aldatma- aldatılma” konusunda, bir yandan söyleyecek çok sözüm varmış gibi bir heves, öte yandan bu konuda her şey zaten söylenmiş, yazılmış gibi bir bezginlik içindeyim.

İlk kez çocukken Türk filmlerinde tanıştığım sadakatsizlik olgusu, Suzan Avcı gibi fettan kadınların ya da daha nadiren de olsa Kenan Pars gibi güçlü ama “kötü” erkeklerin tekelinde, av ve avcı fikrini belleklerimize kazıyan, aileleri yok eden, felaketlere sürükleyen, nadim olan erkeklerin doğru yola dönebildiği, kadınların ise ancak ölerek şereflerini kurtarabildiği, aniden ortaya çıkan korkunç bir hastalık gibi gösterilirdi. Yani ana fikir şuydu; kötü eş (partner) yoktur, onu kötü yola sürükleyen içine şeytan girmiş kadınlar veya adamlardır. Bu durumda doğal olarak sevgi, aşk gibi kavramlar sadece birlikte olunan ilk kişiye atfedilir, araya giren şahıs ise tensel zevklerin tutkusu ve/veya maddi güç ihtiyacı ile yetinmek durumunda kalırdı. Yani klasik deyişle, onlar vücutlara sahip olurdu ama ruhlara asla!

Daha sonra, biraz daha büyüdüğümde, annemin, komşu teyzelerin aralarındaki hararetli konuşmalardan, filmlerdeki olayların gerçek yaşamda da varolduğunu anlamıştım. Bahsedilen “öteki kadınlar” canlanıp beyazperdeden çıkmıştı sanki. Haset ve fesat taşan konuşmalarla, “gözü körolası aptal kocalarının” aklını çelen, aile kadınlarında olmayan maharetlere sahip bu kadınlara ileniyorlardı. O zamanki aklım bazı şeyleri yerli yerine koyuyordu da, nasıl olup o kelli felli adamların bir kadın tarafından kandırılmış olacağını anlayamıyordum bir türlü. “Öteki adamlar” ise pek ortalıkta yoktu, en azından benim olduğum yerde.

Yıllar geçti, büyüdüm, genç kız oldum ama aldatma-aldatılma konusunu hala anlayamıyordum. Henüz körpe zihnime yaşanmışlıkların tortusu çökmediğinden düz mantıktan öteye geçemiyor, başkasından hoşlanan kişinin neden mevcut partnerini hemen terk etmediğini ama daha öncesi neden bir partneri varken başkasına ilgi duyduğunu anlayamıyordum. İnsan eğer başka birini sevmeye başlamışsa diğerini seviyor olamazdı ki. Arzulamaksa mesele sadece, o zaman da insan sevdiğinden başkasını neden arzulasındı? Hele aşık olmuşsa aşkı için dağları delmeliydi! İşin içinde aşk yoksa mı? İyi ama insanlar neden aşık olmadıları birisiyle beraber olsundu ki? Şaka mıydı tüm bunlar???


Galiba ilk ayırdına vardığım, aldatan kişinin hiç de öyle sütten çıkma ak kaşık olmadığıydı. Yani her zaman öyle filmlerdeki gibi şeytani kadınlar, adamlar düz yolda gidenleri ayartmıyordu . O insanların hepsinde bilinçaltı bir arayış, bir bekleyiş vardı aslında. Bunu anladıktan sonra onları, o noktaya hangi duygu ve düşüncelerin getirdiğini çözmeye çalıştım. Kadın ya da erkek bir ilişkiye severek başlıyorlardı. Hatta daha ileri gidip evlenmeye, hayatlarını birleştirmeye karar veriyor, bazen bunun için maddi manevi büyük savaşlara giriyor, ailelerini bile reddediyorlardı. İstisna olan klinik vaka bir kaç kişi dışında, kimse işin başında üçüncü bir kişiyi düşünmüyordu da sonra ne oluyordu? Çeşitli sosyolojik ve fizyolojik açıklamalar vardı ortalıkta. Erkeklerin çokeşlilikten geldiği, kırsal ve şehir kökenli olmanın etkileri, libidosu yüksek olmanın özrü vs. vs. Aslen tarih boyunca milyonlarca insanın yaşadığı bu olayı, sadece üç beş kategoriye ayırmak aptallık olur. Temelde aynı sebeplere dayansa bile her ilişkinin ayrı bir hikayesi, ayrı bir çözülme süreci ve kırılma noktası var. Peki nedir bu ihanet denilen şey gerçekte? Herhalde çeşitlemeye kalksak sayfalar sürer ama bir türüne değinmek istiyorum. Günümüzde yüksek sesle söylenmese de fısıltısı süren bir aldatma çeşidi var; evlilik (ya da ilişki) kurtaran aldatma deniyor bunlara. Kimi hesaplı ama çoğu hesapsız aslında.


Öncelikle bir başkaldırış, bir isyan, blöfe karşı rest var derim o ilk gidişte. Hayat mücadelesinin, ev işlerinin, çocukların yorgunluğunu bir evlilik yılgını olarak yaşayıp yaşatan kadınlara ya da iş toplantıları, iş seyahatleri hiç bitmeyen, ev, araba, kariyer savaşı uğruna aile sorumluluklarını unutuveren kocalara “seni çok ikaz ettim ama dinlemedin, inanmadın; sen bilirsin artık ben de bu yolu seçerim çünkü çok yalnızım” der gibi, bir hükmün sessiz infazı. Tıpkı yorulmuş, boğazına kadar batmış kumarbazın soğuk terler dökerek, eli titreyerek de olsa bir ümitle son kartı çuhaya fırlatışı, son şansı kullanışı. Sonra... Sonra her şey değişebilir; çünkü bu bir kumar aslında. Ya ceketinizi bile bırakıp kalkarsınız kumar masasından, her şeyi tüketmişliğin, yolun sonuna gelmişliğin ürkütücü rahatlığıyla çıkarsınız kapıdan; ya da umutsuzluğunuzu umuda dönüştürür, kaybettiğiniz her kuruşu, döktüğünüz her damla teri geri alırsınız fazlasıyla. Tek farkla ki, bu durumda bir kumarın orta yerinde olduğunuzu çok sonra anlarsınız; bazen yapayalnız, eğlenceden geriye kalmış bir enkazın orta yerinde mağlup ve pişman; çoğu kez ise, ummadık anda zenginliği yakalamışların şaşkın sevinciyle, o zenginliğin kumara otururken zaten sizin olduğunu unutmuş bir halde mutluluk naraları atarken bulursunuz kendinizi. Her şeyini kaybetmiş, son şansını oynayan kumarbazın, o son kartı atarken, “rest” demeye karar verirken yüreğinde duyduğu korku ve o korkuyu yenmeye çalışırken verdiği mücadele, o gecenin, belki hayatının kırılma noktasıdır. Sadece ilk seferinde hissedilen, tekrarı halinde etkisi kalmayan, o güne dek doğru bildiğiniz her şeyi yanlış, sizi başka birisi kılan o kahrolası kırılma noktası. Artık aynaya her baktığınızda kendinizi değil, savaşı kazanmak için her yolu denemiş bir kumandanın, vicdanıyla gururunun sonsuz çarpışmasının izlerini taşıyan silüetini göreceksiniz hayat boyu. Bilmem değer mi? Bilmem bu başarının tatminiyle ruhunuz huzura erer mi?

Reklam için her yol mübahtır derler; ya evlilikleri, ilişkileri kurtarmak için? Aslında eşini çok seven ve onunla bir hayatı yıllarca paylaşmak isteyenler, evinin düzeninden, akşamları sizi karşılayan güzel sofralardan, canınız istediğinde –ama sadece sizin canınız istediğinde- yanı başınızda hazır ve nazır bir kadından vazgeçemeyen beyler; eşinin doğal sosyal güvenlik sistemi gibi gören, doğanın bahşettiği annelik içgüdüsünü yaşamak için erkekleri damızlık kullanan hanımlar bu mudur evlilik kurtarma harekatınız? Heyecansızlaşmış, sünmüş hayatınızı arada bir başkaları ile renklendiriyor, üstelik bunu kendinizi rezil etmeden, duygusal bunalıma girmeden yapabiliyorum diye böbürleniyorsanız, evliliğini kurtardığınızı gerçekten onaylamalı mıyız bizler de acaba?

“Onaylamıyor musunuz zaten?” dediğinizi duyar gibiyim. Doğru, sadakatsizliği yasaklayan örfler ve adetler aynı zamanda boşanmayı da yüceltmiyor. İçinde yaşadığımız toplum ki İstanbul’dan ibaret değil elbette, evliliklerin ne pahasına olursa olsun sürmesinden, çiftlerin çoluk çocuğa karışmasından yana; boşanmasından değil. Eşinin kendini aldatmasına dayanamayıp baba evine dönmeye kalkan kadınların, babaları sessiz, anneleri sesli “erkektir yapar, evliliğini bunun için bozma” diyor. Öyleyse çözüm basit; sıkılan, bunalan hoşlandığı biriyle yemek yesin, sinemaya gitsin, hatta gönlünce sevişsin. Tabi suyu saman altından yürütmek kaydıyla! Böylelikle evliliği zarar görmez, çocuklar üzülmez, anlayışlı, müşfik bir eş olarak mutlu evliliğini toplumun övgü dolu alkışları arasında uzun yıllar sürdürmeye devam eder. Üçüncü kişileri kullanmış mı oluyorlar? Eh canım olacak o kadar, sırası gelince onlar da aynısını yapar hayatla ödeşirler!

Peki ya hisler? Her insanın yüreğinin orta yerinde duyduğu hisler? Yoksa aslında bu hisler birer kurgudan mı ibaret? Üremeye programlanmış, bunun için de malzemesine uygun miktarda hormon katılmış bir yaratık türü müyüz biz? Öyleyse sadakatsizliği suç olarak görmemek lazım, ne de olsa teknik bir arıza demek daha doğru olacak!

Bakış açısı denen o açı değiştikçe insanın inandıkları da yer değiştirebilir demek. Her haksızlığın içinde hak, her adaletin içinde adaletsizlik bulabilir. Sadakatsizlik bile farklı bir bakış açısından bakılınca daha anlaşılabilir, hoşgörülebilir hale de dönüşebiliyor; insanlar kendilerini buna inandırabiliyor. Bir de yer değiştirip olaylara bakmayı deneseler keşke. Birbirlerinin gözünden bakıp, birbirlerinin yüreğinden hissedebilseler. Empati diyorlar ya şimdilerde, karşındakini kendinden çok sevmek diyorum ben; daha eskiden ise aşk diyorlarmış, en önemlisi aşka inanıyorlarmış.

 
Toplam blog
: 22
: 1664
Kayıt tarihi
: 14.10.06
 
 

Merhaba, Okumaya olan sevdam beni yazmaya yöneltti ve artık sevgili dostlarımın da yüreklendirmesiyl..